Seçkin bir azınlık olmadan toplumlar refah içinde yaşayabilir mi?


 

Şimdi seçkinlik, içeriği tarihsellikle dolabilen bir şey. Tarihsellikle evrensel olmayanı yani sürekli değişmek zorunda olanı, varoluşsal bir şeyi kastediyorum. Mesela bir Afrika atasözü var bununla ilgili, “Deniz çekildiğinde karıncalar balıkları yer, deniz geri geldiğinde balıklar karıncaları yer”. Tarihsel süreç her zaman kitle iletişim araçlarıyla da üretim araçlarıyla da dönüştüğü için, bu dönüşümler her seferinde yeni kültürel ortamlar, siyasi ortamlar ve yeni ekonomik ortamlar getiriyor. Buna değişen paradigma dersek eğer, değişen paradigma her seferinde kartları tekrar dağıttığı için her paradigmanın seçkinleri farklı oluyor. Bazen bir tanesinde en anti seçkin gibi görünen şey seçkine dönüşürken, bir diğerinde tekrar her şey dönüşebiliyor. Şimdi seçkinlik meselesinin kana bağlı olduğu bir dönem biliyoruz tarihsel olarak yani seçkinliğin doğuştan elde edildiği. Buna premodern diyelim yine. Modernizm ile beraber seçkinleri rasyonaliteyi en iyi kullanan kesim olarak görüyoruz, en iyi eğitim almış ve bugün de seçkinin ortadan kaldırıldığı bir dönem görüyoruz. Bugün post modern dünyada seçkinin ortadan kaldırılmasına girişildi ama bunun bazı bedelleri oldu. Ve seçkinin ortadan kalktığı yerde kitleleri yönlendiren kanaat önderlerinin seçkin olma zorunluluğu olmaması onların kanaat önderliği yapmaması anlamına gelmedi. Dolayısıyla hala önderler, kanaat önderleri varlığını sürdürdü.

 

Şimdi, Platon’a tekrar döneyim. Bugünle de bağlantılandıracağım. O zaman da bir iş bölümü vardı, işte köylüler var, köleler var, siyaset yapanlar var, özgür vatandaşlar var. Düşünebilmek için, teori geliştirebilmek için, daha kapsamlı algılayabilmek için kişinin zamana ihtiyacı var. Düşünce olgunlaşmak için istisnasız şekilde uzun vakte ihtiyaç duyuyor. Çünkü hem veri çekmek zaman alıyor hem de çekilen bu veriler üzerine düşünmek de zaman alıyor. Bu da bizi şuna getiriyor, bütün ömrü belli işler yapmak zorunda kalarak, o işlere zaman ayırarak geçiren kişilerin iyi düşünemeyeceği. Çünkü böyle bir şeye vakti yok. Seçkinliğin temelinde bu yatıyor. Bazı insanlar yaşamları için çalışmak zorunda kalmazlar. Ve çalışmak zorunda kalmadıkları zamanı Freudyen anlamda bir yücelmeye tahvil edebilirler. Nedir bu tahviliyet yani? Eskiden seçkinlerin aristokrat olmalarının nedeni tam da bu. Aristokrasi çalışmak zorunda olmayan bir kurumdu. Fizyokrasi deniyor ona. Fizyokrasinin egemen olduğu bir ekonomik yapıda toprak sahibi doğrudan serflerini çalıştırırdı ve bütün ürünü onlardan alırdı. Hiç çalışmaya gerek duymazdı. Hizmetçileri vardı, osu vardı busu vardı. Bunların zamanları boldu. Ayrıca o dönemde çok az kitap olduğu için ve bunların nesilden nesile aktarılan kütüphaneleri olduğu için en çok geniş kütüphanelere de bu aristokratlar sahipti. Dolayısıyla aristokrasi o boş vakti içerisinde yapacak şeyler bulmak istediği için görgü kurallarında inceldi, felsefede inceldi, edebiyatta inceldi. Yani vakti olan her şeyde bir rafinelik sağladı. İşte kaşıkların, çatalların en içten dışa doğru yenmesinden tutun da, bir  leydiye nasıl davranılacağından, neden varız sorusuna, matematiğe hep bu kişiler eğilimli.

 

 

Modernizmde, Sanayi Devrimi’ne kadar gelmeden ticaret burjuvazisinin ortaya çıkmasıyla birlikte buluşum oluyor. Sanayi Devrimi’yle artık hızlanıyor. Artık burjuvazi denilen yeni bir kesim ortaya çıkıyordu. Burjuvazi kent-soylu demek, yani soysuz demek aslında. Kan suyu olmayan. Aristokratlar kendilerini soylu olarak düşünürlerdi. Burjuvazi soysuz. Burjuvazi zaten burç demek yani şehri çevreleyen o surlara verilen isim. Kentte yaşayan dolayısıyla soyu kente dayanan, aslında soylu olmayan kent soylu. Bu kent soylular daha çok para kazanma motivasyonu içerisinde, modernizme göre faydacılık ön plandadır. Daha çok para kazanma amacıyla daha yeni teknikler geliştirmek zorundalar. Doğayı daha iyi anlamak zorundalardı. Bant üretimini keşfetmek zorundalardı. Tabii önce buharlı üretim, dolayısıyla bunlar bilime ve teknolojiye yatırım yapmak zorundalardı. Halbuki bir önceki paradigmada böyle bir zorunluluk yoktu. Her şeyin var olduğu şekliyle gitmesi istenirdi. Yani bir tutuculuk söz konusuydu. Yeni dönemde ise aksine tutuculuğun dışlandığı, sürekli yeni gelişmelerin özendirildiği bir dönem ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla buranın seçkinleri de farklılaşmaya başladı. Seçkinler yavaş yavaş, yazar çizer takımlarına dönüşmeye başladı. Ekonomik değerleri daha düşük ama kendi çalışmamayı seçen ve bunun getireceği zorluklarla yüzleşmeyi göze alan kişiler olmaya başladı. Ekonomik olarak bir daralma söz konusu oldu seçkinlerde. Artık daha az zengin sınıfı vardı. Mesela Marx ile Engels, Engels tabii bir sanayicinin oğlu ama ne kadar yararlanıyor babasının hikmetlerinden tam olarak bilemiyorum. Tabii Marx’ın çoğu ekonomik giderini karşılardı ama Marx alt sınıftan birisiydi gelir olarak. Ve buna rağmen kendisini çalışmaya değil entelektüalizme verebilmişti. Bu şundan kaynaklandı; serfler köle olmak zorundayken, kent-soylulukla beraber çalışmamak artık bir tercih meselesine dönmüştü. Eskiden böyle bir tercih yoktu, dolayısıyla seçkinler de daha alt gelir grubu da seçkin olmaya başlamıştı. Ve daha çok liyakate, zihnin geliştirilmesine, yönelik bir şeydi.

 

Bu süreç modernizmin ilerlemesiyle beraber ilginç bir şekilde tek parti yönetimlerine, otoriter yönetimlere kapandı. Yani Avrupa’da da böyle oldu. Hatta İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de de benzer bir süreç vardı. Ve Türkiye İkinci Dünya Savaşı sırasında zımni olarak tek parti yönetimlerini destekler görünümdeydi. Tabii son haftasında demokratik cepheden yana tavır koyup savaş ilan etti ama hiçbir demokratik ülke bunu kabul etmemiş oldu. Türkiye güvenilmez bir partner olarak görülmüş oldu ve Türkiye o yüzden 1946’da çok partili hayata erken geçmek zorunda kaldı. Yani tasarladığı modernleşme projesine göre Türkiye önce entelektüelleri yaratacaktı sonra bütün halkı entelektüelleştirecekti. Böylece demokraside tam pozitivist modernistler gibi sadece üst düzey entelektüellerin isabetli karar alabileceklerini siyaseten düşündükleri için bütün yurttaşları üst düzey entelektüel hale getirmek istiyorlardı. O döneme kadar da demokrasiye açılmayı uygun bulmuyorlardı. Bunun nedeni de şuydu, bu kişiler henüz demokrasi için, kendi siyasi gelecekleri için, bilinçli şekilde oy atmaya muktedir değiller önermesinden yola çıkıyorlardı. Ama 1946’daki Türkiye’nin, kendisini Avrupa’da demokratik cephenin kazanmasıyla ‘ben de demokrasiden yanayım’ söylemini ortaya atmak zorunda kalması bence Kemalist modernleşmeyi erken bir şekilde sonlandırdı. 1946’da hileli bir seçimle CHP tutumunu koruyabildi. Ve 1950’de artık bu hile işe yaramayacağı için geniş kitlelerin oyuyla, doğulu bir toplum zihniyetiyle bir demokratik seçim olmuş oldu. Ama tabii Menderes’in sözü insanın aklına geliyor “Siz artık oy atanlar, isterseniz demokrasiyi bile lağvedebilirsiniz.” Tabii şimdi böyle bir şeye dönüşmüş oluyor. Türkiye’de böyle bir şey olmadı ama darbeler ile bu sık sık kesildi. Tekrar konumuza döneyim, yani bu belki de sorunun son bölümü benim üzerine düşünmem gereken, tek bir hamlede aklıma gelenlerle belki de isabetsiz karar verebileceğim bir konu. O yüzden şimdilik, son bölümü yanıtlamayayım istiyorum. Çünkü kendi düşünceme de sonradan eleştirel yaklaşmak istemiyorum.