21. yüzyıl gereksinimlerine eğitim sistemimizin vermesi gereken tepki nedir?


 

20.yy eğitimi endüstri ve akademi odaklıydı yani akademisyen ve iyi uzman yetiştirmek hedefleniyordu. Bu eğitimi görenlerin %1’i hedeflenene ulaşabilirken % 99’u ise genel kültür eğitimi alıyor gibiydi. 21.yy ise böyle olmamakla birlikte, insanların neden eğitildiğinin o kadar da bilinmediği bir yüzyıl. Şu anki öğrencilerin büyüdükleri, üretecekleri devir başka bir devir olacak. Dolayısıyla biz o devrin nasıl olacağını- mesleklerini- falan bilmediğimizden genel becerileri öğretmeye çalışıyoruz: Kendi kendine öğrenme, muhakeme edebilme, tartışabilme, adapte olabilme gibi becerileri öğretmeye çalışıyoruz. Ve yaşadığımız yüzyılda ilk kez daha da öğrenen odaklı bir yaklaşım içerisindeyiz. Eskiden neydi? “Hocalar bilir” diyorduk; Hayır! Öğretmenin bir üst kademesinde müdür vardı akabinde İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri ve en üst kademede bulunan MEB/Talim Terbiye Kurulu tarafından da müfredat hazırlanıp öğretiliyordu. Artık şu an eğitimci, mentor-yönder pozisyonunda; öğrenmeyi isteyenlerin içlerindeki heyecanı korumaya çalışan, kendi kendilerine öğrenme becerilerini arttırmaya çalışan bir yardımcı. Buna da baktığımızda aşikâr bir şekilde iki yerde görmekteyiz; biri, anaokulları ama çocuğunuz burada okuma-yazma öğrenir anlayışı içerisinde olan kurumlardan bahsetmiyorum: Çocuğun biraz daha özgür olabildiği, topluluk kurabildiği, çember oluşturup birbirlerini dinleyebildikleri yerlerden bahsediyorum. İkincisi de, üniversite kulüpleridir. Resnick, “Yaşam Boyu Anaokulu” kitabında birazcık da bundan bahseder. Aslında biz; öğrenciler kendi problemlerini tespit etsinler, bunlara yönelik ekip kursunlar, çözme motivasyonları olsun, ne öğrenmeleri gerekiyorsa öğrensinler ve bunları da üretsinler derdindeyiz. Bazı öğrencilerse Tübitak’ta ödül alabilmek için şöyle düşünüyorlar, belki de haklıdırlar: Türkiye’nin elektrik problemini çözdük! falan. Dediğim gibi öğrencilerden böyle bir şey istemiyoruz, onlar kendi problemleriyle ilgilensinler, mahallelerindeki problemleri çözsünler gibi. Milli Eğitim Bakanı değişerek, bu konuma eğitimci biri olan Ziya Selçuk seçildi bu önemliydi ve sevindiriciydi. Ama sonra abartılı uygulamalar istemeye ve tek başına da dünyayı kurtarmasını falan beklemeye başladık. Eğer, eğitim çok önemli bir konuysa iktidar değişse bile eğitim stratejileri değişmemeli, bunun uzun süreli bir yolculuk olduğunu algılamalıyız. Biz bu yolculuğa 3- 5 yıllık bir iş olarak bakarsak olmaz. Türkiye’de şöyle bir durum var: Her gelen ben buraları toparlayacağım, düzelteceğim diyerek geliyor aslında var olanı yok ediyor ve bu çok tehlikeli. Eğitim, kısa süreli planlanan bir şey değil; bir ekosistem, bir güç. O yüzden bizim eğitim üzerine daha çok okumamız, çalışmamız, daha farklı metotlar denememiz ve partiler üzerine yapılar kurmamız gerekiyor başka türlü bir kurtuluş yolu yok. Eğitimin de nasıl gerçekleşeceğini öğrencilere sorarak anlamamız lazım. Bakın bu kısım çok önemli; öğretmene, müdüre demiyorum öğrenciye diyorum ve bunun kolay olmadığını da biliyorum. Kızımın gittiği okulda bir ilkokul üç öğrencisi 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı konuşmasında:“ 23 Nisan Çocuk Bayramı değildir. Eğer, çocuk bayramı olsaydı ne yapacağımıza biz karar verirdik, siz karar vermezdiniz.” dedi ve sonrasında da :” Sabah saat 9’da bizi kürsüye çıkartıp sizin istediklerinizi yapmamızı, şarkılar söylememizi, tek sıra halinde yürümemizi istemezdiniz” diye ekledi, ilkokul üçüncü sınıftaki bir öğrenci bunları diyor ve söyledikleri gerçekten o kadar doğru ki, devamında :“Ama yine de öğretmenlerimiz, velilerimiz bize sordukları ve daha anlayışlı oldukları için teşekkür ederiz” diyerek ifadelerini toparladı. Başka bir ilkokul dördüncü sınıf kız öğrencisinin konuşmasını aktarayım: ”Okul, her şeye rağmen kötü bir yer olmayabilir.” O kadar iyi bir tabir ki, düşündüğümüzde okul çocuklara dikte edilen bir kurum hâline geldi. Gitmeme hakkımız var mı? Yok, gitmek zorunda olduğun bir yer için de katılımdan ne kadar bahsedebilirsin ki. Teneffüsleri vb. hiçbir faaliyeti planlama hakkına sahip değiliz. Allahtan Ziya Hoca teneffüsleri uzattı da, oysa bu duruma da bir sürü eleştiriler geldi, aslında şu noktadan bakmak lazım; teneffüs nefestir, boş alandır. Çocuğa o kadar baskı yapılıyor ki, teneffüste çığlık atıyor deniyor tabii ki de atacak. Çocuğun kendi kendine öğrenebileceğine, organize olabileceğine inanmalıyız ki o çocuk da bir şey yapsın. Bu inanç; Bakan alt kademesindekilere, müdür, öğretmene velinin de onlara inanması gibi sırayı takip ediyor. Çocuğun bir şey olabileceğine inanmıyorsan, bu demektir ki bir şey olamaması yönünde onu baskılıyorsun. Sen olamamış olabilirsin, bırak da o denesin. Çocuğuna biraz özgür alan yarat; örneğin, odana girmeyeceğim gibi. Çok basit bir tavır değil mi? Hâlbuki Türkiye’de bunu ne kadar gerçekleştirebiliyoruz? Odası için çocuğa, burası senin özel alanın ne kadar diyebiliyoruz? Ve odasını özel alan ilan ettiğimizde ne yapıyor biliyor musunuz? Odasını yakmaya çalışıyor, nedeni ne peki? Gerçekten özgür müyüm bunu anlamak için çünkü o evreyi geçirmek zorunda. Baskıcı rejimden özgürlüğe geçişte de insanlar sapıtır. Sonra yavaş yavaş, konuşa konuşa yeni gerçeklik oturur; birey bireyselleşir ve yaşamayı öğrenir. O yüzden bizim eğitimimizde ihtiyacımız olan eğittiğimiz kişiye güven, dolayısıyla da onun öğrenmesi kavramına geçmemizdir. Çocuklar ne öğrenmek istiyorsunuz, neyi merak ediyorsunuz? Dendiğinde bütün konu değişiyor; hemen cevap veremiyorlar tabii ama gerçekten bir süre sonra meraklarını söylemeye başlıyorlar. Lise öğreniminin bitiminde de bu var; artık istediğiniz şeylere zaman ayırabiliyorsunuz ve bu çok değerli. Kendini o süre zarfında anlıyorsun, bir sürü hata yapıyorsun ama sonra ne oluyor. Tamam, ne istediğimi birazcık daha anladım ve üretelim diyorsun. Eğitimdeki ana problemimiz de bu.