Bilimin, sanatın ve felsefenin hem birbirleri ile hem de kendi içlerinde ayrı alanlara ayrılması bizlerin gerçek ve hakikat ile ilişkisini nasıl etkilemiştir?


 

 

Şimdi bu üçlü aslında çok yakın bir zamana kadar birbirlerinden ayrılmamış bir üçlü. Mesela dikkat edin bugün doktora unvanları PHD diye geçer. Felsefe doktorası. Neden? Felsefe doktorası? Halbuki çoğu kişi sosyal bilimlerdendir, pozitif bilimlerdendir. Ama bunların hepsinin başında PHD gelir. Bunun nedeni tam da bu birliktelik. 19.yy’a kadar dünyada aslında üç bölüm var. Bir tanesi felsefe, bir diğeri hukuk, bir diğeri de ilahiyat. Bugün bilim olarak düşündüğümüz her şey sosyal bilimlerde. Doğa bilimlerinde her şey felsefenin çatısı altındaydı. Bu yüzden de o zamanki verilen unvan günümüzde de hala korunduğu için felsefe doktoru deniyor. Bu ayrım anca 19.yy’da yani pozitivizmin artık çok ileri geçtiği bir aşamada oldu. Ve bu ayrımlaşmada şunun rolü oldu; bilginin fazla birikmesi. Mesela Rönesans insanı denilen bir tanımlama var. Rönesans insanı şu demek, her konuda derinlemesine bilgisi olan kişi. Şimdi, neden böyle deniyor? Rönesans’ta çok az kitap var o dönemde her alanda. Bu nedenle bir insan bütün alanlardaki kitapları yaşamı boyunca okuyabilme şansına sahip. Zaten azıcık bir bilgi olduğu için. Bunun en güzel örneği ne? Leonardo. Bu nedenle her konuda derinlemesine bilgisi olanlara Rönesans insanı denilen bir dönemden, pozitivist insanın tek başına, tek bir konuda bile çok derinlemesine bilgi edinemeyeceği bir aşamaya geçmiş oldu. Böylece felsefe bütün bu alanları taşıyabilecek bir kolon olmaktan çıktı. Ve parçalanmak zorunda kaldı. Sosyal bilimler aslında oldukça yeni. Doğa bilimlerinden bu anlamda ayrılmaları oldukça yeni. Ve bilgi biriktikçe bunlar da kendi alanları içerisinde tekrar parçalara ayrılmaya başladılar. Şimdi, modernizmin bu tümcü yaklaşımının parçalara ayrılması zaten onu yavaş yavaş postmodernizme götürüyordu. Şunu düşünelim, postmodernizm yekparecilik yerine parçalı bir alanı savunuyor. Veya öyle görüyor. Dünyanın öyle olduğunu görüyor. Hatta kübizmde erken dönem Picasso ve Breh bu olayı görüyorlar.


Mesela her şeyin yüzleri, cinslerini parçalı olarak çizmeye başlıyorlar. Bir bu bakış açısından, bir yandan ve öteki taraftan kişi parçalanıyor, dünya parçalanıyor.


Çünkü bilim parçalanıyor, dünyaya bakış parçalanıyor. Artık bir insan dünyayı yekpare bir alan olarak göremiyor. Ve her insan kendi uzmanlaşmasına göre dünyayı bambaşka yerlerden görmeye başlıyor. Böylece ortak algımız, şöyle diyeyim; ilk kitabın ticari bir meta olarak yayılmaya başlamasıyla ortak kültürün genişlemesi, tek bir kültürün egemen hale gelmesi ve bunun siyaseten ulus devlet dönemindeki homojen yurttaşlar oluşturma projesi artık her yurttaşın veya her insanın hayatı çok farklı bir yerinden görmesiyle beraber bu birliktelik zorunlu olarak çözülüyor.

 

Bu kadar uzmanlaşmaya bölünmeyle beraber aydınlanmanın temel izleyi yitirilmiş oluyor. Nedir? Aydınlanmanın temel izleyi? Kant’ın söylediği üzere kişinin kendi aklına riayet etme cüretini göstermesi. Şimdi sorun ne burada? Diyelim ki meteorolojiyle ilgili bir uzmanla bir aradayız ve havanın yarın nasıl olacağı üzerine bir tartışmada bulunuyoruz. Meteorolog bana çeşitli şeyler anlattığında benim kendi uzmanlığımın çok dışında olduğu için onun söylediği kavramları hemen angaje olamamam ve onun bildiği istatistiki bilgiye sahip olamamam ve onun bana ileri sürdüğü mantık silsilesini denetlememi engelliyor. Bu nedenle de aydınlanmanın kurduğu bu temel benim aklıma gönderme yaparak başkalarını ve dünyayı denetleme kapasitem bir anda işlevsiz kalıyor. Artık onun uzmanlığına güvenmek zorunda kalmış oluyorum. Ama burada başka bir sorun ortaya çıkıyor. İki meteorolog ikisi de birbirinden bağımsız bambaşka şeyler söyleyebiliyor. O zaman hangisinin uzmanlığına güveneceğim? Üç kişi olduğunda daha da. Siyaset de yani pozitif olmayan bilimlerde sınama da ortadan kalktığı için ve her şey rasyonel tasarımlara kaldığı için bu daha da parçalanıyor. Böylece neyin gerçek, neyin hakiki olduğunu, bu arada gerçeklik ile hakikat arasında bir farklılık var. Ondan da şimdi bahsederim. Neyin gerçek olduğunu, neyin olgusal olduğunu, neyin benim kanılarım ile veya duygularımla beni yönlendirdiği üzerine bir kuşkuya düşüyorum. Muammalar içerisine düşüyorum. Ve bu muammaları atlatmam mümkün olmuyor. Bu parçalanma artık bizim tek başına kendi zihnime, aklıma ve mantığıma gönderme yaparak, bir varlığın, eşyanın veya bana ileri sürülen teorilerin gerçek olup ya da hakiki olup olmadıklarını denetlememi olanaksız kılıyor. Böylece, zaten biliyorsunuz buna postmodernizmde siyaseten post-truth dönemi diyoruz. Yani hakikatin önemsizleşmesi. Hakikati artık bulamıyorsam, çünkü hakikat için artık o bilgi yığını içerisinde arkeolojik bir kazı yapmam gerekiyor. Felsefenin de hakikate ulaşması için ama gün içerisinde çok fazla bilgi bombardımanına maruz kalıyorum.

 

 

Düşünün şimdi 18.yy’da hatta 19.yy’da Batı’da bir yer olsun hatta Lyon’da bir kişi yaşarken ömrü boyunca hiç Lyon’dan çıkmak zorunda kalmıyor. Bütün ilişkileri yüz yüze, birincil ilişkiler. Çektiği bilginin tümü, dünyadan çektiği verinin tümü kendi gözlemlerine, hissiyatına ve aklına uygun bir şekilde gerçekleşiyor. Yan komşusuyla olan ilişkisinde, belediye başkanıyla olan ilişkisinde veya oradaki kuşlarla, kelebek koleksiyoncularıyla ilişkisinde, zanaat ile ilişkisinde her şey birebir. Çünkü, kentler arasında pek bir gidiş geliş yok. Bunların hepsi, bu bölümlenmenin, iş bölümünün artması, bu iş bölümünün artması sadece bilimde olmuyor tabii. Bilimdeki bu iş bölümünün artışı aynı zamanda ekonomik olarak iş bölümünü de getiriyor. Yani şöyle diyelim, mesela bazı ülkeler sanayide uzmanlaşıp, sanayinin hatta bazı alanlarında, bazıları otomotivde uzmanlaşırken bir diğeri enerji konusunda uzmanlaşıyor. Ve bu ülkeler birbirleriyle serbest ticaret yaparak, kendi uzmanlık alanlarını birbirlerine satıyorlar. Çünkü, her konuda uzman olmak her ülke için mantıklı değil. Bu bize ekonomik olarak dağılmayı da getirdiği için, insan artık hem yaptığı iş anlamında hem biriktirdiği bilgi anlamında, bunlara bağımlı olarak kültürel anlamında da kültürel dağınıklığa giriyor. Ve çok fazla şey ile karşılaşıyor. Eskiden bu kadar meta ile karşılaşmıyordu. İnsanlar kendi tüketecekleri oranda üretiyorlardı. Ve pazar için değil kendileri için üretiyorlardı. Bunlar tabii ki kapitalizmle 16.yy’da başlıyor ama hiç de sandığımız kadar hızlı ilerlemiyor. Yani İngiliz gemileri, İspanyol gemileri, dünyanın dört bir tarafına dağılıyor ama bu malları getirme ve götürme kapasiteleri bu gemilerin kapasiteleriyle sınırlı. Dolayısıyla bu böyle küreselleşme anlamında insanların serbestçe istedikleri yerlere gidip gelebilmesi, sermayelerini akıtabilmeleri, başka ülkede yaşayabilmeleri, eskisine göre çok çok daha kolaylaştı. Mesela düşünün şimdi, İkinci Mahmut’un ömrü boyunca hiç İstanbul’dan çıkmadığını varsayalım Osmanlı topraklarında. Hâlbuki ben ayda bir mutlaka yurt dışına çıkabiliyorum. Dolayısıyla bir padişaha oranla orta sınıf birisi olarak çok daha fazla yer görme şansına sahip oluyorum. Bu tabii benim dağılmamı da sağlıyor. Çünkü, demin de konuştuğumuz üzere, felsefe artık tek bir bilim dalı olarak kalmış olmakla beraber ötekileri attı kendisinden. O da kendi içerisinde bir sürü başka alt dallara ayrılıyor. İşte Ontoloji, Metafizik… Yani sayısız derecede alt kavramı var. Dolayısıyla nasıl bir biyolog başka bir biyolog ile farklı uzmanlık alanları içerisinde iş birliği yapmak zorundaysa artık bir iş yaparken bir felsefe profesörü de dünyayı kavramak için sadece kendi felsefi alt yapısına dahi dayanamıyor. Böyle olduğunda da tabii hakikat ile bir ilişki kurmamız güçleşiyor. Hakikat ile gerçek arasındaki farka da değinmek isterim hazır yeri gelmişken. Tabii şunu da söylemek lazım, bazı düşüncelere göre gerçeklik var olmayabilir. Var olduğunu varsaydığımız paradigma içerisinden konuşarak söylüyorum. Gerçeklik varlığı için bir zihne ihtiyaç duymayan, bizim zihnimizin dışında kendi bağımsız olarak var olan şey. Hakikat benim bu gerçekliğe ilişkin kendi zihnime attığım ama gerçeklikle uyumlu olan yargı. Dolayısıyla birisi zihne ihtiyaç duyuyor. Hakikat zihne ihtiyaç duyuyor, gerçeklik zihne ihtiyaç duymuyor. Bu aradaki fark küçük görünebilir ama hiç küçük değil. Özellikle üzerine teori bindirmek istediğimizde olay, makas açılıyor. Özellikle buna post-truthun içerisinde çok rastlıyorum. Hem post kelimesi yanlış çevriliyor hem truth kelimesi yanlış çevriliyor. Kavram yanlış çevrildiği için Türkçe’de bu kavram üzerine söylenen çoğu şey havada ve yanlış ilerliyor.