Anlık bir hata, ömürlük bir sorgulama: Bir düşüşün hikayesi… Başkaları için bir nefeslik sayılabilecek bir süre, düşen bir adam için yaşamı sorguladığı en uzun an oluyor.


 

 

Filmi açtıktan sonra, kaç gündür dolapta olduğunu bilmediğim kokuşmuş yemeğimin üzerine şimdi bir sigara yakabilirdim. Kibritin ezilmiş ve nemlenmiş kutusuna vurduktan sonra ilk dumanının gitmesini bekledim. Ateşin ilk parlamasından sonra sigaramı yaklaştırdım, güzel bir duman çektim ve havasız odama sakince üfledim. Nemli kibritten çıkan ilk dumanın terk edilmiş gecekonduya benzeyen bir anısı vardı: Sigaraya başladığım lise yıllarını hatırlatırdı. Çarpık yapılaşmaya benzemiş çarpık ahlâk o yıllarda beni de içine çekmişti. Yamalı yollarda gelecek kaygısı olmadan, geçen zamanın hızlılığını fark etmeden, aklında sadece sevdiğin kız ve komik hayallerle okula giderken her köşede sözde def edilmeye çalışan bir günah vardı. Gün ne kadar aydınlık olursa olsun, fark etmeksizin karanlığa uyanırdık. Kimisi yeni sardığı otu sokakta gezinirken içerdi, kimisi sabah sarhoş olmakla övünerek bağırırdı, bazısı da otuzlara gelmiş yaşına bakmadan lise önünde “sevgilisini” beklerdi.

 

Sigara bunlara açılan ilk oyundu. Daha sonra kavga, alkol, isyanla geçen sergüzeşt bir hayat, nihayetinde ya mezarda ya da hapiste biterdi. Bunların hepsini başarırsan saygın bir lider olabilirdin. O zaman için saygınlık nedeni olan bu çukurlara yaklaşmayan gençler, hâliyle ilerde gerçek saygınlığı avuçlarına almış durumda olurlardı. Bir de ucundan tadan bir kesim de var ki onlar hayata kararsız başladılar ve ne başarılı olabildiler ne de başarısız. Arafta bir hayat sürmeye devam ediyorlar. Küçük bir dumandan bu kadar anlam çıkması apayrı bir konu sanırım.

 

Neyse. Faturayı ödemediğim için internetim kapalıydı. Tezimi hazırlamam gerektiği bahanesiyle -uzun zamandır merak ettiğim filmi izlemek için- komşudan yalvar yakar Wi-Fi şifresini almıştım. Benden hiç haz etmediğini biliyordum. Ama onu karısının yanındayken yakalayıp gafil avlamıştım. Gudubet karısı, arkadaşlarımı çağırıp sabaha kadar gürültü yaptığım için beni sevmese de onun yufka yürekli bir saf olduğunu biliyordum. Filmin hiçbir sahnesini kaçırmamak için birkaç saniye geçmesine rağmen başa sardım. Uzun zamandır “The Irishman” filmini izlemek istiyordum. Artık tütüncüden aldığım en ucuz tütünle sardığım sigaramı keyifle içip filmime eşlik edebilirdim.

 

Ekranı görmem için sırtımın pencereye dönük olması gerekiyordu. Bu keyifli anın hiçbir saniyesini kaçırmamak için aceleyle pencerenin kenarına yaslanmak isterken, kendimi geri ittikçe bulamadığım pencerenin kenarını yanımda görüverdim. Özenerek yaktığım sigaramı elimden düşürmemek için verdiğim çabayı bir yerden tutunmaya vermediğim için kendimi bir anda ayaklarımı görür pozisyonda boşlukta süzülürken buldum. Can korkusuyla deli gibi çırpındım. Ancak bunun manasız olduğunu anlamam geç olmadı. Her zorluk karşısında çabuk pes etmem gibi şimdi de burada durumu kabullenmiş ve durumun akışına kendimi bırakmıştım. Sigaranın beni öldürmesi çok kesin ve aceleyle olmuştu.

 

Gökyüzü aydınlıktı. Bir yandan dolunay tüm masumiyetiyle parlıyordu ve diğer yandan da sarı ışığıyla sigaram… O an kamp yaptığım ıssız ormanlarda uzanmış gökyüzünü seyrediyor gibiydim. Huzurun kapısını bulur gibi oldum. Sonra yine içinde bulunduğum durum geldi aklıma. Ne çabuk ve basit olmuştu sonum. Yere düştükten sonra yaşamam çok olası değildi. Defalarca ölümümü hayal etmiştim. Çoğunlukla aksiyonlu ölümler canlanırdı kafamda. Ama hep sonunda günü kurtaran kahraman ben olurdum. İstemediğim ölümü de hayal etmiştim. Yatağımda çocuklarıma anlamayacakları son birkaç öğüt verdikten sonra zor aldığım nefesim kesiliyordu. Birden şu anki hâlim geldi aklıma, tebessüm ettim. Hiç de aklıma gelmeyen ahmakça bir kaza sonucu ölecektim. Ruhum sanki hâlime kahkahalarla gülüyordu.

 

Bu düşünceler kafamda dolaşırken üç saniyelik düşüş bitmiş ve vücudum sert zemine çakılmıştı. İlk önce kırılan kemik seslerini duydum. İrkilemeyecek kadar çok acı hissetmiştim. Ne yazık ki sırtımın üzerine düşmüştüm ve şiddeti hafiflettiği için kafamın ve boynumun çarpması öldürücü olamamıştı. Bir ayağımın dizden itibaren ters döndüğünü diğerinin ise hareket etmediğini fark etmem ancak düşmenin şoku geçtikten sonra oldu. Keşke ilk önce kafam çarpsaydı veya boynum kırılsaydı. O zaman bu kadar acı çekmek zorunda kalmazdım. Şimdi birinin beni bulmasını, sonra bir ambulans çağırmasını ve nihayetinde acımı dindirmeleri için ilaç vermelerini beklemek zorundaydım.

 

Gözlerimi oynatabiliyordum, sesimi çıkaramıyordum. Acıdan dolayı istemsizce iniltiler çıkarıyordum ancak bunları ben bile zor duyuyordum. Bağırıp yardım istemem olası bile değildi. Hiçbir uzvumu hareket ettiremiyordum. Tek umudum betona çakılmamı birilerinin duymuş olma ihtimaliydi. Yine de gecenin ikisinde herhangi bir yardımın gelmesi zor gibi görünüyordu. Öylece bekledim, bekledim ve bekledim… Sanki öncesine göre acılarım diniyordu. Ne o, yoksa iyileşip birden ayağa mı kalkacaktım? Bir umut yeşerdi içimde. Evet olabilirdi. Hayatımdaki tek mucize belki bu olurdu. Sonuçta her gün bir sürü mucize gerçekleşiyordu. Bilmem kaçıncı kattan düşen bebek ölmedi. Defalarca vurulan kadın hâlâ hayatta. Beşinci gün göçük altından canlı bir beden çıktı. Bugünün mucize adamı da ben olurdum belki. İlk önce inanmalıydım, ancak inanıyorsam başarabilirdim. Evet kesinlikle kurtulabilirdim. Bunları düşünürken ağzımdan ve burnumdan yayılan bir sıcaklık hissettim. Bunun ne olduğunu biliyordum. Doğduğumdan beri içimde olan ve bir kere bile görmediğim organlarımın parçalanmasından gelen kandı. Bu sıcaklık beni saçma düşüncelerden ve umutlardan çekip aldı. Bu gerçekle yüzleşince hayal dünyasından uzaklaşmaya başladım. Son birkaç saatimi, belki de dakikamı veya saniyemi bilincim açık bir şekilde geçirebilirdim. Bu fikir beni mutlu etti. Ne de olsa düşünmek, benim herkesten sakladığım en güzel oyunumdu. Ama hiç böyle bir durumda düşünme şansım olmamıştı. Bu bana verilmiş bir lütuftu.

 

Lise yıllarındaki bir yaz tatilinde yaptığım bir otobüs yolculuğu geldi aklıma. O gece de dolunay vardı. Yol imkân verdikçe onu izlemiştim. Yolculuk tam on üç saat sürmüştü. Oldum olası sevmezdim zaten otobüsleri. Kendimi hücrede gibi hissederdim. Ama dolunay bu yolu bir nebze çekilir yapmıştı. Babam, rahat ederim diye sağ en önden almıştı koltuğumu. On üç saat boyunca yolun kıvrımlarını izlemek zorunda kalmıştım. Şeritlerin akışı beni hipnoz edercesine hayal alemlerine sevk ediyordu. Ne güzel hayaller kurmuştum o yolda. Gençlik işte, sınırsız bir çuval hayal… Bu hayaller hatasızdı. Hepsi ümit vericiydi. Şimdi düşününce böyle hayallerin kurulabileceğine inanamıyor insan.

 

Kırılmış kemiklerimin acısı soğukla iyice aydınlanıyordu. Beynimde hayallerimin ve düşüncelerimin hâkimiyeti bu acı ile sekteye uğruyordu. Acı, hâkimiyet kurduğu anlarda nefesim durma noktasına geliyor ve düşündüğüm tek şey bir an önce ölmek oluyordu. Düşüncelerim tekrar bu savaşta galip gelene dek soluksuz bekleyiş devam ediyordu. Sonra zihnimden bir fedai attı kendini ateş çemberine: “Neden?” Bu fedai hep aradığım cevabın sorusuydu. Sonra sızlamalar yiğit fedaiye daha fazla direnemedi ve tekrar gelmek için gittiler.

 

Neden iyi olmak istemişti insan? Neden vicdanlı olması gerekirdi? Neden düzene uyması gerekirdi? Neden ailesini, arkadaşlarını ve sevgilisini seviyordu? Neden sevginin sadece bir kısmı tercihti? Kendini bir yere ait mi hissetmek zorundaydı? Neden cinayet en büyük suçtu? Birisini uğurlamak suç muydu? Gidene kıyamadığımız için mi ölüme kötü diyorduk? Yaşamak ve yaşatmak neden kıymetli ki? Mutsuz yaşamın aslında et yığını gezdirmekten başka bir şey olmadığının farkında değil miyiz? 

 

Bunları bilmem kaçıncıya sorduktan sonra beynimde bir ateşkes ilan edildi. Sanki ezeli bir sessizlik vardı. Eski aşklarım, örnek aldığım insanlar, arkadaşlarım, kahramanlarım, öğretmenlerim, ailem… Hepsi susmuştu. Çok şaşırdım. Aslında hepsi ilk konuşmak için kavga ederdi. Sonra ürperdim. Yoksa artık söylenecek bir şey mi kalmamıştı? Evet o yüzden suskunlar sanırım. Sona geldiğimi anlamıştım ki ürkek bir çocuk geldi yanıma. Bir yerden tanıyordum ama çıkaramadım. Bana bakmadı. Yanımda sessizce biraz durduktan sonra ben yokmuşum gibi umarsızca oynamaya başladı. Gözümü alamadım. Sonra ailesi geldi. Çok sevdiler onu. Sonra okula ilk gününde annesi götürdü onu. Ve sonra bir sürü hikâye hızlıca geçti önünden. Hikâye bitince nefesim kesildi ancak son bir gayretle tüm gücümü nefes almaya zorladım. Bunu yaparken ciğerlerimi o kadar zorladım ki tortop oldular. Acı ordusu artık meydan muharebesinden çekiliyordu. Acılar gidince soruların kutlama yapmasını bekledim. Ancak kimsecikler çıkmadı ortaya. Ne garip ki yokluğunu hissetmedim. Artık tek hissettiğim gözlerimin önündeki parlayan şeydi. O da sönükleşmeye başlamıştı. En son o da gittiğinde his kavramının ne olduğunu hatırlamıyordum. Ve sonra nerede miydim? Hayal ettiğin o yerde seni bekliyordum.

 

serkan karabayır