Doğu dünyasında felsefeden anlaşılan şeyle Batı dünyasında anlaşılanın farklı olmasının sebepleri nelerdir? Türkiye’nin buradaki konumu ne durumdadır?
Şimdi Doğu dünyasıyla neyi kastettiğini bilmiyorum ama ben insan dünyasını biliyorum. Yani Doğu dünyası bu. Şimdi Doğu dünyasında felsefeden anlaşılan şeyin çok farklı olduğunu zannetmiyorum, en azından tarihte. Nedeni de şu, Doğu dünyasındaki felsefe derken insan felsefesini kastediyoruz. Yani eğer onu kastediyorsak bir anlamı var benim için bu sorunun. E bu İslam felsefesi işte 8. yüzyıldan sonra, efendime söyleyelim, İslam dünyasında -en iyi terim budur- ortaya çıkan, gelişen bir hareket, felsefe hareketi. Bilim hareketi de var o zaman. E bu hareket zaten Yunan dünyasına dayanarak gelişiyor. Yani Antik Yunan dünyasındaki filozofların kitapları tanındığı zaman, eserleri incelendiği zaman ortaya çıkıyor. E onların eserleri, meseleleri, problemleri, görüşleri tanındığı zaman ona dayanarak ortaya çıkan bu hareket doğal olarak o Yunan dünyasında yapılmış olan hareketin bir nevi tekrarı veya devamı oluyor. Anlatabildim mi? Yunan dünyasında Aristoteles’in, Platon’un felsefesiyle Farabi’nin veya İbn-i Sina’nın felsefesi arasında bir fark yok. Hani biri çok daha orijinal olabilir veya kendi toplumunun problemleriyle çok daha yakından ilişkili olabilir, toplumsal karşılığı olabilir ki öyledir ve böyle aynı ölçüde olabilir. Ama yine aynı türde, yapısal bakımdan fark yok; eğer bunu kastediyorsan ki bence bunu kastetmen lazım. Buna ilaveten şu da olabilir, bu felsefe tabii İslam dünyasında zaman içerisinde yavaş yavaş zemin kaybetmiştir. Onun nedeni başka. Onun nedeni İslam dünyasında diyelim ki dinle, İslamiyet’le ve onu temsil edenlerle makul, uyumlu bir uzlaşmayı başaramamıştır, oraya girmeyelim. İşte Gazali falan gibi insanlar veya işte din bilimlerini temsil eden insanlar zaman içerisinde bu filozofların yaptıkları işe karşı çıkmışlar; işte bunun dinsizlik olduğunu, burada ileri sürülen tezlerin İslamiyet’in temel dogmalarına, inanç unsurlarına aykırı olduğunu söylemişlerdir ki haklı oldukları taraflar da gerçekten vardır.
Ama bu felsefe 12. yüzyıldan itibaren yani yaklaşık 2-3 yüzyıl parlak bir dönem geçirdikten sonra yavaş yavaş gerilemeye başlamıştır. En son işte filozof İbn Rüşd sayılabilir veya belki biraz daha ileri gidip İbn Haldun’u da sayabiliriz. İslam dünyasında bu felsefe Yunan dünyasında yapılanla aşağı yukarı aynı, evet.
Buradan da Batı dünyasına intikal etmiştir. Yani Orta Çağ’ın sonunda Hristiyan Batı dünyasında da bir taraftan Yunan filozoflarının, Aristoteles’in, Platon’un eserleri tanınarak bir taraftan da bu kitaplar üzerinde İslam filozoflarının yaptıkları çalışmalar tanınarak birlikte bir bütün olarak intikal etmiştir. Onlar da aynı tarzda yapmaya devam etmiştir.
Ama daha sonra modern çağ başladığı zaman bu felsefenin artık büyük ölçüde, artık deyim yerindeyse, prestiji azalmış, geçerliliği ortadan kalkmış. Çünkü yeni bir dünya kurulduğu için… Modern Batı’dan bahsediyorum. Yeni problemler, yeni bilgiler, yeni bakış açıları ve bambaşka bir felsefe, modern çağ felsefesi ortaya çıkmıştır. Anlatabildim mi? Şunu sorabilirsin, e bu mu sadece yoksa mesela İslam dünyasında bu Yunan tarzında felsefe hareketinin dışında bir hareket yok mu? Var. O da kelamdır. Eğer sorduğun soru oysa o zaman gene cevap başka. Kelam denilen şey İslam ilahiyatıdır.
Şimdi iki türlü ilahiyat olur. İlahiyat zaten kelime anlamı bu iki türlü olma imkanına sahiptir. O da şu; ya belli bir dinin ne diyelim amentüsüne, kredosuna yan, dogmalarına dayanarak ilahiyat yaparsın ya da herhangi belli bir dinin Hristiyanlık, İslamiyet veya Musevilik olmaksızın genel olarak tanrıyla, tanrının varlığıyla, iyiyle, kötüyle vs. ilgili konuları ele alırsın. O da ilahiyattır. İlahiyat kelimesinin Batı dillerinde karşılığı teolojidir. Şimdi Aristoteles’in bir teolojisi vardır. “Aristoteles’in Teolojisi” diye bir kitap yazarsın, 500 tane kitap yazılmıştır, bu konularla ilgilenir. Tanrı nedir, özelliği nedir, evrenle ilişkisi nedir? Platon’un da teolojisi vardır, Plotinos?’un da vardır. Ama bir de şu vardır Musevi teolojisi. Musevi ilahiyatı, İslam ilahiyatı. İşte İslam ilahiyatı kelamdır. Hocam bu nedir? Bu farklı. Bu şu, o dinin, İslam diye bir din var ya veya Hristiyanlık diye bir din var ya, o dinin birtakım inanç unsurları var. İnanç unsurlarının Batı dillerindeki karşılığı dogma. Dogma, inanılması gereken şeyler veya buna “amentü” de diyebiliriz. Amentü sizin için bir şey ifade ediyor mu, bilmiyorum, amentü demek iman ettim, iman ediyorum demek. Neye iman ediyorsun? İşte İslam amentüsü: Amentü billahi, tanrıya iman ediyorum, tanrıya inanıyorum. Efendim başka; meleklerine inanıyorum, kitaplarına inanıyorum, peygamberlerine inanıyorum. Başka? Gelecek hayat, vel yevmil ahiri, ahiret gününe inanıyorum. Başka? Bir de iyi ve kötünün tanrıdan geldiğine inanıyorum. İşte altı şey, altı temel dogma. Dogma kötü bir anlama gelmiyor. Dogma, inanılması söz konusu olan şey. Tanrı vardır, melekler vardır, kitapları tanrı tarafından gönderilmiştir.
Şimdi bu konuda Kuran’ın birtakım görüşleri var, değil mi? Şimdi bu görüşleri doğru kabul edeceksin, bu görüşler zaten amentü. “İmanın şartı kaçtır?” denir, altıdır. O şartları kabul etmezsen Müslüman olmazsın, mümin olmazsın. Bu görüşlerin üzerinde de bu görüşlere sadece iman etmekle kalmayıp bunları akılsal olarak düşünmek yoluna, tefekkür etmek yoluna da gidebilirsin.
Felsefenin konusu her şey olabilir; siyaset de, ahlak da, hukuk da, evlilik de, boşanma da, din de… Son derece önemli, hayatî bir kurum, hele Orta Çağ’da en önemli kurum. İşte bu tür bir olay da olmuştur. Yani ne tür olmuş? Demek ki Yunanlılardan gelen Yunan tarzı o felsefe hareketi içerisinde ele alınan meseleler üzerinde filozoflar düşündükleri gibi bir de İslam dünyası içinde -bunlara filozof denmez; kelamcı denir, mütekellim denir- bir grup insan da İslam dininin getirmiş olduğu o kredo ve amentü üzerinde teammülde(?), tefekkürde, akılsal kanıtlamada bulunuyorlar; tamam mı? Bu ayrı bir şey. Bu grupla filozoflar arasında da birtakım gerilimler oluyor.
Demek ki İslam filozoflarıyla sadece Gazali gibi ki Gazali aynı zamanda kelamcıdır hem de mutasavvıftır veya daha basit… Diyelim ki Ahmed bin Hanbel, Hanbelî mezhebinin kurucusuyla aralarında bir problem, çatışma olduğu gibi bir de kelamcılarla filozoflar arasında da oluyor. Mantığını anlayabilirsin. Neden? Bir, ne dedik, filozof ne düşünüyor? Filozof, Yunan dünyasına gelen siyaset, ahlak, doğa felsefesi, psikoloji üzerine düşünüyor. Oysa ki kelamcı ne üzerine düşünüyor? Oradan gelen değil, İslamiyet’ten gelen ve İslamiyet’in bir Müslüman’ın inanmasını şart koştuğu konu üzerinde düşünüyor. E şimdi onların üzerinde düşünürken, ahiret günü atıyorum, “Ahiret gününe inanıyorum.” diyor. E bir Müslüman “Ben ahiret gününe inanmıyorum.” diyerek felsefe yapamaz, öyle değil mi? Peki filozof? E yapar. Şimdi anlayın, filozof yapar.
E hocam hakikaten inanmayan(?) filozof var mı? Yok ama ahiret gününe kelamcının inandığı gibi inanmaz. Hocam buna somut örnek? Olmaz mı? “Ahiret gününe inanıyorum.” derken insanlar, kelamcılar veya kelamcıların dayandığı dinî metinler nasıl bir ahiret gününe inanıyorlar? Gene basit olarak ifade edelim; insan ölecek, mahşer günü olacak, kıyam olacak, kalkacak insanlar, Tanrı yargılayacak bunları… Öyle değil mi? Öyle veya böyle; bunları cennete gönderecek, bunları cehenneme gönderecek; cehennemdekiler yanacaklar, cennette de kebap yiyecekler, hurilerle sevişecekler. Böyle mi? Tamam. Filozof bunu kabul etmiyor işte, problem o. Yani ahiret gününe veya gelecek hayata inanmak var, inanmak var; kabul etmek var, kabul etmek var. Filozof şöyle diyor “Gelecek hayatta -basit olarak konuşuyorum yine- bedenlerin yeniden dirilmesi söz konusu olamaz. Çünkü gelecek hayat bedensel, fiziksel bir zevk veya ızdırap dünyası olamaz.” Anlatabildim mi? Peki nasıl olur? Sadece ruhlar. Peki ruhların azabı veya ruhların mutluluğu ne olabilir? Filozof yine bir şey söylüyor “Valla ruhların azabı cehalettir, ruhların mutluluğu da felsefedir.” Anladınız mı? Hocam hakikaten böyle mi? Hakikaten böyle söylüyorlar. Mesela Farabi bunu söylüyor.
Farabi cennette, cehenneme, gelecek hayata inanıyor ama şöyle diyor: Orada bedensel veya bireysel ölüm veya ölümsüzlük olmaz, dirilme olmaz. Tamam mı? Hocam bunları bu kadar açık mı söylüyor? Açık söylemiyor ama anlayana, arif olan anlar tarzında söylüyor. Peki ne olacak? Ben onu çok sempatik bulmuşumdur. Yani hakikaten bu söylediklerini… “Bu dünyada iyi, faziletli hayat yaşayanlar o dünyaya gittikleri zaman kendileri gibi olan insanlarla karşılaşacaklar.” diyor. Yani Ahmet Arslan Sokrates’le karşılaşacak veya Newton’la karşılaşacak; bunlar da birbirleriyle, aynı türden adamlar oldukları için, felsefe yapacaklar, tartışacaklar, birbirlerinin varlığından mutlu olacaklar. Cennet böyle bir şey olacak, diyor.
Gazali karşı çıkıyor haklı olarak, bu nasıl cennet? Böyle şey olur mu? “Kuran’da, İslam akaidinde açık ve seçik bir şekilde söyleniyor ki bireysel olarak, kişisel olarak, ferd olarak, bedensel olarak dirilme olacak; senin söylediğinde bu yok.” Böylece bunlarla, yani Yunan tarzında felsefe yapan filozoflarla İslam’ın kendisinin unsurlarından, akaidinden hareket eden kelamcı arasında çatışma oluyor. Böyle de bir olay var işin içerisinde.
Bunları da beğenmeyen bir de öbür başka gruplar da var. Kimler, mesela mutasavvıflar da bunları beğenmiyor. Yani İslam dünyası çok enteresan. İslam dünyasında çeşit çeşit deyim yerindeyse felsefenin kendisini anlama tarzı bakımından da bir çokluk var, çeşitlilik var. İyi şey veya kötü şey… Bir, felasefe (?) denilen Yunan tarzı filozoflar var; iki, bu sözünü ettiğim Eşari vs. gibi, hatta Gazali gibi kelamcı filozoflar var; üç, İbn-ül Arabi bilmem ne gibi de tasavvuf filozofları var. Onlar hakkında da xxx 13.56 xxx. Onlar da başka bir grup, tasavvufçular. Onlar da diyorlar ki “Ne duyular ne akıl, insanların sahip oldukları bu yetiler, bize bilgi falan vermez. Hele hele cennet, cehennem, tanrı vs. gibi konularda hiçbir bilgi vermez.” Peki ne yapalım? İnsanda bunlardan farklı bir yeti daha vardır, o da sezgidir. Bu sezgiyle biz bambaşka bir dünyaya gireriz, bambaşka bir yaşantı içerisinde bulunuruz. Bunların hepsi rakip ve dövüşüyorlar.
Peki hocam bunları niye felsefe adı altında zikrediyoruz? Çünkü bunlar da bu görüşlerini savunurken, bu teorilerini açıklarken işin ta başında söylediğimiz gibi, deyim yerindeyse, kendilerini akla dayanan gerekçelerle, nedenlerle haklı çıkarmaya çalışıyorlar da ondan. Yani bunlar da “Bunları ben rüyamda gördüm.”, “Bana İsmail söyledi.”, “Tanrı bana vahiy indirdi.” diye söylemiyorlar. Bunlar da bu görüşlerini yine doğru olduğuna inandıkları veya bizim deney dünyamıza ait olduğuna inandıkları birtakım olgularla, gözlemlerle savunmaya çalışıyorlar.
E hocam sen bunların hakkında ne düşünüyorsun? Ben bir defa mutasavvıfların yaptıkları tarzda felsefeleri sevmem. Mutasavvıflığın kendisini dinin iyi bir yorumu olarak kabul ederim, hele İslamiyet’le ilgili olarak bunu daha da iyi olarak kabul ederim ama bunu bir felsefe tarzı olarak kabul etmem. Benim için makbul bir felsefe tarzı değildir ama felsefe midir? Evet felsefedir. Demek istediğimi anlatabildim mi?
Peki kelamcılar? E kelamcılar yine… Tabii yani çok zekileri var, yine felsefe bakımından çok değerli şeyler yapıyorlar ama onları da ben açıkçası çok fazla tutmam. Çünkü hareket noktalarında biraz problem olduğunu görürüm. Nedir hareket noktası? “Benim zaten işim bunların doğru olduğunu kanıtlamak.” Felsefi olarak, başlangıç noktası olarak ahlaki bakımdan bana uygun bir hareket noktası değil. “Şimdi ben AKP’nin siyasi bakımdan ne kadar doğru olduğunu savunmaya kalkacağım.” diyen bir siyaset filozofuna benzer bu veya CHP’nin, fark etmez yani.
Hocam filozof nasıl olmalı? Valla daha özgür olmalı. Felsefenin ruhuna uygun davranmalı. Hareket noktasında da daha özgür hareket etmeli. Yani herhangi grubu, bir siyasi grubu, bir dini grubu desteklemek için yapmamalı bunu. Hocam düşünce olarak böyle diyorsun ama pratikte mümkün müdür? Pratikte mümkün olan başka şeydir, teoride, hakikatte doğru olmak başka bir şeydir. Pratikte bizim bir başkasının karısına bakıp da şehvet duymamamız elimizde olmayabilir ama bu teoride başkasının karısına bakmamızın doğru olduğu anlamına gelmez. İkisi birbirinden ayrı şeydir. Pratikte olabilir, hepimiz pratikte insan olmak bakımından birtakım zaaflara sahibiz. Ama tutup da “Zaten nasıl olsa zaaflara sahibiz, o zaman biz bu zaaflarımızı meşru kabul edelim.” Anladınız mı ne demek istediğimi? Felsefenin ruhu bu değil, bence. Bilimin de ruhu bu değil. Şimdi bir bilim adamı Türk-Yunan tarihini inceliyor, İlber Ortaylı ve niyeti şu; Türklerin ne kadar haklı olduğunu kanıtlamak ve Yunanlıların da ne kadar berbat adam olduklarını kanıtlamak. Kabul eder misiniz? Aynı şeye benzer, söylemeye çalıştığım şey bu.