Şirket içi yönetim anlayışı üzerine geliştirdiğiniz Decidehub projesinden ve Edelkrone’a özgü iş metotlarından bahsedebilir misin?


 

 

Biz bugün şirkette bir noktaya geldik ve o geldiğimiz nokta hakikaten anlatmaya değer bir şey çünkü çok orijinal, çok kendine has çözümlerimiz var. Çok, bence, çok daha akılcı olduğuna inandığım, çok daha kalıcı, sürdürülebilir olduğuna inandığım bir şirket yönetim yapımız var. Bugünün gençlerine daha uyumlu, insanların genel hayattan beklentilerini daha iyi karşılayan bir şirket yönetim yapısı var. Tabii ki plan bu değildi.

 

Şimdi en başa dönersek, benim derdim şuydu: Önce para kazanmak. Para kazanmak için bilgi ve tecrübemle insanların ihtiyacını çözmek. Bir film yapmaya soyunurken film riskli geldi. Yani bütün bilgi ve tecrübeme rağmen yine de   riskli bir şey. Sinemada her zaman box officede (gişe) çok iyiyi yakalayamayabilirsiniz. Benim risk alacak lüksüm yoktu. Yani yakında çocuğum doğacak, eşek kadar adam olmuştum ve halen kendi ayaklarım üstünde stabil duracak parayı kazanamıyordum. Devamlı, hâlâ ailemin sponsorluğunda ilerliyordu bu iş ve artık bir de sinema filmi yapacaksam bir de ona yatırım gerekiyor. Olmadığı takdirde artık koca, eşek kadar, çocuğu olan adam, hâlâ ailesinden para almak zorunda olan adam…

 

Yani mesela benim için tutku diyorsun ya tutku değil, korku bendeki. O korku öyle bir geldi ki ben tamamen alan değiştirdim. O anda önümde senaryo yazarken o panikle, “Bu iş olmazsa ben ne yaparım?” paniği ile bir akşam, şey yaptım yani, orada bir ürün uydurdum kendime. Çünkü bilgi ve tecrübemle… Çünkü kısa film okulu düzenliyordum ben. Kısa film okulu düzenlerken oradaki gençlere yardımcı olmak için, onlar çünkü sinematik görüntü almayı falan öğrenmeye çalışıyorlar, onlara birtakım yeni çıkmış ürünler var, onları anlatıyorum. Diyorum ki: “Bakın bu cihazları alın, takın. Çok ucuz. Hatta kendiniz bile yapabilirsiniz bu cihazları.” falan deyip öğrencilere anlatıyordum. Hatta kendilerinin nasıl yapacaklarıyla alakalı kaynakları falan indirip onlara gösteriyordum. Hatta illa yapmak isterlerse onları Ankara’da belli atölyelerdeki ustalarla tanıştırıyordum. Ben güya öğrencilere bir çıkış yolu ararken kendi kendime de aslında o ürünü benim de yapabileceğim “Aslında bunu ben de yaparım ya.” moduna da geldim. O yüzden sinemada tam böyle bir film yapacağım riskini de gördükten sonra birdenbire zihnimden dedim ki: “Ben bu ürünü yapayım en iyisi.”

 

Niye bu kadar anlattım? Çünkü şirket aslında buradan başlıyor. Bu ürünü yapmaya çalıştıktan sonra tabii ki aylar geçti ve en sonunda ortaya bir ürün çıkarttım. Ama nasıl bir üründü biliyor musun? Her bir satışta mutlu olduğum kadar mutsuz olduğum bir duruma geçtim. Satışta tabii mutlu oluyorum çünkü para kazanıyorum. Ama her bir satış, oturup benim dört saat montaj yapmamı gerektiriyordu. Günde üç tane sattığımız günler ben ağlıyordum. Geceden sabaha montaj yapıyordum. O anda neyi öğrendim? Aslında olay ürün yapmak değil, ürünü yapan sistemi yapmakmış. Eğer ürünü yapan sistemin yoksa ürün zaten kendin oluyorsun. Aslında çalışmak denen şey, başarın aynı anda seni gitgide işe tutsak alıyor. O yüzden senin yakayı da kurtarabilecek manevralara ihtiyacın var.

 

Ondan sonra ben sistem kuruculuk kafasına ciddiyetle geldim. O uçtan başladı sistem kuruculuk. Önce ürünümü müşteri için iyi değil, benim için de iyi hale getirmeye çalıştım. Daha kolay montajlanan, daha verimli… Ondan sonra ona rağmen, tabii satış da arttıktan sonra benim görev dağılımında sistemlerimi geliştirmem gerekti, zaman yönetiminde sistemlerimi geliştirmem gerekti. Sistemcilik ilerledikçe daha sonra çalışma arkadaşlarımla bir araya gelmeye başladım ve ondan sonra orada sistemler kurmaya başladık. Bir süre sonra ne oldu? Artık belli sistemler var, artık şirkette onlarca kişiyiz. Ben de açıkçası günde 8 saat çalışıyorum. Şirket ona rağmen büyümeye devam edebiliyor. Daha da mı büyümek gerekiyor? Teknoloji yatırımı yapıyoruz. Daha da mı büyümek gerekiyor? Personel yatırımı yapıyoruz. Böylece ben işimde 8 saatten fazla çalışmadan iş yapabiliyorum. Her türlü şey çözülmüş oldu. Neyi anlatıyorum şu anda? Klasik bütün şirketlerin yaptığı şeyi anlatıyorum.

 

Ama bir yandan da yani şu konu ortaya çıktı: Bir şey vardır ya, okuyorsunuz “Başarılı insanların başarıları aynı anda onların lanetleridir.” Şöyle söyleyeyim: Sahip olduğunuz bir özellik, başınıza gelen en güzel şeylerin de, başınıza gelen en kötü şeylerin de sebebidir aynı anda. Hani “Süper kahramanların süper güçleri onların aslında lanetleridir.” diye bir şey var ya. Bu kafama takıldı. Çünkü diyorum ki “Güzel, iyi gidiyoruz. Daha da gelişeceğiz.” falan filan. İşte, dünyada örnek verilen şeyler var, girişimciler var. Zaten 2010’lu yılların başları falan Steve Jobs yeni ölmüş, herkes Steve Jobs metaforlarıyla konuşuyor falan filan. Bize de zaten  sektör olarak “Sinema sektörünün Apple’ı.” falan diyorlar. Dolayısıyla ısrarlı bir Steve Jobs çağrışımı var. “Ama” diyorum “Steve Jobs, bu adam bayağı çok kötü.” Ne ailesi ile güzel bir pikniğe gidebildi adam, ne güzel bir gün yüzü görebildi ve devamlı hayatının son anına, hastalığın sonuna kadar işine tutsak, işinden asla kurtulamaz, böyle bir şeydi. Başka şeylere bakıyorsun. Bir gün benim ilk para kazandığım işimi yaparken ilk müşterim -tabii ben çok çocuğum, kamera ile tanıtım filmi çekmeye çalışıyorum- Sezar Aygen, mimar. Kendisi mimarî projesinin tanıtım filmini çektiriyordu. Kendisini hatırladım şimdi. Umarım sağlıklı, her şeyi, keyfi yerindedir. Sezar Bey bana dedi ki -çocuğum doğacak, ben de panikteyim, para kazanmaya falan çalışıyorum- “En büyük pişmanlığım: Çocuklar çok hızlı büyüyor, sen onları kaçırma.” dedi. “Sen onların büyüdüğünü kaçırma.” Gerçekten de görüyorsun hayatın ilerisindeki insanlar geri dönüp sıklıkla bundan bahsediyorlar. O zaman diyorsun ki: “Ya tamam şirketi kurduğum, günde sekiz saate çevirdiğim bu sistem var ya benim günde sıfır saate çekmem lazım bu işi.” Benim günde sıfır saate…  O zaman bu iş nasıl olacak? Benim bundan çıkmam lazım. Ondan sonra ne görüyorsun biliyor musun? Şöyle atasözleri, şöyle özdeyişler var: “İşinin başından ayrılmayacaksın.”, “Patron dediğin işinin başında olur.” O zaman… Yani ben işimin başından ayrılmak zorundayım ama. İşinin başından ayrılırsan orası şeye döner yani, sirke döner. Dağılır gider.

 

Gerçekten de arayış bana çok daha farklı bir yönetimsel yapıya ihtiyacımız olduğunu fark ettirdi. Şunu düşündüm: Neden ben gittiğim zaman insanlar orayı benim kadar özenli, benim kadar dikkatli yönetemesinler? Eğer orası bana ait olursa, “El elin eşeğini türkü çağırarak” ararmış. Hakikaten öyle oluyor yani. Başkasına ait bir şeye insan kendi malı muamelesi yapamaz. Kendisininki gibi koruyamaz. O zaman tek bir çare kalıyor: Orası onların da malı olmak zorunda. O zaman problem çözülüyor.  Onların malı da olmak zorunda yani ben paylaşmayı öğrenmek zorundayım. “Bu şirket benim değildir, bu şirket hepimizindir.” Şimdi o laf çok klasik bir laf, herkes der. “Arkadaşlar bu şirket hepimizin şirketi!” falan…  Ben ondan bahsetmiyorum, hakikaten hepimizin olmasından bahsediyorum. Bu da büyük bir, bize öğretilenin zıttı bir şey. Yani “Sana ait olan şeyi niye veriyorsun?” falan. Vermezsen sana ait olan şeyi, o şey de sana özgürlüğünü vermiyor. “Benim olacak.”” dediğin zaman; ona sen sahip olmuyorsun, aynı zamanda o da sana sahip oluyor. “Çıkmak istiyorum.” dediğin zaman, o zaman şirket de dedi ki: “Beni bırak, ben de seni bırakayım.” Tamam ben de bırakıyorum yani, herkesindir bu şirket. Herkesindir.

 

Nasıl peki herkesindir? “O arkadaşın ne kadarı, bu arkadaşın ne kadarı?”, “Nasıl paylaştıracağız?” falan filan.  Şimdi ben pay ettim diyelim, çıktım, içeride birtakım olaylar olacak. O payların değişmesi gerekecek. Bu sefer kim pay edecek? Birine mi bırakacağım şirketi? Öyle de olmaz. Birine bırakıyorsan, aslında, o kime bırakacak, o kime bırakacak? Ya bir yerde hata yaparsa? Zincir bir yerde kırılırsa? Zincirin kırılmayacağı; döndükten, şirketten gittikten sonra olabilecek en mantıklı kararları vermeye devam edeceği en iyi sistemle bırakmak gerekiyor. Orada o zaman şunu görüyorsun: Gerçekten bir demokratik yapı kurmak gerekiyor. Gerçekten de hiçbir kişinin şirketin sahibi olamadığı bir yapı kurmak gerekiyor. O zaman içerde bütün toplam zekanın en iyi şekilde devrede olduğu bir yapı mümkün oluyor.

 

Bunu inşa etmeye başladık. Şirkette önce, dediğim gibi, bir yetki meclisi tanımını oturttuk. Yönetmelik tanımını oturttuk. “Yönetmelik esas patrondur.” dedik. Yani hukukun üstünlüğü kavramını şirkete getirmeye çalıştık. Benim dediklerim olmayacak, senin dediklerin olmayacak; yönetmeliğin dedikleri olacak. Yönetmelik… “Yönetmeliği yetki meclisi yazar, düzenler, değiştirir.” falan dedik. Bayağı bir ülkedeki demokratik işletim sistemini şirketin içine aşama aşama getirmeye başladık. Tam bir şeffaflık, hiçbir kimsenin üstün olamaması, yöneticilerin bir grup tarafından seçilmesi, dolayısıyla patronların var olamadığı, sadece liderlerin var olabildiği bir yapı kurduk. Bayağı da kendi yazılımımızı geliştirdik, kendi işletim sistemimizi kurduk. Oylama sistemleri işte falan, hepsi çalışır hale geldi. Uzunca bir süre kullandık. Onu da güzel oturttuktan sonra ben zaten 3-4 ay önce dedim “Ben çıkıyorum.” Daha doğrusu “Ben çıkıyorum.” demedik. Benim de çıkmamı, benden sonra diğer arkadaşlarımın da çıkmasını sağlayacak zaten yönetmelik düzenlemeleri yaptık. Şirkette insanlar ömürlerince oyalanmasınlar, ben nasıl kendimi çıkartmak için bir strateji kurdum ve geri kalanları şirkete bıraktım, onlar da aynı şekilde geri kalanları bıraksınlar, onlar da çıksınlar.

 

Bizim şirketin insanların yani ömrü billah içinde yaşlanmak üzere girmedikleri, emekliye ayrılmak üzere makul süre içinde, daha hayatta, gençken böyle altmışlı yaşlara gelmeden daha belki kırklı yaşlarının başında bile olabilir, emekliye ayrılmalarına imkan kalan bir sistemi olsun dedik. Ondan sonra belli bir müddet verdik. O müddet benim için zaten dolmuş olduğu için ben de çıktım birkaç ay önce. İçerde diğer arkadaşlarım da şimdi yıllarını tamamladıktan sonra benim gibi emekliye ayrılacaklar. Burada, tabii diğer şirketlerde kimse emekliye ayrılmak istemez. Çünkü emekli olmak aslında kötü bir şey, yani emeklilik maaşı falan kimsenin istediği bir şey değil. Burada o yüzden, o anlamda bir şey söylemiyorum, yani bizim yapmaya çalıştığımız şey bayağı aslında daha iyi kazançlara ulaşmalarını sağlayacak şekilde bir sistem kurmak ve dediğim gibi şu anda bu sistemimiz halen genç, çok körpe yani. Şu ana kadar biz çok istifade ettik ve güzel çalıştığına inanıyorum. Sonuçlar daha da üretecektir önümüzdeki yıllar içerisinde. Ondan sonra zaten ben şuna inanıyorum; biz rahatlıkla şunu diyebileceğiz geri kalan herkese, bütün gençlere, bütün diğer şirketlere: “Bu modele geçin bu sisteme geçin.” diyecek noktaya geleceğiz. Biz bu sistemin başarılı olduğunu tespit ettikten sonra zaten bunun böyle bir çorap söküğü gibi arka arkaya, pek çok şirketin bu yapıya geçeceğine ve yeni kurulanların böyle başlayacağına gerçekten inanıyorum. Ama yıllarca beklemek istemeyenler de olabilir. Daha bugünden “Biz bunu denemek istiyoruz, yeterince dinledik ve güvendik. Biz de çalıştırabiliriz bunu.” diyenler olabilir. Biz o yüzden kendi şirket yönetim sistemimizi, işletim sistemimizi herkesin kullanabileceği bir portala da çevirdik: decidehub.com eylül ayında, Eylül 2019’da ikinci versiyonu yayına girecek. Bu video hangi tarihte izleniyor tabii bilmiyorum ama ikinci versiyonu 2019’da yayına girecek, oradan artık kendi şirketinizde yönetmelik yazabilirsiniz hep beraber, bir meclis oluşturabilirsiniz, yönetici seçebilirsiniz, aranızda maddi bir paylaşım yapacaksanız onu yapabilirsiniz. Bu gibi en temel şeyleri grup olarak çözmenizi sağlayacak güzel bir yazılım, gizli oylama sistemi. Pek çok başka detay da var zaten, burada hani detaya girip sıkmayayım. Ama yani dediğim gibi her şey nereden başladı? “Olay bir ürün yapmak değil, ürünü yapan sistem yapmak.”tan başladı ve şimdi artık bugün herkesi emekli eden, herkesi refah seviyesi yüksek noktaya ulaştırmaya çalışan diğerlerinin de kullanabileceği işletim sistemine dönüştü.