2,5 yaşında okuma yazma öğrenmek çocukluğunuzu nasıl etkiledi?


 

 

Hayat biraz şans; tesadüfler, kişisel iradenin yaşama ne kadar geçirilip geçirilmediği, nereden olduğunuz bir böyle genel bir bütün ve bu bütündeki her parçanın açıklayıcılığı kendi içinde düşük. İki buçuk yaşında okuma yazma öğrenmenin de benim kendimi kendim yapmamda belli bir açıklayıcılığı var. Ama bu açıklayıcılığın ne derecede olduğu tartışma konusu. Bu iki buçuk yaşında okuma yazma meselesi, kendi zihnimin normal sıradan zihinlere göre daha iyi çalışıyor olması, bana çeşitli avantajlar getirdi, getirmeye devam ediyor, tabii muhtemelen de getirmeye devam edecek. Fakat bunun sosyal bazı bedelleri oluyor. Şöyle düşünüyorum; iki buçuk tabii çok erken bir yaş olduğu için o dönemi insanın net bir şekilde hatırlaması da çok kolay olmuyor. Ben sanki doğuştan itibaren okuma-yazma biliyormuş gibi hissediyorum. O dönemi tam hatırlayamadığım için. Küçük parçalar hatırlıyorum sadece o dönemden ve tabii basının yoğun bir ilgisini, sık sık gazeteye, televizyona çıkışımı, yaşım ilerledikçe ilginin devam ettiğini. Çünkü sonra iki sınıf atlamıştım. Bunların o dönem için haber değeri taşıdığını ve sürekli olarak gazeteye, televizyona çıktığımı hatırlıyorum. Bunun bana şöyle bir negatif etkisi oldu; birincisi, bir sürü IQ testi yapıldı. İstanbul Üniversitesi Üstün Zekalılar Ana Bilim Dalı takip ediyordu beni, orada bir sürü test yapıldı. Testlerim 157 ila 171 arasında çıktı. Yani her yapılan testte daha yükseliyordu IQ.

 

Şöyle bir sorun oldu, bu kadar erken tanı konulmasıyla birlikte ve bunun kamusal alanda duyurulmasıyla benim üzerimde toplumun dahilik hakkında tanımın dayatılması söz konusu oldu. Bana kalırsa dahiliğin tanımı doğru değil, toplumda geniş bilindiği anlamda. Toplumun geniş bildiği anlam şu; o zaman dahi her şeyi yapabilir. Fikir bu. Halbuki deha normal bir zekayla minimal farklılıkları olan bir şey. Yani şöyle düşünün, diyelim ki Usain Bolt bu odada bulunan herkesten çok daha hızlı koşuyor. 100 metreyi 9 saniyede koşuyor, bilmiyorum tabii ki rakamları hipotetik söylüyorum. Muhtemelen bizler de 12-13 saniyede koşacağız, belki de 14 saniyede. Çok küçük bir fark için biz hiç kimseyken Usain Bolt bir efsaneye dönüşüyor. Aslında fark minicik ve bu farkın devamlılığını, geçerliliğini üretebilmesi için Usain Bolt’un sınırsız fedakarlıkla çalışmaya devam etmesi gerekiyor. Mesela, gece 9’da yatacak, hiç alkol kullanmayacak, kötü gıda yemeyecek, kendini yoracak her şeyden kaçınacak yani hem muhteşem bir yeteneği olacak hem de bu yetenek için sınırsız şekilde fedakarlığa razı olacak. Bunların hepsini yapmasına rağmen Usain Bolt olsa olsa anca çok iyi bir koşucu olabiliyor. Bütün dünyanın onu tanıyabileceği bir koşucu. Şimdi deha da böyle bir şey. Normal zekâ ile dahilik arasında deminki söylediğim koşu seviyeleri kadar bir fark var. Yani minicik bir fark var. Üstelik bu farkın ortaya çıkması için bazı koşullar gerekir.

 

 

Şöyle diyelim, güzel bir nesnenin güzel bir insanın bizim ile karşılaştığı an onun güzel olduğunu hemen anlayabiliriz. Çünkü kendisini dışsal olarak görselleştirir. Zekâ dışsal olarak kendisini görselleştirmez. Ancak zeki birisiyle karşılaştığınızda uzun zaman geçirmeniz gerekir. O zaman belki bazı parıltıları anlayabilirsiniz. Belki de hiç anlaşılmaz. Eğer anlaşılamıyorsa da nedeni şudur; zekâ, çektiğiniz veriler arasında normal insanlara göre fazladan bağlantı kurma yeteneği sağlar. Dolayısıyla çok büyük bir farklılık olmaz. Hele ki veri çekmiyorsanız normal zekalı bir insan ile zeki bir insan arasında hiçbir fark oluşmaz. Çünkü zaten yeteneği veri işleme üzerine. Bu yüzden veri çekilmemişse ya da çekilen veri sayısı az ise bir insanın zeki olup olmadığını anlayamazsınız. Sadece fazladan bağlantılar kurar, bazen belki de saçmaladığını düşünürsünüz. Çünkü o bağlantıları çeşitli nedenlerden ötürü kurmuyorsunuzdur. Çok önemli değildir yani bu farklılık. Ama maalesef toplumun bakış açısında dahi sanki her şeyi bilerek yaratılmış, her şeyi apriori olarak doğuştan bilen, bu nedenle Boğaziçi Üniversitesini kazandı, neden Harvard’ı kazanmadı diye suçlanan. En büyük şirketin CEO’su mu oldu, neden Türkiye’yi yönetmiyor diye suçlanan. Hele benim gibi böyle erken dönemde keşfedilmişse ne yaparsa yapsın yakın çevresi tarafından başarısız olarak bilinen bir kişiye dönüşüyor.

 

Tekrar şimdi avantajını ve dezavantajını karşılaştırmak için söylüyorum. Bana kalırsa eğer bu süreç kamusal açıdan afişe olmasaydı, benim için sadece avantajlarını yaşayacaktım. Çünkü ne oluyor, daha fazla veri çektiğimde yani daha çok çalıştığımda, diğer insanlara göre daha fazla hızlı ilerleyebiliyorum, daha fazla bağlantı kurabiliyorum. Ama çalışmayı durduğum an bu ilerleme hemen duruyor. Tekrar aynı seviyede, hiç fark edilmeyecek bir seviyede oluyoruz. Bu şuna delalet ediyor, aynı saat çalışma yaptığımızda ben biraz daha avantaj sağlıyorum sadece dolayısıyla bir avantaj mı? Avantaj. Ama dediğim gibi dezavantajı; ne kadar fazla çalışırsam çalışayım ve ne başarı elde edersem edeyim, o dönemde dehaya yüklenen tanım bambaşka olduğu için ve büyücü beklendiği için dehadan, ben genellikle yakın çevrem tarafından başarısız addedildim. Belki de böyle hissettim. Bu yüzden neredeyse 29 yaşıma kadar ben kendimin çok başarısız birisi olduğuma inandım ve hep kendime verilen bu şansı kötü değerlendirdiğimi, bir türlü bunu pozitife çeviremediğimi düşündüm. O döneme kadar çok derin okumalar yapardım, o zaman Büyükada’da bir ev almıştım ve inzivaya çekilip okurdum. Aynı zamanda Türk İhracatçılar Meclisinde koordinatörlük yapıyordum. Aynı zamanda da bir işim vardı buna rağmen çok ciddi bir entelektüel fil dişi kulesi de inşa etmiştim kendime. Ve bu inşada televizyon seyretmeyi, popüler olan her şeyi zaman planlaması yaparken dışarı attığım için, kendi dışımdaki insanlarla anlaşmak için ortak bir platformdan uzaklaşmıştım. Bunu şöyle anlatayım; Antik Yunan’da mesela rasyonel olmayan şeylerin karşı taraf tarafından hemen anlaşılabilmesi için mitoloji var. Yani herhangi bir duygudaşlık paylaşılmak istendiğinde, bu duygudaşlık kelimelerle çok çabuk anlatılamayacağı için mitolojik öyküler aracılığıyla anlatılabilir. Benim gençliğim zamanında da yani yirmili yaşlarım yani 2000’ler, 2000 ve 2010 arasında diziler ve televizyon programları bu mitoloji yerine geçmişti. Çünkü, herkesin ortak olarak izledikleri onlardı ve onlara referans verilerek ancak irrasyonel bilgilerle iletişim kurulabiliyordu, bunlar değiş tokuş edilebiliyordu. Ben o dönem onları tamamen reddetmiş bulunmuştum ve kendimi yoğun okumalara kapatmıştım. Yoğun okumalara kapattıkça kendi içimde bir zihin sarayı inşa etmeye koyulmuştum. Bu zihin sarayı bir yerden sonra artık çok katmerlendi, kendi içinde çok labirentlere sahip oldu ve benim için yolu kolay bulunabilecek bu zihin sarayına başka birisinin içeri girmesi engellenmiş oldu. Böylece dışarıyla iletişimimde, istediğimin dışında bir buluşma gerçekleşti. Onların konuştukları konular bana anlamsız ve saçma gelirken, benim konuşmak istediğim konular da onlara anlamsız ve saçma gelmeye başlamıştı. Çok yüzeysel ilişkiler kurabilecek bir pozisyondaydım, öyle ilişkileri de reddettiğim için aslında anlamsız bir duruma kapanmıştım kendi içimde. Şimdi bunu düşünüyorum, eğer o küçüklükteki dönemde bu yanlış tanımlamalar olmasaydı, böyle bir kapanmanın olacağını zannetmiyorum. Çünkü bu kapanmaya şunun yol açtığını düşünüyorum büyük oranda; dış dünyanın senden gerçekçi olmayan beklentileri karşılamaya yönelik daha fazla çalışma isteği ama bu çalışma isteğinin karşısında tabii ki Superman olamaman, bununla yüzleşmen. O zaman da hem kendi zekandan şüphe etmen hem kendi yeteneklerinden şüphe etmen hem de kendi ilerlediğin alan ile bir gurur duyamama söz konusu oluştu. Böyle olunca bir düşünün, bütün gün ne ile uğraşırsanız uğraşın ne yaparsanız yapın, dünyanın en çalışkan adamı dahi olsanız, sonucun felaket olacağını bildiğiniz bir yolda ilerliyorsunuz.2009’da artık bir gece yatarken kendime sık sık sorduğum bir soru vardı.

 

 

Anlamlı bir hayat mı? Yoksa mutlu bir hayat mı?


 

Ben hep 2009’a kadar anlamlı bir hayattan yana tavır koymuştum. Ama 2009’un o gecesi, tabii bu bir gecede verilen bir karar gibi gözüküyor ama felsefi altyapısı yıllar içinde oluşabilir ancak. O gece yatarken evet, mutlu olarak, mutluluk tercihini seçtim. Ve sabah çok mutlu uyandım, şimdi yıl 2019, tam 10 yıldır mutluluğum her gün artarak devam etti. Yani insan kendisini çoğunlukla zannedildiğinin aksine geçmişte değil gelecekte kuruyor. Yani şunu kastediyorum, Freud ne diyor bize; 0-16 yaş en önemli. Anne ve baba size nasıl davranırsa, hayatınız size o kelepçeyle bağlı. O dönemde ne yaşarsanız onun dışına çıkamazsınız. Dinler ne diyor bizlere, bir kaderiniz vardır. Bu kaderin üstüne bir irade koymak ancak çok sınırlıdır. Oysa ben böyle düşünmüyordum ve 20’lerin ortasında Sartre ile tanışmıştım, varoluşçuluk. Onu ilk okuduğumda, Bulantı’yı (bir roman) okuduğumda çok şaşırmıştım. Çünkü kitabı sanki ben yazmıştım, Bulantı’yı. Sartre’ın bütün kitaplarını aldım. Varoluşçuluk ile çok koşut şeyler yani birinci dereceden anlıyordum. Çünkü deneyimlemiştim, kendi içimde deneyimlemiştim. Varoluşçuluk bana o dönemde çok yardımcı oldu. Kişinin bir özünün olmadığı, kişinin gelecekte kendisini nasıl inşa etmek istiyorsa öyle inşa edebileceği ve beyninde büyük projeyle her zaman uyum sağlayan bir organ olduğu. Yani, geleceğe dair koyulan irade samimiyse zihniniz geriye kalan her şeyi ona göre ayarlıyor.

 

Şöyle demek istiyorum, bugün diyelim ki öğretmen olmaya karar verirsem eğitim fakültesine gitmeye karar veriyorum. Kıyafetlerimi ona göre seçiyorum, arkadaşlarımı ona göre, okuyacağım kitaplarımı ona göre, seyredeceğim televizyonu ona göre. Siyasetçi olmaya karar verirsem hemen değişiyorum ve gidip bir partiye üye oluyorum. Siyaset kitapları okumaya başlıyorum, kitaplarım tekrar ona göre değişiyor, izlediğim gündem ona göre değişiyor yani dikkat ederseniz gelecekte kim olmayı seçersem benim bugünüm ona göre değişiyor. Mesela, evlisiniz diyelim ki eşinizin sizi aldattığına dair bir arkadaşınızdan telefon alıyorsunuz. Eşinizi artık kendi geleceğinizde eşiniz olarak görmediğiniz için bugün de eşinizi reddediyorsunuz ve geçmişte de iyi anıların hepsini bir anda yüzeyin altına indirip kötü anıların hepsini yukarı çıkarıyorsunuz. Evet, zamanında da böyle olmuştu, biz zaten zamanında da şöyle konuşmuştuk, zaten o zamanda da böyle davranmıştı diye gelecekte onu görmediğin için geleceğe yönelik kendinizi tekrar inşa ediyorsunuz. Aynı kişi on dakika sonra tekrar telefon açıp, çok özür dilerim eşini karıştırmışım çok benziyorlar birbirlerine, o değilmiş dediğinde tekrar gelecekte o kişi eş olarak görünür olunca hemen bugündeki benlik tekrar ona göre değişiyor ve geçmişteki kötü anılar yüzeyin altına inerken, iyi anılar yukarı çıkıyor. Bu anlamda, ben kişinin kendisinin gelecekte nasıl tasarladığına ilişkin olarak bugün de bir kişilik oluşturduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de bir özü yok, varoluşçuluğa katılıyorumİnsan kendi kendisini inşa edebilme kapasitesine sahip bir yaratık. Bu da bizim şansımız oluyor. O zaman majör değişimlere olanağımız var, kendi kaderimize etkileme şansımız var. O zaman mutluluk, mutsuzluk, anlam, anlamsızlık bunların arasında seçim yapma şansımız var. Dahası her gün yapmamız gereken bir seçim bu. Mesela Sartre çok güzel bir şey söylüyor bir yerde “İnsan her sabah uyandığında kendisini aynı kişi olarak buluyorsa bu onun bir özü olmasından kaynaklanmıyor. Sadece kendisini dünkü insanla aynı insan olarak bulmak istemesinden kaynaklanıyor.” Ben de tam böyle düşünüyorum, hatta biraz yorumlayarak söylüyor Sartre. Ben de böyle düşünüyorum ve bu iki buçuk yaş ve eksi iki buçuk yaş okuma yazma öğrenme ve iki sınıf atlamayı bu bağlamda değerlendiriyorum.

 

Aklıma gelen bir şeyde önemli, sınıf atlamanın çok yararını gördüm, bazen bana üstün yetenekli çocukların anne ve babaları bir şekilde ulaşıyor sosyal medyadan. Sınıf atlatıp atlatmama konusunda yani onu da yeri gelmişken söyleyeyim, sınıf atlatılmadığı takdirde bence başka sorunlar baş gösteriyor. En temeli de akademik ortamdan sıkılmak. İlk iki yıl boyunca akademik ortamdan sıkılan bir çocuğun tekrar akademiyle barışması çok kolay olmayabilir. Çocuklar henüz o yaşlarındayken çok fazla bir ayrım olmuyor. Ben hiç hissetmedim kendimi iki yaş küçük olduğumu sınıftakilerden, belki sınıf olarak şanslı denk geldim belki onun da katkısı olabilir. Ama şunu söyleyebilirim. Ne fiziksel olarak ne duygusal olarak hiç zerre kadar bir şey hissetmedim, farklılık hissetmedim.