Şimdiki zamanın kıymetini nasıl anlayabiliriz?


 

 

Burada şimdi çok fazla varsayım işin içine giriyor. Herkesin varsayımı farklı olacağı için, şimdi koyacağımız varsayımları da söylemek zorunda kalacağım. Çünkü bu varsayımlar geçerliyse öyle olabilir. Benim varsayımım da bir Tanrı’nın varlığına dair günlük yaşamımız içerisinde çok fazla bir müdahaleye rastlamıyoruz. Dolayısıyla sanki işler bizim omuzlarımıza yüklenmiş gibi görünüyor. Varsayımlardan bir tanesi bu. Çünkü bazı varsayımlara göre Tanrı her şeye karışıyorsa o zaman bir şey yapmama hakikaten gerek kalmıyor. O yüzden varsayım söylemek istedim ilk başta. Şöyle düşünüyorum, normal hayat çıplak haliyle yani üzerine henüz bir bağlam giydirilmemişse sıkıcı, yorucu ve acılarla bezelidir. Faulkner’in harika bir romanı var Ses ve Öfke diye, farklı anlatışlar tarafından anlatılıyor. İlk anlatıcı Benjamin diye geçiyor kitapta. Zekâ özürlü. Benjamin zekâ özürlü olduğu için zamanlar arasındaki farklılıkları anlayamıyor. Bu yüzden bize anlattıkları şeyler bugün mü oluyor, geçmişte mi oluyor, geleceğe ilişkin onun düşleri mi, tasarımları mı ya da uykuda mı anlayamıyoruz. Ve olayları sadece olduğu gibi betimliyor. Yani diyelim ki, bir tecavüzle mi karşılaşıyor, bir tecavüzün tanığı mı, bize orada bir tecavüz olduğunu söyleyemiyor Benjamin. Sadece olan olayları birazcık tasvir ediyor ve biz de o tasvirden hiçbir şey anlayamıyoruz. Çünkü bizim kavramlara ilişkin beklentilerimiz bambaşka. Hayatı çıplak olarak ancak Benjamin gibi görebiliriz. Yani bir akış. Şimdi bu ilginç bir şekilde tanrısal bakış açısı. Yani gelecek, geçmiş, düş, tasarım, her şey kendi bağlamından sıyrılmış oluyor. Böyle bir bakış açısına insan elverişli değil. Benjamin’in anlattığı hiçbir şeyi anlayamıyoruz kitapta. Sonraki abilerinin anlatışından olayların ne olduğuna dair bir izlenim edinebiliyoruz.

 

Şimdi insan için kendi mekanizmasının zayıflığı yüzünden böyle bir çıplak yaşamla baş edemediğinden -dedim ya bu tanrısal bir bakı açısı- sürekli olarak öykülemeler, olaylara baş ve son yazmalar, onları bir bağlam içerisinde anlamlandırmalar üzerine çalışır. İnsan anlamsız görünen bu yaşamı anlamlandırma ile uğraşır. Şimdi bu anlamlandırma ile uğraşmak olmaz ise hem yaşam ile bir iç içe geçme olmaz hem de yaşamdan hiçbir zevk alınamaz. Öyküleme; yaşama değer-irade geçirme demek. Mesela aynı tarihsel olayı İslamcı cephe bambaşka şekilde anlatırken, Kemalist cephe bambaşka anlatır. Aynı olgulardan yola çıkarlar ama bambaşka bir hikâye anlatırlar. Mesela Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşleri’nde mahkeme sahnesinde taraflar, savcı da avukat da aynı olay örgüsünü kullanarak, işte şurada ayak izi vardı şurada pencereden girildi, aynı kanıtları kullanıp bambaşka öyküler anlatırlar ve ikisinde de okuyucu ilk okuduğuna inanır sonra ikinci kimi okuyorsa ona inanır. İkisi de bizi tamamen ikna eder. Halbuki bu ikisi de bir yazılımdır. Birer yazılım, hayatın o çıplak görüntüsüne getirilen yazılım. Şimdi bu yazılım olmadan demin dediğim gibi hayat o tanrısal bağlama geçtiği için, anlaşılamaz kılındığı için, bir bağlam getirmek gerekir. İnsan bağlam getirirken kendisine bir mücadele alanı bırakmaz ise yani kendi konforunu çok arttırırsa o zaman burada hiçbir haz duygusu gerçekleşmez. Kişinin kendini oyalamaya ihtiyacı var benim evren tasarımımda. Çünkü pek anlamlı bir yer değil. Ve halihazırda değerler bulunduran bir yer değil. Her şeyin baştan icat edilmesi ve bu icadın doğru olmayabilecek olmasıyla barışık olmasını gerektiriyor. Herkesin kendi kapasitesine göre mücadele edebileceği hedefi olması bana yaşamı daha katlanılabilir kılar görünüyor.


O yüzden şöyle düşünmüyorum, kendimize büyük hedefler koymamalıyız diye düşünmüyorum. Kendimize imkânsız hedefler koyup neden yapamadığımız üzerine bunalıma girmemeliyiz diyorum.


Çünkü büyük hedef olmayınca çatışacak bir kahramanlık öyküsü oluşmuyor. Ama insan kendisini kahraman görmeye hevesli ve öyle olmadığı zaman kendi özgüveni de azalıyor. Ve hayatla didişmediği zaman ondan zevk de almıyor. Sürekli sıkıntısını ve acısını taşıyor. Bu yüzden geleceğe ilişkin büyük hedeflere sıcak bakıyorum. Ama ayrım şu tabii, imkânsız olmayan hedefler. Ve şu da önemli, bazen insan çok büyük hedefler koyabilir ama hedefin neye mâl olacağının bilincinde olarak mı ya da olmayarak mı? Bence orada da önemli bir soru var.

 

Diyelim ki ülkenin başına geçmek istiyorsunuz. Ülkenin başına geçmek, günde yirmi saat çalışmanıza, çocuklarınıza hiç vakit ayıramamanıza, evliliğinizin sadece kâğıt üzerinde kalmasına, sürekli etrafınızda oluşan 40-50 kişilik bir koruma ordusuyla, bürokrat ordusuyla, sizi sürekli onaylayan, siz ne derseniz onun dışına çıkmayan garip bir güruh ile birlikte olmanıza, hayata ilişkin bambaşka bir tasarıma gitmenize yol açıyor. Ya da diyelim ki bir şirketin CEO’su olmak istiyorsunuz. Yine belli şekillerde bütün gün şirketi düşüneceksiniz, sevdiğiniz her şeyden çok şirketle ilgileneceksiniz, gerçekten bununla ilgilenmek istiyorsa doğru bir seçim olabilir ama başkalarından saygı görmek için böyle bir seçim yapılıyorsa orada feda edilenler tabii korkunç masraflara yol açabiliyor. Manevi masraflardan söz ediyorum. Şimdi hayatın trajedisi de şu, maalesef insan yirmili yaşlarında neyi sevdiğini bilemiyor. Çünkü o kadar veri çekmemiş oluyor hayattan. Burada tekrardan şans ve tesadüfler devreye giriyor. Belli bir yaştan sonra yine fark edemeyebilirsiniz çünkü yatay olarak perspektifinizi genişletmiyorsanız, yeni olasılıklarla karşılaşmadığınız için, hayatta onların olup olmadıklarına dair bir tabii farkındalık da geliştirmiyorsunuz. Ama bu sizi sıkıntıdan kurtarmıyor. Mesela kediler de caddeden geçerken sağa sola bakmayı bilmiyorlar ama bunu bilmemesi onu ezilme riskinden bağımsız kılmıyor. Yani bir insanın hayata dair perspektifinin geniş olup olmaması onun acı çekip çekmemesini bence belirlemiyor. Bu yüzden de bir trajedi var ortada kısaca böyle.