Türkiye’de bir sinema geleneği var mıdır? Varsa nasıl bir süreçten geçmiştir?


 

 

Olay Yeşilçam’da başlıyor. Tabii Türkiye’de yeterince teknisyen falan olmadığı için özellikle gayrimüslim kameramanlar yani Türkiye’de yaşayan yabancılar bu işe öncülük ediyorlar. Sonra arka araya film çekilmeye başlanıyor. Sinemanın gelişmesi için şart olan bir şey var: Para. Dolayısıyla paranın da olması için seyirci gelmesi lazım. Şimdi bu deminden beri bahsettiğim bu denklemi çözünce Yeşilçam arka arkaya filmler üretmeye başlıyor ve çok hızlı bir şekilde seyircinin isteyebileceği filmleri düşük kalitede üretiyor. Son derece ticari bir format yani.

 

Sonra oradan birtakım yönetmenler çıkıyor işte hepimizin bildiği; Lütfi Akadlar, Metin Erksanlar Atıf Yılmazlar ve şu an aklıma gelmeyen daha başka… Yılmaz Güney diyecektir bir sürü insan tabii. Bir sürü yönetmen çıkıyor, Yılmaz Güney daha sonraki kuşak olmakla birlikte. Bunlar aslında ticariden yola çıkıyorlar. Yani örneğin Lütfi Akad’ın formel bir sinema eğitimi yoktur. Zaten sinema okulu da yoktu o zaman Türkiye’de. Sektörün içinde yaparken yaparken biraz herhalde dışarıyı da görerek ve okuyarak, yazarak bir Türk sineması oluşturmaya çalışıyorlar. Milli sinema kavgası vardır, meşhur. Aslında fena değil onun çıkış noktası yani bize özgü, bizim tarzımız bir sinema yaratalım, diye. Fakat Yeşilçam çöküyor. Çünkü televizyon çok yaygınlaşıyor ve Yeşilçam önemini kaybediyor.

 

Bunu kaybedince seks filmlerine yöneliyor. Yani televizyonda gösterilemeyecek ne varsa oraya gidiyor. Bakın aslında mekanizmaları bu şekilde analiz etmek daha doğrudur. Yani niye o filmler çıkıyor? Çünkü televizyonda gösterilemeyecek olan şey o. O yüzden de oraya yöneliyor adamlar yani. Sürekli suçlanır ya işte “Bunlar seks filmleri çektiler, Allah kahretsin!” Ne yapsın adam yani? Eskiden ona para kazandıran şey artık kazandırmıyorsa o da para kazandıracak olana geçiyor. Sonra 80 darbesi oluyor, seks filmleri yasaklanıyor ve Türk sineması neredeyse ölüm aşamasına geliyor yani, yok. Yılda 3 filmin, 4 filmin çekildiği bir dönem.

 

Sonra tekrar kıpırdanmalar başlıyor ve işte Sinan Çetin’in “Berlin in Berlin” vardır ilk büyük gişe yapan filmlerden. Sonra Yavuz Turgul’un “Muhsin Bey”, onun hemen arkasına işte “Eşkıya” ve tekrar bir canlanma başlıyor. O arada da, yani 80’le 2000 arasında 80 ile 90’lar arasında sanat filmleri denen bir yeni tür ortaya çıkıyor. Aslında böyle bir şey yok eski Yeşilçam’da. Metin Erksan’ın bazı denemelerine belki sanat filmi denebilir ama hani sanat filmi çekmek diye bir şey yok. İlk başta bu sanat günleri çok sıkıcı filmler oluyor. Genelde 12 Eylül darbesinden bahseden, çok durağan, hatta alay edilen bir kategori haline geliyor. 90’ların ikinci yarısından itibaren işte bu gişe başarıları ile mainstream denebilecek bir ana akım sinema doğuyor, ticari. Bugün de en son örneği işte Türk İşi Dondurma olan örneği. O bir kanal oluşturuyor. Oradan tabii para gelince Kültür Bakanlığı devreye giriyor, Kültür Bakanlığı oradan aldığı paraları sinemacılara dağıtma kararı veriyor. Oradan beslenen yeni bir sinemacı kuşağı ortaya çıkıyor ve bugüne geliyoruz. Yani bir gelenek yok diyemeyiz. Sadece şunu görüyoruz çok çabuk yıkılıyor. Yani başlıyor tam doğrulacakken başka bir şey oluyor, devriliyor, sonra başka bir şeye evriliyor falan filan.

 

Gelenek tabii çok önemli çünkü siz zeytinyağı bile yapsanız hani yüzyıllardır yapmanız lazım ki orada bir bilgi biriksin, bir yöntemler silsilesi biriksin. Mesela Yeşilçam’da bu aslında vardı. Yani Yeşilçam’da prosedürler çok belliydi. Örneğin çok basit örnek vereyim; kimin, ne zaman yemek yiyeceği belliydi Yeşilçam’da. Örneğin prodüksiyon en son yer. Neden? Çünkü çalışanlar yani oraya prodüksiyon parçası olarak değil de oyuncu olarak gelmiş olanlar hepsi yiyecek, eğer bir eksik varsa o insanlar aç kalmayacak, aç kalan yine ekibin kendisi olacak. Yani prodüksiyon ekibi aç kalacak. Çünkü sorumlusu onlar yemeğin. Ne bileyim, eski Yeşilçam oyuncularında şey vardır; “Önce yönetmen yer.” falan filan yani böyle basit bile olsa çok belli bir üretim şeklini oturtmuş Yeşilçam. Ama mesela o yıkılıyor, yani Yeşilçam gidiyor ve o da bitiyor. Arkası başka bir şekilde geliyor. Kameraman kimdir? Görüntü yönetmeni nedir? Kurgucu ne demektir? Bütün bunlar tanımlanmıştı Yeşilçam’da, kendi standartlarına göre.

 

Geçen gün çok güzel bir konuşmaya gittim. Siz Beyond24’e gelmediniz galiba. Dünyayı Kurtaran Adam mesela. Dünyayı Kurtaran Adam’ın yönetmeni geldi, Çetin İnanç. Hakkında müthiş bir kitap vardır, daha önce programda da bahsetmiştim. Anlattı, seyirciler anlamadılar olayı yani. Diyor ki “Ya biz giderdik işte, Star Wars’u gördük Cüneyt Arkın’la. ‘Ya böyle bir şey yapalım.’ dedik, gittik, yaptık.” diyor. Bu mesela, gülüyor seyirciler ama aslında bu gerçek bir sektör işte yani. Çünkü para kazanması lazım. “Niye yaptınız?” diyorlar, “Para kazanacaktık.” diyor, “Kirayı ödeyecektik.” diyor. Gerçek budur aslında yani o şeyin, o sistemin çarklarının dönmesi lazım. O sistemin çarkları dönecek ki oradan da birtakım insanlar -Metin Erksan gibi, Lütfi Akad gibi, Atıf Yılmaz gibi- çıkacaklar ve başka bir sinema ya da onlar yine oluşturacak.

 

Yani aslında dünyadaki tek sorun geçim sorunudur. Ay sonunu nasıl getireceksiniz? Sizin röportajlarda sanırım hoca da söylüyordu onu. Elit geçim sorunu olmayandır, yani geçim derdim varsa benim her şeyi yapmak zorunda kalırım. Dolayısıyla bu yani yemek, içmek, barınma, ısınma gibi temel problemlerinizi çözmediyseniz gerisi biraz hikaye kalır. Yani “Ben sanatçıyım ama açım şu anda.” diye bir şey olamaz. Çok zor dayanırsınız böyle bir şeye. Sizin doymanız için de birilerinin sizin yaptığınız şeye talep göstermesi lazım. Bu ilişki bozulduğu için, şimdi fonlar var. Kültür Bakanlığı fon veriyor, işte Avrupa’da birtakım fonlar var. Oralara başvurup film yapıyorsun. Bu da bir kültür tabii, bu da bir gelenek ama bu aslında zorlama bir şey. Yani bu sübvanse edilerek, yani devlet tarafından veya kurumlar tarafından veya kişiler tarafından sübvanse edilerek ayakta tutulmaya çalışılan bir üretim şekli. Dolayısıyla oradan bir gelenek oluşması zor yani. Şöyle bir geleneği hayal edemiyorum “Efendim Kültür Bakanlığı fonları geleneğinden geliyorum ben.” yani. Çünkü o andaki iktidarın karar verdiği, işte birtakım insanlar belirliyorlar, onlar bakıyor, veriyorlar veya vermiyorlar. Şimdi buna ne derece güvenilebilir? Seyirciye güvenmek ki o bile kaypaktır ama hani daha makul ve mantıklı geliyor.

 

Dolayısıyla sözün özü geleneksizlik bir problem ama bunun en büyük nedeni de aslında seyirci ile bir türlü doğru ilişkiyi kuramamış olmak. Yani ya ölümüne seyirciye her istediğini vereyim, Allah’ım gelsin, dolayısıyla seks filmi çekeyim ama istemiyorsa da dini film çekeyim. Mesela Çetin İnanç onu söyledi: “Bir hafta seks filmi çekilen, öbür hafta dini film çekilen bir yerdir Yeşilçam.” Aynı insanlar çekiyor bu arada. Bambaşka insanlar gelip çekmiyorlar, aynı insanlar çekiyor. Şimdi bu derece bir popülizm ve tam tersi bir elitizmin arasında kalmış bir sinema. Hâlâ da bu durum çözülemedi aslında.