Zorluğa karşı dirâyete, yoksulluğa karşı sebâta şâhit olmuş, Tanzanya yolcusu bir hekimin gezi defterinden…


 

“Hissen yok bu akşamda senin
Sen öğlenden beri/bu renk renk
bu çeşit çeşit söylenen şarkının
Artık haricindesin.”

 

Tıp camiasında, ölüm -yaşamsal fonksiyonların sona ermesi- saf bir klinik tanım olmanın çok ötesinde, insanlık ruhunun en derinine işleyen bir kavram. Bir intörn doktor olarak çıktığım gönüllü yolculukta, Tanzanya’nın küçük bir şehrinde kendimi yaşam ve ölümün kesişiminde buldum. Yaşamın kırılgan yanı ilk kez bu kadar soğuk bir şekilde karşımda belirdi.

 

Liuli, Tanzanya’nın Malavi Gölü yanında kurulu minik ve güzel şehri, hatıralarıma sınırlı kaynakları ve dirayetli insanları ile kazındı. Gölden çıkan eşsiz balıkları, her yerde yetişen leziz tropikal meyveleri ve neredeyse her gün yedikleri -benim tadına alışmakta inanılmaz zorlandığım- kasavi… Sözün özü burada doğa insanlara o kadar cömert ki! İnsanın yağmurdan koruyacak bir damı olduğu takdirde dört duvara bile gereksinimi olmuyor. Hele insanlar, tanıştığım en güler yüzü, neşeli ve belki de en güçlü insanlardı. Doğumhane koridorlarında bir tek çığlık bile duymadan günler geçirince şaşkınlığımı gizleyemedim. Merakımı gidermek için aldığım tek cevap, “Niassa’nın kadınları, biz böyleyiz, dayanıklı!” oldu. Belki de onların bu hayran olunası devam etme gücünün, azminin altında yatan sebep buydu. Çünkü burada, doğa ne kadar cömertse, olanaklar o denli kısıtlı. Ruvuma eyaleti, Tanzanya’nın sosyoekonomik olarak en az gelişmiş eyaleti.

 

Burada hayatın ipleri o kadar zayıfça tutunuyor ki! Modern dünyanın çoktan arkasında bıraktığı en adi bulaşıcı hastalıklar ve bölgeye has tehlikeler, insanların yaşam mücadelesinin üstüne tüm vahameti ile çökmekte. Alt ve üst yapının yetersizliği sonucunda, kötü toprak yollarda motorlu taşıtlarla seyreden insanlar sıklıkla ortopedik kırıklarla hastaneyi ziyaret etmekte. Bir diğer önlenebilir kaza tipi ise yanıklar. Yörede tüplü ocaklar yerine geleneksel pişirme metodu olan ateş yakma tercih edilmekte ve bu yüzden serviste gün geçmeden bir yanık hastası kadın veya çocuk belirmekte.

 

Anlatacağım hikaye beş yaşındaki bir kız çocuğunun hikayesi, belki de yörenin makus talihinin bu metinde onun üstünden gerçeklik kazanışı. Bir ateşin yanında top oynarken yaşadığı talihsizlik ile servise gelmişti. Hastanede klima sistemi, yoğun bakım ve gerekli sterilizasyon koşullarının sağlanamadığını üzülerek belirmek isterim. Odayı paylaşan diğer iki çocuktan biri sıtma diğeri ise tifodan dolayı orada bulunmaktaydı. İkinci dereceden yanıkları olan bu kız çocuğunu görünce intravenöz sıvı replasmanına ve elimizde bulunan neredeyse en güçlü antibiyotiklere başladık. Her ne kadar yara yüzeyi geniş olsa da bu seviyedeki yanıkların bulunduğu yaralıların gerekli pansumanlar ve bazen operasyonlar ile hayatta kalabildiğini hem ülkemde gördüğümden hem de Liuli’deki hekimlerin ve hemşirelerin inanılmaz özverisiyle bu tip yanık hastalarının taburcu edildiğine şahit olduğumdan, o gün odadan çıkarken artık aklımı diğer hastalar meşgul ediyordu. Halbuki bu yaralar aslında adaletsizliklerle boğuşan yörenin daha derin ve tedavi edilemeyen yaralarının yansımasıydı.

 

Çok değil üç gün sonra hastanenin avlusunda, ki tüm servis odaları bu açık alana açılmaktaydı, alışılmışın dışında bir sessizlik beni karşıladı. Odada bulunan çocuklar ve ebeveynler dışarı çıkarılmış bir köşede ağlamadan, bağırmadan, isyan etmeden birisinin onları çağırıp bir haber vermesini bekliyorlardı. Ağır bir kanama sonrasında damar yolu bile açılamadan çocuk vefat etmişti. Sorumlu hekimle birlikte ölümü teyit ettikten ve dosyanın üzerinden geçtikten sonra aile odaya çağırıldı. Bilgilendirme Svahili dilinde yapıldığı için ne söylediğinden tam emin değilim, ama konuşma ‘Allah rahmet eylesin!’den daha uzun sürmedi. O gün o hastanede ölümün yası, göz yaşları ile değil, sessizlikle tutuldu. Onlara yemek getiren yakınları ile birlikte aile hastaneyi terk edinceye kadar, ki bu inanılmaz bir serilik ile oldu, kuşlar ötmedi, hastanede menkul maymunlar sükunetlerini korudu. Gencecik bir yaşamın sona ermesinin ardından doğa bile yas tutuyor gibiydi.

 

Her ne kadar bu tecrübe ülkelerin sınırlarını aşıp tüm hastanelerde var olsa bile; yaşamın sonu, evrensel bir insanlık tecrübesi, farklı farklı portrelerde karşımıza çıkmakta. Gelişmiş ülkelerdeki sofistike medikal metotlar, çoğunlukla ölümün pençelerini aralayabilmekte ve kudretli bir suret sunmakta. Buna karşın, aynı Dünya’nın başka yerlerinde çok basit yaralanmalar kaynak yoksunluğu ve sistem yetersizliği yüzünden ölümcül sonuçlar doğurmakta. Beş yaşın altında her 1000 doğumdan Türkiye’de 9’u, Almanya’da 3.6’sı yaşamını yitirmekteyken Tanzanya’da bu rakam 35. Bunlar UNICEF’in sitesinde bir rakamdan fazlası değilken; ben, o yitip giden bir çocuğu, o yaşanmamış hayatı, tanıyorum.  

 

Niassalıların geleneğinde ölüm bir sondan ziyade bir geçiş, doğal bir süre. Sessizce karşılanacak bir olgu. Belki de olanaksızlıklarının çaresiz bir kabulü.

 

O gün delicesine yağan yağmur altında polikliniğe devam ederken bu yiten yaşamın sorumluluğunun kimin üstünde olduğunu sorguladım. Sadece doktorların veya politikacıların hatası, sorumluluğu değil kuşkusuz! Her yitip giden çocuğun yaşamı; dininden, dilinden, ırkından bağımsız olarak, tüm toplumların, insanlığın omuzlarına yüklenmiş bir ağırlık.

 

O hafta hastane kilisesinde cenaze töreni yapıldı. Çalışanların birçoğu oradaydı. Benim orada şahit olduğum ilk cenaze töreniydi. Svahili dilinde dualar okunurken, ben de Türkçe konuşan bir Müslüman olarak oradaydım.

 

mukaddes nemire sinanoğlu

 

 

Narrative of an expedition to the Zambesi and its tributaries; and of the discovery of the lakes Shirwa and Nyassa. 1858-1864., pg.123

“Blue River” by Maite