İçsel bir yolculuğa çıkmış, inişli çıkışlı seyreden bir düşünce treni metni.


 

Bir an geldi, varlığımın izini kaybettim. Sanki anne karnındayken göbek bağım kesilmişçesine çaresiz ve yapayalnız kaldım. İhtiyaçlarım karşılanmıyordu artık. Doyduğumu hissedemiyor, nefes aldığımın bile farkına varamıyordum. Gözlerim sanki optik yasalara uymaz olmuştu ve etrafımı tepetaklak görüyordum. Aynı zamanda elimi nereye atsam boşlukla karşılaşıyordum. İçi su dolu bir bardağın arkasında mı yaşamaya başlamıştım bir ânda yoksa gördüklerimin hepsi optik bir illüzyonla yer mi değiştiriyordu? Sanki uzun süre bağdaş kurmuşum gibi ayaklarım, yere basışımı bile hissettirmeyecek kadar uyuşmuş haldeydi ve artık zihnimle bulunduğum mekanı ayıramıyor, yaratamıyordum. Etrafımda neler var neler yok bunları bilmezken bir hayalet gibi hissetmeye başlamıştım. Biraz çabalasam duvarların ardına geçebilirdim belki fakat maddesel olarak bütünlüğüm vardı, bunu bir şekilde anlıyordum. Ancak varlığım yoktu işte. Varlık diyorum buna çünkü başka ne diyeceğimi bilemiyorum. Ruh mu deseydim? Veya yaşam mı demeliyim buna? Öz ve hatta töz mü demeliyim bilemiyorum. Aklıma ilk gelen kelime varlıktı, o yüzden onu kullandım.

 

Tüm bu deneyimlerim bir yana, hâlâ maddesel varlığımın oluşunu düşünüşüm nedense bir rahatlama vermiyordu bana. Bir manası kalmamış gibi geliyordu hissetmenin ve hatta yaşamamın. Varlığımın gidişiyle, yaşamım hâlâ benimle mi kalmış olmalıydı yoksa çoktan gitmiş mi olması gerekiyordu? Yoksa bir hiç mi olmuştum? Hiçbir şey mi olmuştum? Olabilir miydim hiçbir şey? Ya da olmayı ister miydim?

 

Kendi kendime soruyordum bu soruları öylesine ancak yine de bir anda düşününce cevaplamaktan alıkoyamadım kendi sorularımı. Hayır, hiçbir şey olamam. Bu bir tercih değil, olamam. İmkanı yok bunun diyorum. Çünkü hiçlik büsbütün bir kandırmaca. Hiçbir şey, hiçbir şey değildir. Eğer hiçbir şeyin hiçbir şey olduğunu savunuyorsak, tam o anda hiçbir şeyi olgulaştırmış, somutlaştırmış oluruz. Bir şey hâline gelmiş olur. Hiçbir şey zamana bağlı değildir. Bir mekana ait değildir, düşünülemez bile. Çünkü düşünüldüğü zaman onu yapısalcılığın gafletiyle beraber inşa etmiş oluruz. Böylelikle hiçbir şey yine hiçbir şey olamaz. Zihnimizin daraltıcı algısından münezzehtir. Her ne kadar kısıtlayarak, yozlaştırarak ve hatta yıkıma uğratarak onun hiçselliğini anlamaya çalışsak da. Çünkü anlam başlı başına bilgiyi arşivleyip belirli kalıplarda belirli şekillere girmesini sağlamak olduğu için, yine yarı yolda kalırız.

 

Ama tüm bunları düşünürken bir engel daha çıkıyor karşıma ben hiçbir şeyi mânâ ve anlam dışına ittikçe, içini boşaltmaya çalıştıkça bu sefer hiçlik benim söylediğim kalıplara ve biçimlere giriyordu. Anlam dışında olmaya çektikçe, bu sefer anlam dışında olmasını tarif ediyordu. Hiçlik kelimesini içerdiği hatalar yüzünden kullanmamaya kalkışmak da onu ‘kullanılmayanlar’ kısmına iteleyecekti. O yüzden bu konu hakkında düşünmeyi bıraktım, ben zaten bu konuyu açmayacaktım.

 

Yukarıda diyordum ya varlığımın izini kaybettim diye, nereye gitmiş olabileceğini düşünmeye başladım. Bir Peter Schlemihl değildim ki ben gölgemin kimde olduğunu bileyim ki hedefim belirli olsun. Ege sahilindeki bir verandaya kaçmış olabilir diye düşündüm varlığım, belki her yeri sarmaşıkla kaplı bir kemerde yürüyüşe çıkmıştır. Bir ağaç evinde veya sallanan bir koltukta huzurla oturmakta olabilir dedim. Acaba bilinçli bir şekilde mi kaçtı yoksa onu sadece düşürmüş olamaz mıyım diye de düşündüm. Varlık dediğin öyle cebe tıkıştırılan anahtarlık veya bozuk para değildi ki düşsün diyerek kendimi avutmaya çalıştım. Ama öbür sebep daha da korkutuyordu beni, kaçmış olabileceğini düşünmek ciddi bir hüzne kapılmama sebep oluyordu. Kendime nerede yanlış yapmıştım ki kendini bir mahkûm gibi zannedip ‘hapishanemden’ kaçmış olsun? Veya konuşarak halledemez miydik bu sıkıntıyı ki kaçması gerekmişti? Ya da kaçmasına sebep olan problem neyse, kendi kendime çözmemi mi bekliyor acaba geri dönmek için?

 

Bu sorgulamaları kendi kendime yüksek sesle tekrar tekrar yöneltirken; aynı zamanda verandalı, sarmaşıklı kemeri olan, sallanan bir sandalyesi ve ağaç evi olma ihtimali olan bildiğim evleri düşünmeye başlamıştım. Aslında her isteğimi karşılayan bir ev yoktu bildiğim. Ağaç evi, verandası ve sallanan sandalyesi olan bir ev biliyordum, dedemin eviydi bu. Her ne kadar Ege’de olmasa da çok güzel bir atmosferi vardı. Hedeflediğim eve doğru yola koyulacaktım ki içinde bulunduğum durumu unuttum. Tam göremeden ve vücudumun hareketlerini hissedemeden gitmeye çalıştığım için daha ilk adımımda sanırım bir ağaca çarpmıştım. Sonra çarptığım ağacın yanına oturup düşünmeye başladım nasıl bir yol izleyeceğim konusunda. Ne kadar düşünsem bir faydası yoktu, zarın altı köşesi de hiçbir sonuca çıkmıyordu.

 

Derken esen bir meltem, esintisiyle birlikte önüme bir kağıt parçasını nazikçe bıraktı. Sonrasında ise bıraktığı küçük kağıt parçasını okumaya başladı. Bu bir mektupmuş meğer, bana varlığım tarafından bırakılan. Benim onu, dolayısıyla kendi kendimi hapsetmem ona çok acı çektirmiş, kırmış ve üzmüş. Hayal kırıklığı yaşatmışım ona. Bu yüzden kendisine yeni bedenler aramaya gittiğini yazmış mektubunda. Mektubunu da bana iyi şanslar dileyerek bitirmiş. Bir an varlığımı kaybettikten sonra, varlığıma bir daha ulaşamayacak olmamın bilgisi beni resmen bir kara deliğe dönüştürdü. Kendi kendimi dışarıdan içeriye soğurmaya başladım, içim içimi yemeye başladı ve içimdeki artan sıkışıklık nedeniyle yükselen ateşi beni bir ânda bir kül yığınına dönüştürüverdi.

 

Daha sonrasında dedemin bir faraşla beni bir vazoya doldurduğunu gördüm. Beni vazoya doldurup verandası olan evin salonundaki büfenin ortasına koydu. Kapağı kapatılmış bir vazoda sadece kendi mahkûmiyetimi düşünebilecek derecede aciz bir duruma düşmüştüm işte. Olympos’a zincirlenen Prometheus’u düşündüm. Her gün ciğerim parçalanmıyordu ama içimdeki sıcaklık sanki beni yeniden kül ediyormuş gibi hissediyordum. Fakat bir gün geldi ki, vazomun hapsinden kurtulabildim. Beni kurtaran şey bir toptu. Ayarlanmamış bir hızla hareketlendirilmiş bir top, hızlıca vazoma çarpıp beni ferahlatmıştı. Bu kazanın müsebbibine baktığımda ise kendimi görmüştüm. Çocukluğumdu bu gördüğüm. Yüzündeki aptal ve muzip bakış bendim işte, masumiyetimdi. Sonra fark ettim ki yaşamın zıttı ölüm değildi, hiçlik değildi. Ölümün zıttı olan şey doğumdu, yaşam olamazdı asla. Çünkü yaşam sonsuzdu, varlık ebedi.


muharrem enes erdem

 

Sosyal medyada paylaşmak için görsel indir:

Dikey Yatay Kare