Aşkının rengini arayan Kırmızı’nın tragedyası, tüm renklerin kaybolduğu siyah bir perdeyle kapanıyor.


 

Kırmızı bu sefer bir tiyatro oyunundaydı. Tiyatro ilk defa tüm insanlığı kendisine çekebilmişti. İnsan böyleydi işte! Kendisine ışık ve aydınlık katan her şeyden, her zaman kaçardı. Oysa bu sefer, zaman dilimi tersine dönmüş gibi duruyordu. İnsanlar aynaya bakabiliyor ve kendilerini izleyebiliyordu. Kırmızı’nın gittiği tiyatro sahnesinde martılar uçuşuyordu. Bir nefes aldı ve şöyle söyledi: Martılar, özgürlüğün sembolüdür. Böylelikle ön sıralarda oturan F Tipililer’in, oyun bitiminde oyunu ayakta alkışlayacakları çoktan belli olmuştu. Tiyatro oyununda karakterlerden bir tanesi aşkı, diğeri korkuyu ve son olanı da sadakati temsil ediyordu. Oyun bu üçleme içerisinde, aşkın hangi durağı tercih edeceği sorusu üzerine kurulmuştu. İzleyenlere göreyse bu oyunun finali çoktan belliydi. İzleyicileriyse hâlâ izlemeye devam ediyorlardı. Çünkü kaderine mahkûm bir başrol oyuncusu, oynadığı filmi tekrar başa almaya bayılırdı. Her zaman bildiği sonu, tekrar oynamaktan zevk alırdı. İnsan da böyleydi! Sonunu bildiği yolu tekrar tercih eder ve tekrar aynı hüzne sarılırdı. Bu sefer aşk, hem izleyenleri hem de evreni şaşırttı. Çünkü bu aşk tehlikeli ve insani değildi. Tehlikeli aşklar korkuyu; insanî aşklar ise sadakati tercih eder. Bu perdenin aşkı ise özgürlüğü tercih etti. Özgürlüğü tercih eden aşklar ve âşıklar ancak uzak diyarlarda var olabilirlerdi. Kırmızı da aşkını, Halil Cibran şiirlerinin yazıldığı okyanus sahillerinde bırakmıştı. Oysa o sahillere martılar asla gelmiyordu. Kırmızı izlediği tiyatro eserinde yine yapayalnız ve kimsesizdi. Gözünü sahnede açtığında izleyenlere bakıyor ve korkulu bakışlarla aşkını, izleyenler arasında bulmaya çalışıyordu. İşte bu eserin, en can alıcı noktası bu idi! Bu tiyatro eserinin aşkını Kırmızı temsil ediyordu. Kırmızı, aşkın korkusuz ve sadakatsiz hâli. Kırmızı, seyircinin meraklı bakışları hâlinde, bir şiir okumaya başladı:

 

Ellerim kırmızı, dokunamıyorum renklere,
Küçük harflerle seni yazıyorum,
Okuyamayıp unutabilmek için.
Dokunamadığım kadına sadece yazabiliyorum,
Aradığım kırmızılığa başka bir renk katamıyorum.

Siren sesleri geçiyor, bu şehirde
Saçlarım ellerime dökülüyor,
Bu kaçıncı âşık oluş?
Bu kaçıncı sevdanın hastalık hâli?
Sen mi veda ediyorsun bu şehre,
Ben mi terk ediyorum bizi

Gökyüzü kırmızı, bakamıyorum renklere
Küçük lekelerle çiziyorum seni,
Göremeyip unutabilmek için.
Getiremediğim kadını sadece resmedebiliyorum,
Kaçamadığım şehirlere, başka ayrılıklar ekliyorum.

Üşüyorum ağır ağır,
Tenime dokunuyor birileri yavaş yavaş,
Hatırlayamıyorum sen misin, bir başkası mı?
Kırmızıyı arıyorum bu şiir dolu odada,
Bir rüzgâr esiyor,
Ve bütün renkler dağılıyor
Kırmızı’nın Şiiri – II – Kaan

 

Şiiri okuması üzerine seyirciler arasından bir kadın aniden ayağa kalktı. Kırmızı’ya baktı ve boynundaki fuları sessizce oturduğu sandalyeye bırakarak sessizce salonu terk etti. Kırmızı bu anı saniye saniye izledi. Lakin felçli bir hastanın son günü kadar umutsuz ve hiçsizdi. Hareket edemedi. Seyirciler onu alkışlarken birden sahneden atladı. Seyircilerin arasında kadının sandalyesini aramaya çalıştı. Fakat ne sandalyeden ne de fulardan eser kalmıştı. Çünkü artık o fular, imkânsızlıkların olduğu zaman dilimine yolculuk yapmıştı. İmkânsızlığı seven birey, her zaman ulaşamadığına bağımlıydı. Bağımlılık ne aşk ile ne de tüm metaforlar ile açıklanabilirdi. Kırmızı da bağımlılar arasındaydı. Çünkü o, aşkına ve şiirlerine bağımlıydı. Aşkı, kadınını; şiirleri ise uzak diyarları temsil ediyordu. Eve döndüğünde artık saatler gece yarısını geçmişti. O gece elleri boş dönmesinin verdiği hüzün, onu kırmızı şarabına bağımlı etti. Kırmızı, şarabın esrarengiz sarhoş ediciliği karşısında, aynada kendine bakan bedenine bir bakış attı. Kırmızı hayatında ilk defa kendisine bakıyordu. Ellerini, göz rengini ve tüm bedenini ilk defa görüyordu. İçini sebepsiz bir korku sardı. İnsan kendisine bakmaktan her zaman tedirgin olurdu. İnsan, kendisine ayna tutanlara karşı da tedirgin olurdu. Ayna, bilgi demekti. Ayna, şeffaf bir doğruluk penceresiydi. Çünkü çıplaklık içerirdi. Çıplaklık içeren her şey amansız bir kaçış yaratırdı. Kırmızı, bürünmüş olduğu bu korku hâline alışamadı ve aynaya elindeki şarap şişesini fırlattı. Başını kaldırdığında, ayna cam parçaları hâline dönüşmüştü. Artık aynadan eser kalmamıştı. Ve dedi: ‘Tüm gerçeklik bu aynadır.’ Kendimize ışık ve ayna tutan tüm insanlara, yüzyıllardır zarar verdik. Onları parçaladık, onları mahrum bıraktık ve onları kırdık. Kırmızı aynaya dikkat kesildi. Aynadan kırmızı renkte kanlar akıyordu. Oysa ellerine baktığında hiç kan yoktu. Kırmızı sonunda, bir bedene ait olmayan maddeden kan akıttı. Kırık cam parçalarına dikkat kesildiği anda bir gariplik fark etti. Bir süre kırık cam parçalarını hayalinde birleştirdi. Hayalinde oluşturduğu portrede O’nu gördü. Kırmızı, yüzyıllardır yürüdüğü çöllerde, sahabeler arasında ve okyanus kenarlarında bulabildiği O’nu, sonunda tekrardan görebilmişti. Kırmızı, tiyatro salonunda kaybettiği aşkını, kırık cam parçalarında buldu. Çünkü, Kırmızı’nın âşık olduğu kadının adı, O idi. Ne garipti! Evrende tek harfli bir insan… Bu insan bir kadın. Bu kadın, Kırmızı’nın aşkıydı. Endişe ve korkuyla ağlamaya başladı. Çünkü aynadan akan kanlar aşkına aitti. Bir hayal miydi yoksa bir gerçek mi? Sevdiği kadını yıllardır ararken, kendi elleriyle öldürmüş olabilir miydi? Her soru, bir doğruluk payı içerirdi. Çünkü bu evrende okuduğu bir alıntıya göre, ‘Seni Seven Senin Kurbanındır!’ yazıyordu. Bu alıntıyı okuduğundan itibaren altmış dokuz yıl ve yirmi sekiz gün geçmişti. Gazete haberlerinin, üçüncü sayfa haberlerini artık okumuyordu. Ama değişen tek şey biliyordu. O da değişmeyenin aynı kalmasıydı. Zaman sadece bir faktöriyelden ibaretti.

* * *

Gözlerini açtığında kanlar içerisinde yatıyordu. Kırık cam parçalarından aşkının portresini yapmaya çalışmış ve ellerini paramparça etmişti. Kırık cam parçaları artık sevdiğine kavuşamamış hâlinin portrelenmiş hâliydi. Kırmızı artık parçalıydı. Odasının camına bir parıltı düştü. Camdan dışarı baktığında gökyüzünün de parçalı bulutlu olduğunu gördü. Gökyüzü kıpkırmızıydı. Bu kırmızılık arasından aşkı ona göz kırptı. Aşkı, ona şu sözleri söyledi: ‘Sevgilim, ilk günkü kadar sevdiğini biliyorum. Ama kavuşmamız bir asrın sınava tabi tutulması, bu dünyanın ait olduğu zaman diliminin, tersine dönmesiyle mümkün. Sevdiğim, ilk günden itibaren yazdığın şiirleri saklıyorum. Seni sevmiyorum zannetme! Kendimi sende tanıdım. Aşkı sende yaşadım. Her zaman o kalbindeyim. Sadece uzak diyarlardayım. Seni izliyorum. Aldığın nefeste ben de varım. Sen kırmızısın, ben herhangi bir renk. İşte bu, hepsi bu kadar! Sadece temas edemiyoruz birbirimize. Senin tüm bedenindeyim. Tüm mısralarında ve şiirinin içerisindeyim. Mürekkebinden seni izliyorum. Sen ve ben aşkın dokunamamış hâliyiz.’

Kırmızı, bu sözler üzerine ellerine baktı. Kan kaybediyordu. Ellerindeki kan ile şu dizeyi yazdı: ‘Gökyüzü aşkıma ait, şiirlerim kan kırmızısına’. Kırmızı, kendisini sokağa attığında, sessizlikle karşılaştı. Sokaklar bomboştu. Sanki tüm şehir yok olmuştu. Sanki tüm şehir, Kırmızı’yı terk etmişti. Kırmızı, kavuşamadığı Aşkı’nın tonu, yapayalnız şehirlerin terk edileniydi. Kırmızı, mezar taşlarının arasından geçti. Taşlarda yazan isimleri tek tek ezberledi. Artık doktora gitmesi gerektiğini hatırladı. Doktoru ancak gittiği mezarlarda hatırlıyordu. Doktorun yolunu tuttuğunda daha akşam olmamıştı. Saatler 56.00’yı gösteriyordu. Doktoru gördüğünde: ‘Ne kadar yaşlanmışsın doktor’ dedi. Doktor ise ona: ‘Kırmızı, ömrün gittikçe azalıyor ve sen hâlâ şair olmakta ısrar ediyorsun. Şiir, bu evren için kısa, şairler ise bu evren için zamansız bir yolculuk. Oysa sen kan revan içindesin.’ Ve devam etti: ‘Kırmızı, ömrün gittikçe azalıyor. Belirsiz mezar taşlarını bulamadın hâlâ! Aşkına dokunamadın, annene sarılamadın. Kırmızı, harap ettin kendini. Kırmızı, gurbetin rengi, yalnızlığın sembolü oldun. Martıların dolaştığı boğaz suları kadar derin ve hırçınsın. Artık o boğazlara martılar inmiyor. Artık o mezar taşlarını kimse aramıyor. Kırmızı, artık sen karınca kararınca deli oldun. Dakikalar, saatler ve yıllar senin için durdu. Oysa sen hâlâ şiirini bırakmadın. Dervişler zalim, fahişeler alim oldu. Kırmızı, sen artık şiir oldun. Şairler ise birer Kırmızı oldu.’

Doktor bu sözler üzerine Kırmızı’ya morfin vererek, onu bayılttı. Ve şöyle ekledi: ‘Uyu Kırmızı, koyu karanlığa doğru uzan. Gökyüzünden seni izleyen aşkına doğru yol al. Uyu Kırmızı, kendine bir dünya resmet. Mutlu olabileceğin bir dünya.’