İlk gülüşler, ilk sevişler, ilk yaşayışlar… Yaşandıktan bir daha sonra sonu gelmeyen, sonunun sonsuzluğa ulaştığı ilklerin, değil tatlı bir özlemle, bilâkis acı bir kahredişle hatırlanışının bir haykırışı.


 

İlk sana sordu bu dünya, var oluşunda yatan tüm gizemini saklarcasına. Biliyorsun biz
sana mecbur değiliz. Biliyorsun ben sana da muhtaç değilim. Öyleyse ben ve biz kime
muhtacız? Yaradan’a mı, kendimize mi, yoksa ilk heyecanımıza mı? Ne zaman duyarız
biz ilk heyecanımızı? İlk nefes alış verişimizde mi yoksa son ölümümüzde mi? İlk kan,
ilk ateş, ilk ter ve dökülüş. Yanan bir cehennem ateşi ile son buz dağının sular altına
gömülüşü arasında bir his. Bir Kudüs ateşi, bir şiir pençesi, bir kan revan ülkesi. Bu
evrede ancak sana sığınabilirim ey ilk heyecan!

 

İlk heyecan, kalp kırıklığının yaşanmadığı bir dönemde gerçekleşir. İlk vukuatın daha
gerçekleşmediği, ilk kalp çarpıntısının ürpermediği bir araf dönemi. Hülyalara dalınan bir
dönem. Gerçeklik ile rüya arasında savaşların verildiği. Gerçekliğin sorgulanmadığı,
soru kalıplarının tüketilmediği bir evre. Yürüyorum sessizliğin etrafında, parçalanan
düşünceler, ana rahminden kopan bir güvercin altında. Soruyorum sizlere ilk heyecan
nedir! İlk hissedilen, ilk göz göze geldiğiniz kalp, ilk bakışınız ve koku. Nedir tüm bunlar?
İlk heyecan olgusunun neresindedir. İçerisinde midir? Dışarısında mı? Yoksa bir bütün
müdür? Diri bir iskeletin tüm parçaları gibidir. İlk heyecan bir erkeğin memeye
dokunduğu ilk an bakire bir kitabın ilk açılış sayfası gibidir. Bir babanın kızına hasreti, bir
annenin oğluna sarılışı kadar masumdur. İlk heyecan, insanın ta kendisidir. İlk heyecan
bir çocuğun okuduğu ilk sözcüklerdir. İlk heyecan biraz derviş biraz alimdir. Biraz da
mahlukattır!

 

İlk heyecan, şımarık bir çocuktur. Şımarık bir çocuğun yalnızlığı kadar ıssızdır.
Yağmurun altında saatlerce yürümek, gözyaşlarınız ile bedeninizin bir bütün oluşudur.
İlk göz ağrsı olacak olan bir yavrudur. Kısmetlerini, tokatlarını, sorumluluklarını ve göz
yaşlarının akacağını bilmeden dünyaya hoşgeldin diyen bir yavrucak. Bu dünyaya ait
olmayan bir beden, uçurumun kenarında her an atlamaya hazır. Gövdesi göğü delmeye
çalışmaktan bitap düşmüş, yorgun gözleriyle aşağıya bakıyor ve bırakmak istiyor
kendisini. İnsan çölde, Leylasını arayan bir Mecnun. Eğer çölde Leylasını bulamayacak
ise neden gelir dünyaya? Neden bunca yolları tepmek zorunda kalır. Susuz, aç ve bitap.

 

Çölde yolunu bulamaz ise Mecnun, uçurumlar artık onun nefes aldığı tek yer olarak
kalacaktır. Dudakları arasında bir kaç kelime. “Bu dünyaya ait değilim.”

 

Ve başlar:
Hangi dünyaya aitiz? Hangi bedene mutabıkız? Bizi yokluk ile varlık arasında diri
tutan birer et parçası veyahut ruhtan ibret midir? Tarifi olmayan bir dürüstlük
arıyorum bu metinlerde ama dünyayı okuyamıyorum. Kelimeler yabancı, harfler
gayrimüslim. Bilmediğim bir şeyler fısıldıyorlar bizlere. Tadı damağımızda kalıtsal
olarak kalmış bir hüzün çöküyor bedenimize. Kim bilir belki de kader yazgımızın
armağanıdır bizlere.

 

Söyle o halde ey ilk Heyecan! Tarifini yapamadığın bu evren neyi amaçlamaktadır
bizlere?

 

Kan kokusu altında titriyorum, bacaklarım gün geçtikçe halsizleşiyor. Kollarım
umudumun baharında bir ayçiçeği bahçesi olurken, damarlarım ilk nefes
alışverişimin bahsettiği kan senfonisinde dans ediyor. İlk göz ağrım benim, can
yoldaşım, nefes alış verişim. Hayat, sevgilim, bugün dünyaya bir hayal olarak
geldin sen. Ben ise yitik bir körpe köpek yavrusu olarak. İlk yanağımdan öpüşünde,
ilk dokunuşunda, göğüslerini vücuduma ilk sürtüşünde benim için, sanki boğazın
derin sularında nefessiz kalmak gibiydi. Sevgilim Hayat, gel bu gece gir koynuma.
Kalp kapakçıklarını hissetmek, gözyaşlarından yeniden dirilmek istiyorum. Bana ait
olmayan bir evde süregelen bu geçim kaynağı yalnızca hayat olmamalıydı. Yalnızca
bizler sabah sekizde savaşan kahraman askerler olarak kalmamalıydık. Bizler o
askeriyeyi terk etmek zorunda bırakılmalıydık. Kimliklerimiz, köksüz ağaçlarımız ve
sen! Tekrar koluma esir düşebilir misin? İlk bakireliğini kaybettikten, kan revan
içerisinde kaldıktan sonra bile. Belki de sen bizi hiç bir kula esir etmeyecek kadar
kula kulluk yapmışsındır. Oysa bu gece iman gücü ile tapıyorum sana. Kudüs’ten,
İsrail’den ve Mekke’den yazıyorum. Çölde eriyen birer buz parçası kalemimden çıkan
dizeler. Kum tanesi büyüklüğünde bir yıldönümü bu tanışmamızın hikayesi.
Haydi gel birlikte Paris sokaklarında dolaşalım bu gece. Sigaralarımızı,
cigaralarımıza bölüp dans edelim tüm bedenimizle ve zihnimizle. İlk heyecan sana
sesleniyorum neredesin? İhtilaller döneminde mi bıraktık seni? Yoksa görüş
günümüzde kalplerimizi birbirine emanet etmedik mi? Göremiyorum son günlerde
seni, kalemim artık unutmaya başladı saçlarının ve gözlerinin rengini. Lütfen bana
bir mektup yaz Paris”ten Kudüse. Aratmasın haberci kuşlar seni bana. Kuzeyden
esen bir rüzgardan bahsediyorlar bugünlerde. Ben onlara senin eserin olduğunu belirtiyorum. Onlar gülüp geçiyor benimle. Yaşlandığımı ve artık senin
gelmeyeceğini belirtiyorlar. Oysa sen beni Kudüs sokaklarında yalnız başıma
bırakmazsın. Batı’nın Paris’ine bu kadar hızlı alışamazsın. İlk heyecanını, ilk
gençliğini silip atamazsın. Sen bensen, ben de seninim. İlk tren yolculuğumuzdaki
vücut sıcaklığım seni ne kadar da heyecanlandırmıştı. Hatırladın mı ilk heyecan!

 

Bu gece gökyüzü bizim için ağlıyor ey sevgili! Gökyüzünün sesini duyabiliyor
musun? Bütün caddelerde yürüdük, el ele tutuşabilmek için. O sokaklarda gök
gürültüsü ile birlikte haykırarak ağlamaktadır. Sokağın nabzı öpüşlerimizi tutarken,
cadde tabelalarına adlarımız yazılırdı. Ve sen ey Sevgili! Her neredeysen gel kurtar
beni. Yıkım sahibi olan parçalanmış kalplerimiz tenimizi özlemektedir. Edebiyat
romanları bile bizleri yazarken neden öpüşlerimiz hala kavuşamamaktadır. Ey
Sevgili! Gel ve ruhumdan bir yudum su al. Gel kurtar beni tüm karanlığımdan,
çamura batmış mahallemden ve şiirlerimden. Adını yazıyorum her sabah güneşe
armağan ederek. İlk şarabımı seninle yudumlarken, daha çok küçük bir körpeydim
biliyorsun. Sevginin mahremiyetinden gizlenmiş vücudum ancak fahişelere aitti.
Oysa sen kırmızı rujlu, Paris kokulu fahişelerden kurtardın beni. Oysa sen Roma’nın
başkentinden Londra’ya sürüklerdin. Beyazıt kütüphanelerinde benimle birlikte
ısınmaya çalıştın. Bu anti-depresanlar beni rahatlatmak yerine aksine derinliğe
boğmaktadır. Şair kalemim, kelimelerime saygı ile eğilirken, bir yudum suya ihtiyaç
duymaktayım bir yudum su içebilmek adına. Narinim bu gece, bir hassasım.
Gözlerim yeşil, dudaklarım kıpkırmızı. Bir ölüm rengine büründüm. bilmediğim bir
şehirde, tanımadığım bir dili öğrenmeye çalışırken buluyorum kendimi. Bu kirli
parfüm kokan şehir, fareleriyle üzerime doğru geliyor. Kütüphanelerinde
saklanıyorum tüm deli gömleklerini giymemek adına.

 

Adını havalimanı şirketlerinin arasında aradım tüm gün, bavulların ve yarınını
bekleyen yolcuların arasında saç tanelerini kokladım. bir umuttur senin kokunu bana
armağan eden Tanrı. Oysa bizi hiç kavuşturmayan Tanrı ancak şiirlerimde betimledi
seni bana. Ben senin kokunu aylarca yastığımda saklarken, sen hangi limanlarda,
kimi bekliyordun kim bilir. İlk şiirimi sana armağan ettiğim kadın, seni hangi
coğrafyada bıraktım. Seslen bana ve elinle kaybolmuş zihnimde canlan.
Çarşaflarımın arasında teninin tanımaya çalışıyorum. Oysa tenin, bedenimden
kilometrelerce uzaklıkta. Bir kış günü gelmiştin yanıma, vapurda ilk fotoğrafımızı
çekinmiş, ilk kestanemizi Eminönü sahilde yemiştik. Bir kestane sıcağında
kavuşmuştu ellerimiz. Sen ellerin ile bana yedirdiğin her lokmada ben anne
sıcaklığı, anne şefkatini hissetmiştim. Bir kış sabahı erkenden bıraktım seni havalimanına. bilir miydim son görüşmemiz burada olacaktı? Bilir miydim bir daha
kavuşamayacağımızı ve farklı limanlara savrulacağımızı. Ben senden sonra çok
daha fazla yaralandım, çok daha fazla şiir yazdım. Oysa ben yaşanmışlıklarımın
hiçbirini istemezdim. Tek istediğim senin kokun için kilometrelerce umut ışığında yol
tepmekti. Oysa o yollar hep aramızda karla kaplıydı. Ben sürmeye çalıştıkça,
üzerime çığ düştü. Çığ düştükçe de ellerimde kalan sıcaklığın yok oldu. Yeri ise bir
daha hiç dolmadı.

 

kaan güner

Dante’s Inferno – Gustav Dore