Sanatın kısa bir tarihsel serancâmı ile eskilerden neyin kaldığını hatırlatan ve içinde bulunduğumuz yapaylık gemisinin ne tür tehlikeli denizlere yelken açtığına dikkat çeken bir yazı.


 

Sanat, her döneminde insan zihninin kılavuzluğuna ihtiyaç duymuştur. Günümüzde ise bu kılavuzluğu yapay zekâ üstlenmeye başlamıştır. Buradan çıkacak sonuç ise, kaçınılmaz bir şekilde yapay bir sanatın temellerinin oluşmasıdır. Öyle ki, sanatçısı olmayan eserler kör, eserleri olamayan sanatçılar ise boş kalacaktır.

 

Sanat edimi, yüzyıllardır süregelen bedensel ve tinsel bir aktivitedir. Antik Yunan’da buna rastlamak mümkündü ve o dönemde filozoflar, ‘sanat nedir’ sorusuna cevap ararken aynı zamanda sanatın amacını da irdelemişlerdir. Bu nedenle sanat ve zanaat alanında Techne kavramını kullandılar fakat bu kavramın alanı daha çok pratik zanaat alanıydı. Techne terimi; sadece müzik, şiir, resim gibi güzel sanatları değil; aynı zamanda marangozluk, ayakkabıcılık, tıp, at terbiyeciliği gibi pratik zanaatları da içermekte ve insan iradesinin dış dünyaya hükmetme yöntemlerinin tamamı anlamına gelmektedir. (Durhan, 2020: 1981)

 

Aristoteles, sanatın rolünün mimesis (doğayı taklit etme) olduğunu öne sürmüştür: Sanatçı, doğadaki varlıkları ideal bir biçimde tasarlar ve sanatını taklit yoluyla ortaya koyar. Sofokles ve Eshilos gibi trajedi yazarlarının amacı ise, mimesisten ziyade katarsistir yani ruhsal arınmadır. Tragedyaların sonunda seyirci ağlama noktasına gelerek korku ve arzu gibi duygularından ruhunu arındırırdı. Sanatın anlamlandırılmaya çalışıldığı bu dönemde anlam arayışları çeşitlilik göstermiştir. Sanatçılar her ne kadar bedensel edinimlerde bulunmuş olsalar da amaçladıkları çoğunlukla tinsellik olmuştur.

 

Orta Çağ’a geldiğimizde sanatın, kilisenin amacı için kullanılan bir araç hâline geldiğini görmekteyiz. Antik Yunan’da tercih edilen üç boyutlu mimarînin ve heykelin yerini Orta Çağ’da daha çok iki boyutlu resimlerin aldığını görürüz. Bu bağlamda sanatın merkezine güzel kavramı yerleştirilmiştir ve sanat, kilise için güzel olanı ortaya koyma çabası olmuştur. Michelangelo’nun, Sistina Şapeli tavanında yer alan Âdemin Yaratılışı freski ve Leonardo da Vinci’nin, Santa Maria Della Grazie Manastırı’nın yemekhanesinde bulunan Son Akşam Yemeği freski bu çabanın örneklerinden yalnızca birkaçıdır.

 

Orta Çağ’da bütün eserler kilisenin onay verdiği kadarıyla icra edilirdi. Kilise baskısı sanat alanında çeşitliliği önlemiş, aynı zamanda daha çok kutsal öğeler konu edinip işlenmesine olanak sağlamıştır. Bu dönemde sanat, inanç nesnesi hâline gelmiş ve özgürce tinsel üretimde bulunamayan sanatçılar sınırlı konularda ürün ortaya koymuşlardır.

 

Rönesans dönemiyle birlikte sanat, tutsak olduğu dinî konulardan sıyrılmaya başlamıştır. Öyle ki sanat, tekrar felsefenin konusu hâline gelmiştir. Immanuel Kant, Friedrich Hegel ve Arthur Schopenhauer gibi filozoflar sanat ve sanatçı hakkında felsefi düşünceler ortaya koymuşlardır. Kant, sanatı akıl ve ahlâktan bağımsız kendinde şey olarak tanımlar: Sanat, dilini ve bilgisini kendinde taşıdığından dolayı farklı konuların diline ve bilgisine ihtiyaç duymaz. Böylelikle sanatı özgür bir edim alanı olarak görürler. Bu düşünceye paralel olarak yine Schopenhauer da sanatçıyı bir deha olarak tanımlar. Sanatçının dehalığı onun icra ettiği sanat esnasında bütün nedenselliğin dışına çıkabilmesinden ötürüdür. Bu nedensellik, sanat anında dünyevi şeylere olan bağının tamamen kopması demektir. Sanatçı ancak o zaman sanata değer ürünler ortaya koyabilirdi.

 

Hegel ise sanatın işlevsel-pragmatik bir yönünün olmadığını savunmuştur. Sanat yaklaşımına kendi felsefesinin temel kavramları ile açıklık getirmeye çalışmıştır. Sözgelimi bu kavramlar bilinç ve özbilinç’tir. Varlıklar dünyasında bilinç, kendisi gibi başka bir bilinç ile karşılaşır ise kendi varlığını tanır ve idrak eder, böylece özbilince ulaşır. Sanatçı için özbilince ulaşmanın yolu, ortaya koyduğu eserdir. Bu bağlamda sanat eseri bilinç durumunda olup, sanatçı bilinç durumundayken karşılaştığı bu bilinç sahibi eser sayesinde özbilince ulaşır. Böylece Hegel için sanat, sanatçının kendi özbilincini bulmanın yoludur diyebiliriz.

 

XX. yüzyıla gelindiğinde, sanat daha çok zihnin rehberliğinde eser üretmeye başlamıştır. Öyle ki bu dönemde çeşitli sanat akımları ortaya çıkmakla birlikte aynı branşta özgün sanatsal çalışmaları da görmekteyiz. Bunun en iyi örnekleri ise Kübizm, Sürrealizm ve Dadaizm’dir.

 

Kübizm akımının temsilcisi olan Pablo Picasso, eserlerini daha çok soyut ve tamamen zihnin ürünü olan geometrik şekiller üzerine inşa etmiştir. Bu da bize XX. yüzyıla gelindiğinde Antik Yunan’ın taklitçiliğinin yani mimesisin yerini, zihnin bağımsız üretimine bıraktığını göstermektedir. Aynı şekilde Salvador Dali, sürrealist çalışmalar ile kendine özgü eserler ortaya koyup sanata farklı bir soluk getirmiştir. Salvador Dali, bu çalışmalarında bilinçaltına yönelmiş ve nesneleri gerçek dünyadan sıyırıp kendi düşsel dünyasına taşımıştır. Sanatın her döneminde sürmekte olan anlam arayışı, sanat eserinin değerini ortaya koymaya devam etmiştir. XX. yüzyılda da kitlelerin sanatı içselleştirmelerinin nedeni, sanat akımlarının onlarda yaratmış olduğu anlamlar idi.

 

Peki, günümüz sanatında bizler ne arayışındayız? Michelangelo’nun Davut heykelini yapabilmek için insan anatomisine hâkim olmasını mı savunacağız yoksa üç boyutlu (3D) yazıcıların kusursuz heykel üretmesini mi? Üretim kavramını kullanmamın temel nedeni, sanatın bir meta hâline getirilmesinden kaynaklıdır. Sanatçı sanatı icra eder, yapay zekâ ise sanatı üretir. Bu bağlamda karşımıza değerler sorunu çıkmaktadır. Davut heykelini ele alalım: Orijinal Davut heykelini üç boyutlu bir yazıcıdan kusursuz bir kopyasını çıkarıp kitleler önüne sunduğumuzda hangisinin değer nesnesi olduğunu nasıl belirleyeceğiz? Değerlendirme ölçütü ne olacak? Sanat eserini anlamlı kılan tabi ki onu ortaya çıkaran sanatçının çabasıdır.

 

Aynı durum diğer yapay zeka programları olan NFT [1] ve DeepFake [2] için de geçerlidir. NFT sadece sanat eserlerinde değil, spor ve müzik alanlarında da etkisini göstermektedir. Dijital ortamda metalaştırılan eserler kitleler için nasıl bir değere sahip olacaktır? Bir nesneyi değerli kılan ona atfettiğimiz değerde saklı değil midir? Öyleyse bu değer atfını neye göre yapacağız?

 

‘‘NFT bana ait ise değerlidir, bana ait değil ise değer nesnesi olarak kabul görmüyorum’’ mu diyeceğiz? Bu sorunsala Leonardo da Vinci’nin eserlerini değerlendirirken pek rastlamayız. Bunun nedeni bir şeyin varlığa gelmesine vesile olan kişide (causa efficiens) saklıdır. Yapay zekânın hayatımıza girmesiyle birlikte sanatın tarihteki misyonunu üzülerek tamamladığını görmekteyiz.

 

Nitekim sinema da bundan nasibini almıştır. DeepFake ile popüler kültürün simaları olan birçok aktörün artık elini bile kıpırdatmadan sinemalarda oynayacağı gerçeği ile karşı karşıyayız. Söz gelimi Morgan Freeman yapay zekâ sayesinde ölümünden yıllar sonra bile sinemada oyunculuk yapabilecektir. Peki, bu durum Hollywood’un aktör fabrikasında bekleyen yeni nesil oyuncalara bir darbe değil midir? Diyelim ki M. Freeman, yapay zekâ teknolojisi ile ölümünden yıllar sonra bir filmde başarılı bir oyunculuk sergiledi. Bu durumda hangi ödüllere layık gösterilecek, En İyi DeepFake Oyunculuğu Oscar’ına mı? Sanırım bu durumda ödülü de bilgisayar programcısına verseler haksızlık olmayacaktır.

 

Öyle görünüyor ki sanata kendisi için özel alan açmazsak, sonu kaçınılmaz bir bitkisel hayat olacaktır. Bu yüzden teknolojiyi dozunda kullanırsak sağlıklı bir sanat elde ederiz fakat dozunu kaçırırsak…

 

cihan dağbakan

 

Dipnotlar

[1] Nitelikli Fikri Tapu ya da İngilizcedeki popüler ismiyle non-fungible token (kısaca NFT), dijital bir varlığın benzersiz olduğunu ve bu nedenle birbirinin yerine geçemeyeceğini onaylayan, blok zinciri adı verilen bir dijital defterde depolanan veri birimidir.

[2] Deepfake, mevcut bir görüntü veya videoda yer alan bir kişinin, yapay sinir ağları kullanarak bir başka kişinin görüntüsü ile değiştirildiği bir medya türüdür.

 

1. Durhan, G. (2020). Aristoteles’te tekhne olarak sanatın epistemik değeri. Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, 9(3), 1980-1989. 

Robert Gods — Bryn G Jones