Hakikatin önemsizleşmesi siyaset bilimi ve pratiğini nasıl etkiledi?


 

Hakikatin önemsizleştirilmesi ve hakikat kavramını ben çok tartışmalı buluyorum.  Onu biraz parçalayıp Hilmi Yavuz’dan aktararak söyleyeyim çünkü ben zaman içerisinde sekülarizmde laiklik tartışmalarını yaparken onun tanımı; Batı, laiklik anlayışı içerisindeyken dedi ki: “Bir tane hakikat var. Bırakalım, kimisi hakikatle uğraşsın; biz doğruyu parçalamakla uğraşalım.” Doğal olarak aslında, Batı aydınlanması doğruyu parçalamak üzerine var.  Ama biz genellikle hakikatle doğruyu karıştırıyoruz. Ben bunu ilk tartışmaya başladığım zaman sınıfa girip “Doğru nedir?” diye soruyorum. Çünkü madem akademik anlamda biz bir tartışma yapıyoruz, hepimiz bir şeyler konuşacağız. Ardından iki nokta arasındaki en kısa çizgi tanımı dışında başka nasıl bir şekilde tanımlarsınız dediğimde aslında bunun, Avrupa Dönemi’nde Fransız İhtilali’yle birlikte başlayarak insanlığın temel sorusu olduğunu ifade etmeye çalışıyorum. Özellikle de şöyle tanımlamaya çalışıyorum; düşünün, Galileo diye birisi “Dünya dönüyor.”dediğinde ortalama bir Avrupalısınız ve o güne dek size söylenen doğru bir günde yanlış çıkıyor. Yani aslında, Avrupa’da insanların ilk isyan ettiği şey; yüzlerce yıldır bildikleri doğrunun bir günde yanlış çıkması hali. O zaman hatırlarsınız bugün hepimizin kullandığı bir söz var, “Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.” buna ‘Avrupa aydınlanması’ diyoruz.

    

Aydınlanma içerisinde Batı’nın yaptıkları; doğruları yüzünden yüzlerce sene birbirlerini öldürmek, yok etmek ve ulusçuluk tartışmalarıydı. Hangisine bakarsanız bakın, insanlık doğrularını inşa etmek üzere birbirini tahrip etmiştir. Bugün bilim ne yapıyor? Diye sorduğumuzda yanıtımız, doğruları parçalamakla uğraşıyor olacaktır. Yani, ben 2×2= 4 denklemiyle uğraşmıyorum; 4’ten başka ne elde edilebileceğini araştırıyorum. Bunu sosyal bilimlerde yöntem, araştırma yöntemleri gibi birtakım derslerle süslüyoruz, aslında Fransız İhtilali’ni bir ‘ fotoğraf karesi ‘ olarak düşündüğümüzde; sizi yöneten sınıfları ya da size yüzlerce sene doğruları söyleyenleri bir günde ortadan kaldırdınız. O zaman insanlık, bize doğruları kim söyleyecek? Sorusuyla karşılaşıyor. O günden bugüne aslında en doğru karara, uygulamaya veya en doğruya nasıl ulaşabilirim diye siyaset bilimi, siyaset felsefesi ve hatta insanlık da bunun üzerine kendisini inşa etmektedir. Siyaset bilimi, işletme veya istatistik derslerinde diyoruz ki, öyle bir yönetim mekanizması bulalım ki en doğruya ulaşsın ya da öyle bir karar verelim ki en doğru karar olsun. Bu derslerin kitabını açtığımızda, en doğruya yakın olasılıklar üzerine insanlığın araştırma yaptığını görürüz ve bunu yaparken de bazen doğruları kutsadığımızı hatta yönelttiğiniz sorudaki gibi hakikatle doğruyu karıştırır hale geldiğimizi de ifade edebilirim. Çoğu zaman doğruyu hakikat olarak algıladığımız andan itibaren, tıpkı feodal devirdeki alışkanlıklarımız gibi kendi hakikatlerimizi inşa edip onların içerisinde kendimizi mahkûm kılabiliriz. Oysa Batı’nın seküler dönem içerisinde algıladığı şey, ” Doğru kavramının ne olacağı” sorusuydu. O gün aslında insanların karar verdiği; hatırlarsınız Roma, Eski Yunan uygarlıklarını fark ediyorlar. Eski Yunan hukukunda çoğunluğun onayına doğru deniliyordu. ’Çoğunluk’ kutsal değil ki; peki, nasıl doğru kabul edeceğiz? Roma hukukuyla da bu düşüncenin adapte edilerek süslendiğini görüyoruz. Yani insanlık Fransız İhtilali’nden sonra doğrularını belli bir kalıpta ve standartta inşa etmeye başladı ve doğrunun değişebilirliği noktasında; kabaca şu anda çoğunluğun kabul ettiklerine doğru diyoruz ki bu da çok sıkıntılı bir düşünce, çoğunluk fikrini yarın değiştirebilir, bugün doğru dediklerimize yarın yanlış diyebiliriz. Doğrunun önemsizleşmesini; doğrunun değişebilirliği ve gelişmesi hususunda ele alıyorum çünkü bir tane hakikat var. Hakikate ulaşmayı tasavvuftan bakacak olursak da başka bir göz, başka bir düşünceyi gerektiriyor. Doğal olarak bizim dünyevi olarak tartıştığımız konu; doğrular ve bilimin de yapmaya çalıştığı doğruları tartışmak üzerinedir. Bunun siyaset bilimi pratiğine etkisiyse zaten çok net. Biz o noktadan itibaren Eski Yunan’da çoğunluğun doğru dediğine doğru diyeceğiz dedik ve değişebilirliği noktasında da gördük ki  -Nazi Almanyası döneminde çoğunluğun sapıtması sonucu, insanlığın kafasında ne yapabiliriz? Sorusu oluştu ve böylelikle -Anayasa Mahkemeleri, Milli Güvenlik Kurulları gibi birtakım oluşumların önünü açarak çoğunluğun dengelenmesi gibi bir sürü süreçler de siyaset biliminin ana temasını ve mecrasını oluşturdu. Yüzlerce sene bize söylenenleri doğru olarak kabul ettiğimiz ve değişmez olduğunu düşündüğümüz için- aslında Orta Çağ’la Yeni Çağ arasındaki fark; Orta Çağ’da rollerin, statülerin vb.lerinin değişmezliği esasken günümüzde, değişim esas ama ne hikmetse bugün ’değişim’ kavramını kriz olarak adlandırıyoruz. Bunu bizim feodal boyutumuz olarak da düşünebiliriz; doğruya, mutlak ve somut bir kavrammış gibi bakmak, modern yüzyılın bir bakış açısı değil. Ayrıca doğruyla hakikati karışır bir halde, ikisinin aynı şeymiş gibi tahayyül edip bu ikisi üzerinden hareket etmenin de birbirimizin doğrularını yargılar bir eylem içerisine soktuğunu söyleyebiliriz.

 

Karar vermek açısından baktığımızda, siyaset biliminin daha çok başında olduğu bir şey. Aslında, insanın karar vermeye başlamasının da henüz 300.yılında olmayan bir insandan konuşuyoruz. Yani yüzlerce sene yönetici sınıfı dediğimiz bir sınıf bizim adımıza karar vermiş, Fransız İhtilali sonrasındaysa halk egemenliği dediğimiz, kendi kendimizi yönetebileceğimiz, kendi verdiğimiz kararlara adapte olabileceğimiz bir sistemi konuşuyoruz, bu sisteme de siyaset bilimi diyoruz. Karar verme mekanizması olarak baktığımızda hala çok ilkel, gelişmeye açık olduğunu gözlemleyebiliriz. Ve daha da ilginç bir noktası; iletişim kavramını sınıfta tartışırken etkili bir iletişim için göz temasının önemini vurgularız. Ardından, “Egemenle göz göze gelmemizin daha 300.yılında bile değiliz. O yüzden göz teması kuramıyor olabilir miyiz? “Dediğimde bunun bir karşılıklı öğrenme süreci olduğunu da ifade ettiğimi söylemek isterim.  Başkaları hep bizim adımıza karar verirken aslında son iki yüz senedir kararları biz vermek durumunda ve verdiğimiz kararlara da uymak zorundayız. Bu kararların kutsal olmadığının farkında olduğumuz halde buna demokrasi diyoruz, oyun, oyunun kuralları diyoruz ve oyunun kurallarını da hep geliştirmeye çalışıyoruz. Göbeklitepe’yi bir veri olarak kabul ettiğimizde, 13 bin yıllık insanlık tarihi geçmişinin, son 200 yılını yeni dönem kurallarına göre oynadığımızdan; elimizin, kolumuzun, fikirlerimizin çarpışmasının ben daha çok yeni, zayıf olduğunu ve bu anlamda tutarlılığın da zayıf olduğunu düşünüyorum. Bu sorunun Türkiye’ye has bir sorun olmadığını Avrupa’nın da bir sorunu olduğunu rahatlıkla ifade edebilirim.

 

Mesela, fen bilimleriyle sosyal bilimleri mukayese etmeye çalıştığımızda, bazı öğrencilerin düşüncesi fen bilimlerinin sosyal bilimlerden daha mutlak, sosyal bilimlerinse daha  kaypak olduğu yönündedir. Ben onlara “Bugün tıpta yapılan müdahalelerin 20 sene sonra doğru olduğunu bana söyleyebilir misiniz? “dediğimde şaşkınlıkla gözüme bakıyorlar. O zaman diyorum ki, fen bilimleri de en az sosyal bilimler kadar soyut bir içeriğe sahiptir. Doğruya sadece bugünkü ulaşılan yöntemlerle ve çoğunlukça da kabul gören biçimin doğru olduğunu söylemekteyiz. Bu konuda erken dönem Ericc Fromm’dan Gramsci’ye, Althusser’e kadar bu tartışmaları  görürsünüz .Bertrand De Jouvenel’in  1945 yılında yazdığı “İktidarın Temelleri Arasında “ kitabında ilk şunu sorar? :”Biz Fransız İhtilali’ni neden yaptık? Bizim Fransız İhtilali’ni yaparken iki şeye itirazımız vardı; askere gitmemek ve vergi ödememek. Şimdi hepimiz askere gidiyoruz, vergi veriyoruz; hepimiz asker olduğumuz için de savaşlar genel olmaya başladı diyerek, I. ve II. Dünya Savaşları’nı örnek gösteriyor.” Fransız İhtilali sonrasında kurulan dünyayı eleştiriyor; bu dünyada herkes asker olduğundan artık alan savaşlarının olmadığından, her yerin savaş alanı olduğundan ve doğal olarak da herkesin askerleştiği bir dünyadan bahsediyor. I.Dünya Savaşı’ndan sonra 30 milyon ölü ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra da 40 milyon ölü aslında, bize bunu anlatmaya yetiyor. Bu yazara çok duygusalsın denildiğinde de; evet, öyleyim çünkü ben bu satırları yazarken Fransa, Paris Nazi Almanyası’nın işgali altındaydı diyor. Ve yaratılan yeni düzen kötü sonuçlar, savaşlar doğuruyor. Çünkü insan o kadar özgüven sahibi ki, madem biz bu dünyayı bir şekilde kurduk bunu yalan üzerine de kurabiliriz düşüncesi içerisinde olmaya başlıyor. Ya da benim söylediğim doğru olabilir ve ben buna inanıyorsam da doğrudur diyebiliyor. Bunu uluslararası ilişkide, realizm çerçevesi içinde de ele alabiliriz. Örneğin, Amerika diyor ki, Irak Cumhuriyeti ‘teröristtir’. Ve ben diyorsam ki siz de bütün dünya olarak bunu kabul edeceksiniz. Yani, doğru kavramı halkla ilişkiler, kamu yönetimi gibi bir kavram olmaya başladı. Aslında ‘doğruyu yönetebilmek’ dediğimiz bir kavramla da karşılaştık, dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’nin de bugün için yaşadığı sıkıntılar bunlar. Hegemonik güç olan kimseler; doğrunun kurallarını ben koyduğum sürece, bu doğruyu tanımlayabilirim ve tanımladığım bu doğruya da toplumları ikna ederek bu doğru üzerine inşa edebilirim düşüncesindeler. Yönelttiğiniz soruya dönersek; doğrunun önemsizleşmesi noktası bu birden olageldiğinde, insanlar herkesin kendi doğrusu var düşüncesiyle kendi doğrularına kapanabilir. Tezahürü malum; deprem afetinden sonra; deprem hocalarının kendi doğrularını söylemeye başlamaları, iktisat krizlerinden sonra her iktisat hocasının, farklı doğrulardan hareket etmeye başlamaları toplumun doğrular karşısında duyarsızlaşmasını ve kendi kaderci çözümüne doğru hızla hareket etmesini beraberinde getirmiş oldu. Böylelikle, yaklaşık olarak doğrunun önemsizleşmesi hakikatin de sarsılmasına neden oldu diyebiliriz.