Monarşi kavramı üzerine yazılmış, tüm boşlukları bilgi ile dolduracak bir metin.
Ülkemizde demokrasi dışı yönetim sistemleri hakkında bilgi eksikliği ve kirliliği yaşanmaktadır. Monarşiyi, devlet başkanının iki dudağı arasında olan bir sistem olarak tanımlayanlara sıkça rastlarız. Peki bu gerçekten böyle midir? Şunu unutmamalıyız ki yanlış sorular doğru cevapları bulmamıza imkan vermez. Doğru cevaba ancak, doğru zaman ve doğru zemin içerisinde, kişiyi hakikate ulaştıracak derinlikte sorulan sualler neticesinde ulaşılabilir. Şimdi hep beraber monarşi mes’elesini hülasa edelim.
Bu yazımızda monarşiyi, parlamenter(anayasal) monarşi üzerinden inceleyeceğiz. Parlamenter( anayasal) monarşi bir hükümdarın devlet başkanı olduğu ve yetkilerinin ise anayasa ve halkoyuyla seçilen meclis tarafından kısıtlandığı yönetim biçimidir. Yani diğer adıyla meşruti monarşi, bir hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan yönetim biçimidir.
Parlamenter monarşinin bulunduğu Briton Monarşisi’ne bakacak olursak burada; başbakan, lordlar kamarası ve avam kamarası bulunmaktadır. Lordlar Kamarası’nı soylu tabaka (Bu kişilere monark tarafından Lord ünvanı verilir) oluşturur. Bu şekilde yönetimde elitizm sağlanır. Avam Kamarası ise TBMM’deki milletvekilleri gibi halkın seçtiği temsilcilerden oluşur.
Monarşi denince akla ilk gelecek soru şu olacaktır: Monarşi, diktatörlük müdür?
Tarihte kitleleri hipnoz edip ardından harekete geçirerek dünyaya kara bir leke süren çoğu diktatör, demokrasi yoluyla bu imkanları elde etmiştir. Örnek olarak Adolf Hitler, Mussolini, Salazar… Çünkü demokrasideki makamı sonradan görme psikolojisi, başa geçtikten ve istediklerini hayata geçirebilecek gücü elde ettikten sonra iktidar hırsına gebe kalmaktadır. Bu da demokrasi tiranlığına sebep olmaktadır. Ancak monark, başa gelmeden önce apolitik bir hal ve kendisinin değil, devletin çıkarına çalışma psikolojisi içindedir ve iktidar hırsından uzaktır.
Bir başka sual ise şöyle olacaktır: Monarşide halk ile monark arasında örülmüş duvarlar var mıdır ve monark halkın halinden habersiz midir?
Bu soruya verilebilecek en güzel örnek İngiltere kraliçesi Elizabeth’in 2.Dünya Savaşı sırasında orduda kamyon şoförlüğü yapmasıdır. Bu duruma demokrat sistem açısından bakıldığında ise yöneticiler halkın içinden çıkmakta değil, “halkın içinden kopmaktadır” ve halkın halinden anlamayan bir halet-i ruhiye içerisine girmektedirler. Sonradan görme olmaları onları, geldikleri yeri unutan, açgözlü ve güç istenci dolu insanlar haline getirmektedir. Ve ne yazık ki bu vaziyeti törpüleyebilen şahıslar çok çok nadir çıkmaktadır.
Ayrıca demokrasi, demagogların sahasıdır. Yani yönetim işinin ehli olan değil, konuşmayı ve insanları etkilemeyi bilmek başa geçmek için yeterlidir ve oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Oysa yöneticilik de tıpkı bir sanatçı olmak gibidir. Nasıl ki herkes Mona Lisa’yı çizmeye ehil değildir, aynı şekilde herkes yönetici erklerini taşıyabilecek ve bunları yerine getirebilecek bir yapıda da değildir. Monarşide ise kişinin yetişme koşulları ve yönetici olma kaygısı gütmemesi bu açıdan kişiyi işe çok daha ehil kılacaktır. Şunu da unutmamak gerekir ki monarşide birine lider vasfı yüklemek için %51’den çok daha fazlası gerekmektedir.
Bir diğer konu sual ise şudur: Monarşi taraflı bir yönetim şekli midir?
Taraflı bir iktidar, toplumsal bölünmelere yol açmaktadır. Bu bakımdan tarafgir tutumlar, kişilerde benlik duygusunu körükler ve ezilen fikirler, ezilen kesimler devlete bağlılık açısından bir neden bulamayınca sonu ihanete varabilecek davranışlar benimseyebilecektir. Bu durumların doğması, taraflı bir iktidar vesilesiyle ortaya çıkar. İdeolojiden uzak bir iktidar organı ise bu vasfını elitlerin bulunduğu bir çevreyle desteklediği zaman, yönetim organı saat gibi işlemeye devam edecektir. Bu bakımdan monarşideki “mono” yapı, ideolojiden uzak, temelde devlete ve yasaya bağlılığın yattığı bir pozisyondadır.
Diğer bir sorumuz şudur: Monarşide tekdüze insan modeli yaratan bir yapıda mıdır?
Bu soruya cevabımızı ise üstat filozof Celal Şengör’den alalım: “Alman üniversiteleri neden iyi? Almanya parçalı, 1870’e kadar yamalı bohça; Württemberg var, Bavyera var. Her birinin başında ya bir dük ya bir prens var. Bunlardan her biri, ‘En iyi üniversite bende olsun’’ diyor. Göttingen, Heidelberg nasıl ortaya çıktı? Berlin’deki üniversiteyi nasıl kurdu; hepsi en iyi üniversiteleri istediler. Monarşi yüksek kültür getirir. “
Bir başka soru ise şöyle zuhur edebilir zihinlere: Monarşide adalet olur mu?
“Monarşinin ve cumhuriyetin tanımlanmasında mutlakıyet, despotizm, demokratiklik gibi unsurlar, bir tanım unsuru olarak kullanılamaz. Bunlar, monarşinin de cumhuriyetin de özelliği olabilirler. Yani, bir monarşi anti-demokratik olabileceği gibi, demokratik de olabilir. Bu önermenin doğruluğunu amiprik olarak kanıtlamak pek kolaydır. Örneğin Suudi Arabistan, Ürdün gibi birçok devletin anti-demokratik birer monarşi olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Ancak bir monarşi demokratik de olabilir. Arend Lijphart’ın demokratik olarak kabul ettiği 21 ülkeden 10’u cumhuriyet, 11’i ise monarşidir.”1 Gayet tabii monarşi adaletin beşiği olabilecektir. İnsanlar genellikle demokrasi ile adaletin aynı şey olduğu şeyler olduğu yanılgısına düşmektedirler. Adil bir hükümdarı ülkenin çoğu sever. İngiltere tipi bir monarşide adaletten kim şüphe etmektedir? Örnek olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Lahey’dedir. Lahey ise Hollanda’ya ait bir vilayettir ve yukarıda da belirttiğimiz üzere Hollanda bir krallıktır. Aynı zamanda 2018 verilerine göre dünya üzerindeki en demokratik ilk 5 ülkenin 3’ü (Norveç, İsveç, Danimarka) monarşi ile yönetilmektedir. Yani monarşi, bünyesinde vazgeçilemeyecek bir demokrasi bulundurur.
Monarşizm hakkında ünlü düşünürlerin fikirlerini de gözden geçirmekte fayda var.
Sokrates: “Eğer ki deniz yoluyla bir yolculuk yapmak isteseydin, geminin kontrolünün kimde olacağına nasıl karar verilmesini isterdin? Gemideki rastgele ve herhangi bir grup insan tarafından mı, yoksa deniz seyahatleri konusunda deneyimli, bilgili ve eğitimli insanlar tarafından mı?” (Platon, Republic, Cilt:6/10)
Burada Sokrates’e değinmekte fayda bulunuyor. Dünya tarihinde “Neden?” sorusunu ilk kez gerçekten sorarak, insanoğluna her şeyi sorgulatan Atinalı filozof, M.Ö 399 tarihinde, gençleri yozlaştırma iddiasıyla yargılanıp, yapılan demokratik seçim sonucu (!)(%52-%48) idam edilmiştir.
Arthur Schopenhauer: “Öyle ki canlıların organizmaları bile monarşi prensibine göre kurulmuştur. Tek başına önderlik eden, idare ve sevk eden, üstünlüğü elinde bulunduran beyindir. Her ne kadar akciğer, kalp, mide, bağırsak da vücudun tamamının varlığı için çok büyük önem arz etse de bu ayak takımının önder ve yönetici olmasına izin verilemez.”
( İnsan Doğası Üzerine, sf:47)
Platon: “Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.”
(Devlet, Republic)
İsmet Özel: “Demokrasi Sokrates’i öldüren rejimdir. Winston Churchill’in şöyle bir sözü vardır: Demokrasinin ne olduğunu anlamak için, bir seçmenle sadece beş dakika konuşun. Yani demokrasinin hakikate ulaşabilmesi için önce demos olması lazımdır. Demokrasiyi, bizi ancak belli belalardan uzak kalması için seçeriz.”
Ali bin Ebu Talib: Bir insanı layık olmadığı yere koymak zulümdür.
Dünyada Monarşiler Üzerine
Demokrasinin beşiği(!) olarak kabul edilen Avrupa, çok köklü bir monarşi tarihine sahiptir ve dünya üzerindeki 29 monarşiden 10’u Avrupa’da yer almaktadır. Bu ülkeler: Birleşik Krallık, Andorra, Liechtenstein, Hollanda, İspanya, İsveç, Belçika, Danimarka, Norveç, Lüksemburg’dur.
Dünyanın en demokratik 5.ülkesi olan ve Avrupa’nın en uzun süredir monarşiyle yönetilen ülkesi Danimarka’da yapılan anketlerde halkın %70’inden fazlasının monarşiden memnun olduğu sonucu ortaya çıkmıştır.
Ayrıca Japonya ve Kanada da monarşi ile idare edilmektedir.
Japon monarşisi, dünyada günümüze kadar devam eden en eski monarşi olup Japon tarih geleneğine göre İmparatorluk ailesinin 2500 yıllık geçmişi bulunmaktadır.
Kaynakça:
1Hukuk Açısından Monarşi ve Cumhuriyet Kavramlarının Tanımı Sorunu, Kemal Gözler
keyifli bir o kadar nitelikli bir yazı olmuş yazarının dimağına sağlık…
ancak demokrasiye ilişkin ezberler konusunda farkındalığa erişmiş son derece yetkin ve donanımlı bir zihniyetin; yerleşik ezberleri ve toplumsal paradigmaları yıkan cesur söylemleri keşfetmenin coşkusuyla rasyonel düşünceyi elden bırakması ve bu nostaljik romantizme kapılması beni ziyadesiyle üzdüğü için meseleyi naçizane mantık zemininde bir kez daha okuma önerisinde bulunacağım.
yazarın da beğendiğini tahmin ettiğim antik yunan ruhdaşı aristodan kaynakla bi kaç logical fallacy tespitlerimi arz etmek isterim:
yazıya hakim olan monarşizm- demokrasi dikotomisinin; monarşi modeli olarak parlamenter monarşi okumasını, demokrasi modeli için ise bir model ifade edilmemekle birlikte tüm farklı demokrasi modellerinin radikal demokrasi modeline indirgendiği anlaşılmaktadır. oysa yazı konusu olan parlamenter monarşinin, demokrasinin diğer modelleri karşısında da -söz gelimi liberal, sosyalist- yetkinliğini tartışmak “false dilemma” hatasına düşmemek ve hakikati keşfetmek bakımından daha mantıklı bir yol olacaktır.
keza monarşi diktatörlük müdür? sorusuna verilen yanıt da tepkisel indirgemeci bir yaklaşımla demokrasinin “kötü” karakterlerine atıf yapmakla yetinmektedir. söz konusu “kötü” karakterleri kötü yapan davranış ve tutumlar onların yönetim makamının mütemim cüzü olan erke “ırsi” olarak yabancıdır ve içine doğmuş olduğu sosyal sınıf ona yöneticilik vasfını kaldırabilecek karakteristik özellikler bahşetmez? sosyolojinin farklı ekolleri davranış-tutum-karakter gibi mevhumları kalıtsal-bilişsel-davranışsal gibi farklı disiplinlerle okumuşlardır. şahsen davranış-tutum-karakter olgularının doğuştan birer kazanım yahut içine doğulan sosyal sınıfın karakteristiğinin tekerrürü olarak görmeyip; söz konusu olguları kişisel ve sonradan edinimler olarak gördüğüm için yazarın farazi demokrat ile farazi monarkı içine doğdukları sosyal sınıflar ve dnalarından başka herhangi bir karakter ve tutum geliştiremeyecek prototip dramatik figürlere indirmesinin adolf hitler ad hominemlerine rasyonel bir zemin kazandırmaya yetmediği kanaatindeyim. yine yazarın; farazi olarak, halkın içinden gelen demokrat yöneticisine atfettiği kifayetsiz muhteris kişiliğine karşın yine hayali monarkın türlü insani hırs ve duygulardan, kişisel kariyer- hedef ve ajandasından münezzeh, kültleşmiş bir düşünce disiplinini (ideoloji belki), düşünce eğilimini yahut fikri metodu takip etmeye gereksinim duymayacak kadar evrenin tüm sırlarına ve cevaplarına vakıf olmuş ve kendi kendine yetebilen ve hasbel kader kendisine yöneticilik görevi tayin edildiği için yaşamının tamamını devlet çıkarını gözetme psikolojisine vakfedecek kadar “erdemli” ve sırf bu sıfatı haiz olarak dünyaya geldiği için bu bilinçte olduğuna emin olunan stilize kişiliği koymasında aslında insanlık tarihçesinin son derece yaygın bir başka ezberi olan “kurtarıcı” kültü romantizmini görmekteyim. bi ezberden coşkulu ve tutkulu bir kaçış bir başka ezberin kucağına itmiş olabilir mi yazarımızı? farazi monarkın en nihayetinde bir insan olması sebebiyle yazıda tarif edilen demokrat kadar niteliksiz olma ihtimali durumunun külfeti monarşide kime yükletilecektir? en basit deyimiyle demokraside aptal yönetici konusundaki rızanın, monarşide aptal monarka gösterilmeyen rıza karşısında ehemmiyeti olmadığından bahsetmek anlamlı mıdır?
aslında niyetim yazıda geçen soru ve cevaplardaki tüm fallacyleri tartışmaya açmaktı ancak bu kıymetli düşünce yazısını sabote etmiş olmaktan çekindiğimden bu madde ile sonlandırıyorum.
yazar gerçek bir entelektüel umarım romantizmden tövbe ve istiğfar edip rasyonel düşüncenin dayanılmaz hafifliğini deneyimleme fırsatına nail olur 🙂 aramızda görmek isteriz