Modern yönetim biçimlerinin temelini oluşturan ulusal egemenlik kavramı üzerine akademik bir tarih metni.


Ulusal Egemenlik, kısaca bahsetmek gerekirse yönetimin ve egemenliğin soyut bir bütünlük olan millete ait olmasıdır. Ulusal Egemenlik kavramı ilk olarak Fransız İhtilali’nde Joseph Sieyés tarafından ortaya atılmıştır. Osmanlı Devleti’nde ise Ulusal Egemenlik fikrinin ilk ortaya çıkışı, 1804’te Kara Yorgi İsyanı ile Ulusal Egemenlik kazanmak için Sırplarda görüldü. Milliyetçilik ve Ulusal Egemenlik fikrinden etkilenen Osmanlı azınlıkları, istedikleri hakları 1839 yılında Sultan Abdülmecid döneminde yayımlanan Tanzimat Fermanı’yla elde etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin güç kaybetmeye devam etmesi ve Osmanlı azınlıklarının baskı yapması sonucu Islahat Fermanı yayımlanmıştır. Bu ferman yine Sultan Abdülmecid tarafından 1856 yılında yayımlanmıştır. 

 

 

İlerleyen yıllarda yıkılma eşiğine gelen Osmanlı, birçok toprağını savaşlarda ve isyanlarda kaybetmeye devam etti. Bunun üzerine Osmanlı’yı eski günlerine geri döndürmeyi hedefleyen fikir akımları ortaya çıkmaya başladı. Bu fikir akımlarından olan Osmanlıcılık ve Ümmetçilik başarılı olamadı. Milliyetçilik akımı ise diğer fikirlere göre kısmen daha başarılı oldu. Bunun sebebi Milliyetçilik akımının Fransız İhtilali’nde ortaya çıkan Ulusal Egemenlik, millet, özgürlük gibi kavramlardan beslenmesiydi. Osmanlı’da bu düşünce Jön Türkler denen yenilikçi grup tarafından ortaya atıldı. Bu grubun içinde olan Namık Kemal, İbrahim Şinasi gibi önemli yazarlar bu fikir akımını desteklemek adına önemli eserler kaleme aldılar. Ardından I. Dünya Savaşı’nın gerçekleşmesiyle Osmanlı ağır hasar aldı ve savaşı kaybetti. Bunun ile birlikte İtilaf Devletleri, Osmanlı topraklarını paylaşmaya başladılar. 

 

 

Bu duruma en çok karşı çıkan kişi Mustafa Kemal Atatürk oldu. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkış yaparak Milli Mücadele’yi başlattı. Erzurum, Amasya, Sivas Kongreleri’nde ve Amasya Görüşmeleri’nde milli egemenlik asıl hedef olarak belirlendi ve bu hedefe 23 Nisan 1920’de TBMM’nin kurulması ile ulaşıldı.

 

 

Giriş


Egemenlik; bir ülke ve ulusun, onun tüzel kişiliği olan devletin yasama, yürütme, yargılama vb. yetkilerinin tümüdür. Bu kavram uzun yıllardan beri devleti ve toplumu oluşturan en önemli unsurlardan biridir. Bir devleti ayakta tutan, onun omurgası haline gelen mutlak güçtür. Bu kavramın ilk ortaya çıkışı ise 16. yüzyılda gerçekleşmiştir. Bu kavramı ilk ortaya atan kişi ise Fransız Hukukçu Jean Bodin (1530-1596), egemenliği “Devletin Altı Kitabı” isimli eserinde açıklamıştır. Egemenlik, siyasi toplumda içkin bir olgu olarak tanımlanır. Egemenlik asil, en yüce, kayıtsız-şartsız, tek, bölünemez ve devredilemez bir iktidardır. 

 

 

Tanrı’dan sonra, kendi üzerine hiçbir güç tanımazdır. Bodin’in bu ifadelerini Fransa Kralları ve kilise iktidarı bir tehlike olarak gördüler. Bu kavram kralın üzerinde bir güç tanıma ve iktidarı elinden alma girişimiydi. Her ne kadar krallar bu kavrama karşı çıksalar da bu kavram gelişmeye ve ilgi görmeye devam etti. Fransız İhtilali’nin önemli aydınlarından biri olan, felsefeci ve yazar Thomas Hobbes (1588-1679) egemenlik teorilerini geliştirdi. Hobbes egemenliği “cebir gücü” olarak tanımlamıştır. Hobbes’un teorisine göre “devlet, kendisini kuran bireylerin bu iradesine dayanmakta, kaynağını bundan almaktadır.” Bu görüşe göre egemenlik kaynağını milletten almaktadır ve bu da “Milli Egemenlik” kavramının doğuşu anlamına gelmektedir. Milli egemenlik kavramı ise 1789’da Fransız İhtilali zamanı ortaya çıkmıştır. Bu, devrimin kaynağını oluşmuştur. Yine dönemin yazarlarından olan Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) ise egemenlik hakkındaki görüşlerini “Sosyal Mukavele” adlı eserinde şöyle dile getirmiştir: “Hakimiyet genel iradenin icrasında başka birey olmadığı için hiçbir zaman başkasına terk edilmez; kolektif bir varlık hakim (otorite) varlığı da ancak kendisi temsil edebilir. Erk bir başkasına geçebilir ama irade geçemez”. Bu söylemler tam olarak milli egemenlik kavramını kast etmese de bu düşüncenin oluşmasına büyük bir yardımı dokundu.

 

 

Milli Egemenlik kavramını ortaya atan kişi ise Emmanuel-Joseph Sieyès’dir. Sieyés, Rousseau’dan ve Hobbes’dan etkilenmiştir daha sonrasında ise Millî Egemenlik kavramını ortaya atmıştır. Nihayetinde tüm bu düşünceler ve teoriler bir sonuca ulaşmıştır. 26 Ağustos 1789’da toplanan Fransız Halk Temsilcileri, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisini yayımladılar. Bildirinin 3. maddesi şu şekildedir “Egemenliğin özü esas olarak ulustadır. Hiçbir kuruluş, hiçbir kimse açıkça ulustan kaynaklanmayan bir iktidarı kullanamaz.” Bu ifadeler hak olan egemenliğin, ulusa ait olduğu ve kimsenin bu egemenliği onlardan geri alamayacağının resmi bir belgesi olmuştur. Milli Egemenlik hakkındaki benzer ifadeler 1791 Anayasası’nda da yer almıştır.

 

 

Osmanlı’da Ulusal Egemenlik Fikri


Tüm Avrupa’da Ulusal Egemenlik ve milliyetçilik akımları dalgalanırken sınır komşusu olan Osmanlı büyük sorunlarla uğraşıyordu. Savaşlarda büyük yenilgiler ve taht savaşları arasında sallantıda olan imparatorluk, kuzeyde ve güneyde yaşayan azınlıkları kontrol etmekte zorlanıyordu. Fransa’da yükselen milliyetçilik akımı da işleri zorlaştırıyordu. Fransız İhtilali’nin ilk etkileri azınlık isyanlarıyla hissedildi. 1804 yılında Avusturya ve Rusya tarafından kışkırtılan Sırplar, sıradan bir domuz çobanı olan Kara Yorgi önderliğinde Osmanlı’ya karşı isyan etti. İsyancılar 13 Aralık 1806’da Belgrad’ı ele geçirse de isyan bir süre sonra bastırıldı. Bunun ardından Filiki Eterya gibi birçok isyancı grup, başta Balkan toprakları olmak üzere azınlıkların yaşadığı bölgelerde isyan etti.

 

 

Zaman geçtikçe artan bu isyanlar ve birçok iç karışıklık, tahta yeni geçen  II. Mahmud’u 28 Temmuz 1808 tarihinde Sened-i İttifak’ı imzalamaya zorladı. Bu yasalar her ne kadar anti-demokratik ve ayanların lehine düzenlenmiş olsa da padişahın haklarını kısıtlayarak anayasal düzenin ilk adımı oldu. Yaşanan hadiselerden 31 yıl sonra Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı ile Osmanlı Hükumeti, Avrupa’nın desteğini almak için Tanzimat Fermanı’nı yayımladı. Gülhane Parkı’nda okunması nedeniyle diğer adı  Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu olan bu bildirge, Sultan Abdülmecid döneminde 3 Kasım 1839 tarihinde okunmuştur. Tanzimat Fermanı Osmanlı’nın demokratikleşme adımları açısından büyük bir adım olmuş, sultanın bürokrasi ile ilişkisi azaltılıp sivil-bürokrasi kalkındırılmış ve sultan kendi iradesiyle kendi yetkilerini azaltmıştır. Buradan da anlıyoruz ki yaşanan bu gelişmede Fransız İhtilali ve Ulusal Egemenlik fikri oldukça etkili olmuştur. Tanzimat’ın tamamlayıcısı olarak nitelendirilen Islahat Fermanı ise 18 Şubat 1856’da yayımlanmıştır. Bu fermanın amacı ise Avrupalı devletleri memnun etmek ve azınlıkları imparatorluğa bağlamaktır.

 

 

Fransız İhtilali, Osmanlı’da sadece azınlık isyanlarını tetiklememiş; aynı zamanda 19. yüzyılının ilerleyen yıllarında aydınlarda ve yazarlarda yeni düşünce akımlarının oluşmasına önayak olmuştur. Türkçülük denen bu fikir akımı, özellikle Fransa’da eğitim görmek için bulunan gençlerin Rousseau ve Montesquieu gibi aydınlardan etkilenmesi ile ortaya çıkmıştır.  İleride Osmanlı’nın önemli yazarları ve aydınları olacak bu kişiler Jön Türkler ya da Genç Osmanlılar olarak adlandırıldı. Jön Türklerin içinde Namık Kemal, İbrahim Şinasi, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi dönemin önemli aydınları ve yazarları bu harekete destek vermiştir. Jön Türklerin en temel amacı Osmanlı Devleti’ne meşrutiyet idaresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupai tarzda hak, hürriyet verilmesi diyebiliriz. Ulusal Egemenlik fikri etrafında toplanan gençler, Tercüman-ı Ahval gibi gazetelerde yayınlar yapmış, şiirler ve kitaplar yazmış (Hürriyet Kasidesi-Namık Kemal) ve başka birçok şekilde kalem ile mücadele etmiştir. 

 

 

Jön Türkler, istedikleri meclise ve devlete II. Abdülhamid’in tahta geçmesiyle kavuştular. Sultan, tahta geçebilmek için Jön Türkler’in toplandığı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne I. Meşrutiyet’in ilan edilmesi için söz verdi. Verdiği sözü de tuttu. 23 Aralık 1876 tarihinde I. Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyet, Osmanlı açısından oldukça önemliydi. Meşrutiyet rejimine geçilmesi, yeni ve demokratik bir meclisin hayata geçmesi, Padişah’ın haklarının daha çok kısıtlanması, ilk anayasa olan Kanun-i Esasi’nin kabul edilmesi gibi birçok yenilik Osmanlı’nın artık farklı bir devlet olduğunu gösteriyordu fakat bu durum çok uzun sürmedi. Tahttan inmekten ve idam edilmekten korkan Sultan II. Abdülhamid, Kırım Muharebesi’ni bahane ederek meclisi feshetti. 

 

 

Meclis, sultan tahtına ya da hayatına olası bir tehdit barındırıyordu. Meclis dağıtıldıktan sonra Osmanlı’da padişah tarafından baskılar artmaya devam etti. Birçok gazete kapatıldı, gazetelerde halk, millet, adalet gibi kelimeleri kullanmak yasaklandı, Jön Türkler’e dahil olan birçok yazar sürgüne gönderildi veya tutuklandı. Tüm bu baskılar artarken halk tepkisizdi. Çünkü getirilen yenilikler ve ulus bilinci halka başarılı bir şekilde benimsetilmedi. Fakat şunu söylemek gerekir ki I. Meşrutiyet her ne kadar kısa bir dönem olsa da ileriki günlerde halk egemenliğine geçişin zeminini hazırladı. İlerleyen yıllarda 1907’de İngiltere ve Rusya arasında yapılan Reval Görüşmeleri sonuncunda Osmanlı’nın elinde bulunan Balkan toprakları parçalanmış ve dağıtılmıştır. Bu durum II. Abdülhamid için baskının artması anlamına geliyordu. Ayrıca yaşanan olaylar neticesinde İttihat ve Terraki Partisi Meşrutiyet’in ilan edilmesi için Yıldız Sarayı’nı telgraf yağmuruna tutuyordu. 

 

 

Yapılan tüm bu baskılar 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle karşılığını buldu. Fakat II. Meşrutiyet padişah için daha ağır şartlar barındırıyordu. Örneğin hükümet meclise karşı sorumlu tutulmuş, padişahın meclisi açma kapama yetkisi elinden alınmış ve sürgüne gönderme yetkisi kaldırılmıştı. Bununla birlikte Osmanlı Devleti yıkılana kadar bu şartlar altında yönetilmeye devam edecekti. Tüm bunlar yaşanırken Ulusal Egemenlik ve Jön Türkler hareketlerinden etkilenmiş Mustafa Kemal adında genç bir asker yetişiyordu.

 

Mustafa Kemal Atatürk ve Ulusal Egemenlik


Mustafa Kemal Atatürk subaylık dönemindeyken aklında Cumhuriyet fikri oluşmaya başlamıştı. Sürekli olarak dönemin ulusalcı edebiyatını takip etmiş, Fransız İhtilali bildirilerini okumuş, Ziya Paşa, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mehmet Emin ve Süleyman Nazif gibi yazarların eserlerini incelemiştir. Ayrıca Rousseau, Voltaire, Montesquieu, Aguste Comte, Durkheim gibi yabancı yazarlardan etkilenmiştir. Bu etkilendiği düşünceleri hayata geçirmek için 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmıştır. I. Dünya Savaşı’nda ağır yenilgi almış Osmanlı, Mondros Mütarekesi ile ağır koşullar altında İtilaf Devletleri’nin yönetimi altına girmişti. Anadolu ve Osmanlı’nın elinde bulundurduğu diğer bütün topraklar parçalara ayrılarak zulme mahkum edilmişti. Bundan kurtulmanın tek yolu tüm Anadolu’yu milli mücadele adına örgütlemek ve Atatürk’ün aklında kurduğu cumhuriyet rejimini hayata geçirmekti. 

 

 

Türk milletinin özgürlüğüne ve hürriyetine kavuşabilmesinin tek yolu buydu. Atatürk, tam olarak bu yüzden Samsun’daydı. 9. Ordu müfettişi olarak görevlendirilen Mustafa Kemal, onu destekleyen bir kaç rütbeli komutanla birlikte Kurtuluş Mücadelesi’ni başlattı. Bir yandan milletin bağımsızlığını vurgulamak adına bazı görüşmeler ve kongreler başlatılırken, bir yandan da işgal kuvvetlerine karşı isyanı güçlendirmek ve milis kuvvetleri bezdirmek adına Kuva-i Milliye Hareketi birçok koldan desteklenmeye çalışılıyordu. 28 Mayıs 1919’da Havza Genelgesi yayımlandı ve ulusal egemenliğe karşı olan işgaller protesto edildi. Bir ay geçmeden 22 Haziran 1919’da Atatürk tarafından yazılan Amasya Genelgesi yayımlandı. Bu bildiride vatanın ve milletin bağımsızlığının tehdit altında olduğu açıkça belirtilmiş, “Milletin bağımsızlığını yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır” ve “Millet adına karar almak ve bu kararları uygulamak için her türlü etki ve denetimden uzak mili bir kurulun varlığı şarttır” maddeleriyle birlikte Ulusal Egemenlik vurgusu yapılmıştır. 

 

 

Bu bildiriden sonra birçok cemiyeti birleştirmek ve Kuva-i Milliye Hareketi’ni düzenlemek adına 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi toplanmıştır. Bu kongre Ulusal Egemenlik adına çok önemlidir. Çünkü bu kongreyle birlikte milli mücadele adına hareket eden çoğu birlik burada toplanmış, millet egemenliğin temsili olan meclisin ön ayağı olan “Temsil Heyeti” kurulmuş ve milli sınırlar açıkça belirtilmiştir. İlerleyen zamanlarda ise milli hedefi güçlendirmek ve geliştirmek adına Balıkesir’de ve Sivas’ta kongreler düzenlenmiştir. Bu kongrelerde Türk milleti adına birtakım kararlar alınmaya başlanmış ve Temsil Heyeti yürütme gücünü kullanmaya başlamıştır. Yani buradan anlıyoruz ki 4 ay kadar kısa bir sürede Atatürk’ün Ulusal Egemenlik hayali gerçekleşmeye başlamış ve ilk adımlarını atmıştır. Düzenlenen milli mücadele karşılığını bulmuş ve nihayet Türk milleti aradığı bağımsızlığı 23 Nisan 1920’de resmen adı konmasa dahi yeni Türk Devleti olarak bulmuştur. Ulusal Egemenlik kavramına kavuşulmasına ve milleti temsil eden meclisin kurulmasına rağmen yeni meclisin yönetim biçimi ve rejimi belli değildi.  Bazı vekiller halifeyi devlet başkanı olarak görürken bazı vekiller ise kimin olması gerektiği konusunda kararsızdı.

 

 

Oluşan kararsızlık ve belirsizlik 1923 Ekim sonlarında bazı hizipleşmelerin oluşmasına sebep oldu. Bu tartışmaların bir hükümet bunalımına patlak vermesi an meselesiydi. Mustafa Kemal, Meclis Hükümeti sisteminin yeni bir hükümet kurulmasına engel olacağını düşünüyordu. Onun aklından geçen sistem başından beri cumhuriyet rejimiydi. Bunun için tartışmaların sürdügü zamanlarda TBMM ile yoğun çalışmalar içine girdi. Yeni sistemin kurulması için Ali Fethi Okyar’ın başkan olduğu hükümetin istifa etmesini istedi. Bunun ardından hükümet 26 Ekim 1923’te istifa etti. Bu olay gerçekleşince yeni hükümetin nasıl ve kimler tarafından yönetilmesi ile alakalı konu daha yoğun bir şekilde tartışıldı. Tartışmalar bir çıkmaza varıyordu çünkü meclisteki her grup kendi adayını destekliyor ve hiç bir aday yeterli oyu alamıyordu. Durum böyle olunca yapılan çalışmalar sonucunda kabine sistemine geçilmesi, cumhuriyet rejimine geçilmesi ve anayasada bazı maddelerin değiştirilmesi gerektiği kararlaştırıldı. İsmet Paşa ve onunla birlikte birçok vekil 28 Ekim 1923 tarihinde 1921 Anayasası’nın mevcut sorunlarını düzeltmek için gerekli çalışmaları tamamladılar. Ertesi gün mecliste yeni anayasanın görüşülmesi için tüm vekiller toplandı. İlk olarak kararlaştırılan değişiklikler tüm vekillere Mustafa Kemal’in teklifi olarak okundu. 

 

 

Bundan sonra meclis içersinde yoğun tartışmalara girildi. Bu tartışmaların ardından önerilen değişikliklerin kabul edilmesi gerektiği hakkında ortak bir karara bağlanıldı. Önerilen maddeler teker teker okundu. Saat 20.30’da 158 milletvekilinin ortak oyuyla birilikte ülkenin rejimi Cumhuriyet olarak belirlenmiş, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal olmuş ve ülkenin resmi adı Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmuştu. 

 

 

Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur. Yönetim Biçimi, halkın yazgısını doğrudan kendisinin eylemli yönetmesi esasına dayanır. Türkiye Devleti’nin yönetim biçimi Cumhuriyettir” maddesi ile ulusal egemenlik, hiçbir şekilde geri alınmamak üzere halka teslim edildi.

 

 

yusuf manavoglu


Kaynakça:

  • Kırıkkale Üniversitesi, Egemenlik (Hâkimiyet), Halk Egemenliği ve Milli Egemenlik Tartışmaları ve Egemenlik Anlayışında Esaslı Dönüşüm, Yrd. Doç. Dr. Adnan Küçük
  • Internatioal Universiy of Sarjevo, Türkiye’de Cumhuriyet Rejiminin Benimsenmesinde yaşanan tarihsel Süreç, Şakire Çimenli
  • Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi, Demokratik Mitoslar: Halk-Ulus Egemenliği ve Siyasal Temsil, Doç. Dr. Mehmet Ali Ağaoğulları
  • Magna Carta, Can Aktan