Devletin sosyal alandan elini çekmesi toplumsal düzeni nasıl şekillendirir?


 

Devletin sosyal alandan elini çekmesine; ne oldu da, devlet elini sosyal alana attı? Sorusuyla bakmamız lazım. Çünkü köklü anlamda kurulan feodalizm sonrası modern dünyada, yavaş yavaş devlette elini sosyal alana atmak zorunda kaldı. Yani aslında, önce 1648 İngiliz Devrimi sonra 1848 Avrupa Devrimleri’ni mukayese ettiğinizde sosyal kavramlar 1848 devrimleriyle gündeme geldi. Tabii, orada iki tarihi olayı anlatabiliriz: Biri işçilerin hak kazanması, diğeri de o dönemde yapılan raporlandırmalardan yola çıkarak devleti başka kapitalistleşme ya da burjuvazinin inşasında bir rol olarak da gözlemleyebilirsiniz. Ralp Miliband gibi bazı düşünürlerin ifadelerinden yola çıkarsak bugün olsa olsa kapitalist devletten bahsedebilirsiniz diyecekler çünkü üretim konusunda insanların bilgisinin yetersizliği, Bonapartist ve jakoben eğilimleri ön plana çok çıkartacak. Marksizm’inde söylediği gibi Proletarya (emekçi sınıf) diktatörlüğü önerisi neyin üzerine inşa ediliyordu ki  -aynı zamanda Marx da jakoben- “O bilincin gelişebilmesi için önce diktatöryel bir araçla toplumun yönetilmesi gerekiyor. ”Aslında, bu farkında olmadan vesayet dediğimiz rejimin başlangıcını da ifade ediyor. Yani, toplumda bir şuur oluşuncaya kadar var olan şuur, bir şekilde yönetilmeli. Peki, bu nasıl olmalı? Bu anlamda merkezi devletlerin tanımlanmasıyla, en büyük sıkıntılarının kapitalistlerinin olmamasıyla ortaya çıktığını görüyorsunuz ve bu nedenle 1848’den itibaren kapitalistin inşa edilmeye çalışıldığını görüyorsunuz. Her devletin yapmaya çalıştığı; kendi burjuvazisini ve doğal olarak kendi sermayedarını ve sermayeyi yönetebilecek kapitalistini inşa edebilmek. Ama geldiğimiz noktada, devletin kendi alanı içerisinde kapitalistinin olmamasından ötürü, inşa ederken de yaptığı küçük motivasyonlar diyelim, bu bize sosyal devlet anlayışının ortaya çıkışını getiriyor. Bu motivasyonlardan işte, 1848 koşulları incelendiğinde yine orada farklı bir tablodan bakabiliyoruz çünkü stagflasyon var, durgunluk içerisinde bir enflasyon söz konusu. Neden bir durgunluk var? İmalat var ,üretim var ama üretimi satın almak yok. Doğal olarak da, üretici satacağı ürününde fiyatını koyarak satmaya çalışıyor ve bir enflasyon oluşuyor. Satış olmadığı halde, fiyatlar artıyor biz buna kabaca ‘stagflasyon’  kavramı diyoruz. Stagflasyonun nedenleri araştırıldığında şöyle bir sonuç çıkıyor: Bizim ürünlerimizi alacak olan kişiler, bizim işçilerimiz. Peki, neden almıyorlar sorusuna baktıklarında da şunu tespit ediyorlar; işçi almak istemiyor; çalışırken kazancının yarısını tasarruf etmeye harcıyor, çünkü çalışamadığı dönemlerde biriktirdiği bu parayı harcamak zorunda. Ne verirseniz verin, insan elde ettiğinin yarısını saklama yoluna gidiyor. Bunu tespit ettikleri zaman, tasarruf etme nedenleri üzerinde yoğunlaşıyorlar. Birinci sebebi; sağlık çünkü bir işçinin ortalama ömrü maksimum 40 sene ve ağır şartlarda çalışıyor; gençliğinden misal, 8 yaşından itibaren de çalışmaya başladığını düşünürsek ortalama 35 yaşlarında elden ayaktan düştüğünü görürsek çalışabildiği sürelerin son zamanlarında bunu idame ettirmek zorunda olduğu için de tasarruf etme yoluna gidiyor.

          

Devlet bu noktada bazı güvenceler getiriyor; işsizlik sigortası, bedava sağlık sigortası gibi bunu kapitalizmin bir evresi olarak da anlayabiliriz. Burada yapılan şey; işçilerin işsizlik sigortası, sağlık sigortasından yararlanmalarını sağlayarak tasarruf eğilimlerinin azaltıldığını ve piyasaya dönmesinin sağlandığını görürüz. Sınıfta “Kimin daha fazla tasarruf etmesi gerekir ?” diye sorduğumda düşünürler. Derim ki, yoksul kesimin daha fazla tasarruf etmesi gerekirken varlıklılar daha fazla tasarruf ediyorlar çünkü harcayamayacakları kadar fazla kazanıyorlar. Oysa yoksul kesim ve sabit gelirliler ise tasarruf eğilimi en düşük olanlardır.1848’den itibaren devletlerin sanayileşme yolunda üretim yapabilecek potansiyele erişen insan kaynaklarına ulaşmak için sürekli bunu eğitmek zorunda kaldıklarını ve geldiğimiz noktada da aslında, sosyal devlet aracılığıyla kapitalist bir devletin inşa edildiğini görürsünüz. Marksizm, aristokrat ya da ruhbanı analiz ederken bunların bilinç geliştirmesinin nedenini statülerinin kaybolmamasında buluyor. Bugün devletleri analiz ettiğimizde şunu söylüyorum, ”Öyle bir zengin, kapitalist yoktur ki, devletin iki dudağı arasında yok olmasın.” Yani Bill Gates’i düşünün,20 senelik bir geçmişi var. Türkiye’nin geçmişi 100 sene olduğuna göre en zengininin geçmişi 100 seneden öte değil, doğal olarak Amerika Birleşik Devletleri –kapitalist devlet diyorsunuz- 200 senelik bir geçmişi var. Ve bu noktada baktığımızda devlet, içerisindeki sermayedardan daha yaşlı ve varlığını ortadan kaldıracak kadar da kudretli bir yapıya sahip. O yüzden ben Ralp Miliband’ın dediğine katılıyorum. Son 200 senedir yaptığımız sadece kapitalist devleti geliştirebilmek. Bunun eksikliği de şurada karşımıza çıkıyor; henüz üretim unsurlarına, araçlarına sonsuz kaynaklara ulaşabilecek bir kapitalistin olamaması, yetişememesi gibi bir kavramla karşılaşırsınız.

              

Devletin sosyal alandan elini çekmesi, toplumlar üretimi yapacak bir kültüre sahip olmadıkları için devlet sosyal alandan üretim alanına girmek durumunda kaldı. Bütün feodalizm dönemlerinde olduğu gibi, devletin bu üretim alanından, sosyal alandan kendini çekmesi kapitalist olduğu için çok mümkün olamayacak. Çünkü bugün aslında, vergi dilimlerinden tutun da, insanları bile üretimin unsuru olarak gören bir devlet mekanizması içerisinde yaşadığımızı söyleyebiliriz. Yani Levent Ürer kimdir? Dediğinizde,  devlet için; bir vergi mükellefi, askerlik sorumlusu olan, ağıldaki bir hayvanın eti, sütü, yumurtası şeklinde bakılabilecek bir üretim aracı olarak kabul edilebilecek bir insan. O yüzden sırtımıza basılmasa bile, pasaportumuzda numarası olan, T.C. kimliğiyle kayıtlı olan, ne yapabileceği belirgin ağıldaki bir hayvandan öte çıkmayan bir içeriği tartışıyor olabiliriz. Yani, aslında devlet sosyal alandan elini çekmek ister ama önce sosyal alanın bunu inşa edilmesiyle bunu ölçebiliriz. Sosyal alan tanımlarının, devlet alanında dahi çok yeni olduğunu söyleyebiliriz. Bu amaçla aslında, son 200 yıldır var olan iktidarların yapmaya çalıştığı şey, kendi burjuvazisini kapitaliste evirebilmek. Bütün bu olanlardan yola çıkarak şunu söylediğimi ifade edebilirim; devlet Amerika’da dâhil olmak üzere her yerde kapitalisti inşa etmeye çalışsa bile kendisi kapitalistin kendisi oldu ve bir kapitalisti henüz inşa edemedi. Yani, sonsuz kapitalistin kaynakları olan sermayedar dediğimiz bir kavramla daha insanlık tanışmadı. Marksizm’in söylediği kapitalist devleti, bazıları çok erken yorumladı daha ona, son 200 yıl içerisinde baktığımızda insan gözüyle ve insan aklıyla algılanabilir bir şey olduğunu düşünmüyorum. Marx’ın kastettiği kapitalistin de gerçekleşmesinin daha uzun yıllar alacağını ifade etmek isterim. Çünkü devletin elini çekebilmesini şöyle düşünelim: Devletin baba vasfının her yerde devam ettiğini düşünürsek; bir baba da evladının üzerinden elini çekebilmesi için, onun ayaklarının üzerinde durduktan ve ilk tedirginlikten sonra elini çekecekse ve eğer evlat rolü oynayan da bizlersek henüz o yeterlilik düzeyinde olmadığımızı ifade edebilirim, yani bu anlamda sürekli düşen insanlar güruhu olarak algılandığımızı söylemek isterim.