Okuyucuda iz bırakacak ve puslu düşüncelere sevk edecek bir yazı.


 

Şimdi bakıyorum da ne kadar da güzel gözüküyormuş uzaktan Burgazada. Gece, kapkara bir örtü gibi örtmüşken şehri; bir kurtarıcı gibi yetişen güneşin hafifçe süzülmesiyle adanın üstünde, daha da güzel oluyormuş. Gerçi bilmiyorum, bu buğulu gözlerimin ardına çarpan ışık Tanrı’nın bana bir gün daha bahşettiğini mi yoksa altında uyuyakaldığım sokak lambasının hala daha yandığını mı gösteriyor. İlk defa gelişim değildi buraya aslında. Çokça defa hayatın sillesini yiyip kendimi atmıştım İstanbul’un puslu sokaklarına. Farklıydı bu sefer ama. Tıpkı her seferinde dediğim gibi. 

 

İrkiliyorum bir eli annesinin elinde, diğer elindeyse pasta kutusunu anımsatan bir kutuyla önümden geçip giden çocuğun annesine sorduğu soruyla. “Doğum günlerini çok seviyorum ben anne, doğum günleri biter mi bir gün? Hiç bitmesin lütfen.” İşte uzun zamandır tüm hayatımı saran ve anlam veremediğim bu hisse beş yaşındaki bir çocuk ilk defa hayatını sorgulayarak tercüman olmuştu aslında. Artık doğum günlerimin bittiğini hissediyorum ben de. Üzgünüm çocuk ama aşklar bitiyor, dostluklar bitiyor, insanlar bitiyor, güller bitiyor, ağaçlar bitiyor da doğum günleri bitmez mi hiç? İlk önce biter yeniden bir gül gibi. Dikenlidir ama hem güzel kokar hem de tüm dikkatleri üstüne toplar uzaktan. İnsanların sana değer verdiğini hissedersin her doğum gününde; bundandır hoşuna gider o uzun uzun tebrik mesajları, pahalı pahalı hediyeler. Daha sonraysa o gül de biter, solar; hem de hiç beklemediğin bir anda. Doyamamışsındır aslında daha koklamalara. Lakin fayda etmez hiçbir haykırış, ismi artık sadece mezar taşında yazılı olan gül’e.  

 

Tam bu sırada sessiz Maltepe sahilinin yerini uğultulu bir sevgili grubunun içki içerek eğlendiği bir yere bıraktığını duyuyorum yavaş yavaş. Çiçekçi kadın, siftahını yapmak için gördüğü herkese uzatıyordu zorla güllerini. İşte tam da o an anladım yalnız olduğumu; çiçekçi kadının bana uğramadan geçip gittiğini gördüğüm an. Semtin ihtişamlı ve koşuşturmalı burjuva hayatının ve yüksek yüksek her yeri cam kaplı pahalı gökdelenlerinin arkasında kalan karanlık ve kirli sokaklarının arasındaki yıkılmakta olan bir gecekonduda yaşayan o çiçekçi kadın bile anlamıştı ne kadar yalnız olduğumu. Bunun için o esiri olduğumuz sosyal medyada Atilla İlhan’dan bir şiir paylaşmama gerek yoktu diğerleri gibi. Günün sonunda artık oturduğum bankın diğer tarafının boş olduğunu görmem yetiyordu oysa yalnızlığımın tasdiklenmesi için. En iyi ben bilirim sanırım üstünde şimdiye kadar hiçbir insanın sevgisini hissetmemenin verdiği o varoluşsal sancıyı. Yaptığımız her şey varoluşumuzu kanıtlamak için değil miydi zaten? Tüm dünyaya ve insanlara “ben de varım” diyebilmek için… İşin ilginç kısmı var olurken hep farklı hissederiz kendimizi diğerlerinden. Biz özelizdir ve herkesten farklı olduğumuz için üstün hissederiz kendimizi. Ama dünyanın herhangi bir yerinde bizimle aynı duygu ve düşünceye sahip; ikizimiz gibi birisini görünce de seviniriz aynı dertleri, aynı mutlulukları paylaşıyoruz diye. Hem farklı olmaktan haz duyan hem de farklı olmadığını öğrenince mutlu olan bir varlıktı aslında insanoğlu. Oysa yalnızlık öyle mi? Yalnızlığının en büyük ispatı yalnız olmanken bunu sadece kendine ispatlayabilecek olman kadar acı, son doğum gününde sürpriz olan partide pastanın üstündeki mumlara üflemek yerine gittikçe soğuyan sokak taşlarının üstünde biraz olsun ısınmak için ellerine üflemen kadar çaresiz bir his. Aslında fark etmemişiz hiçbirimiz neden pastanın üstündeki mumları üflediğimizi.        

 

İçinde ne kadar mum olduğunu bilmediğimiz hayatımızda her yıl bir tanesini daha yakıp son veriyorduk aslında, ta ki geriye mum kalmayana kadar.  Benim içinse farklıydı hayatın anlamı. Mumlar ömrümden akıp geçen senelerle değil şu hayata dair sırtımı dayadığım her bir kalenin düşmesiyle sönüyordu, tıpkı umudum gibi. Son kalesini kaybetmiş bir imparator gibi, içimden kurtarmaya dair herhangi bir umut ve istek olmadan bakıyordum şehre çaresizce. Ağır ağır sonlanmasını izliyordum savaşımın. Tek tek terk etmişlerdi dostlarım safımı ve kalakalmıştım kan gövdeyi götüren savaş meydanının ortasında. Artık o kadar alışmıştım ki herhangi bir üzüntü duymuyordum yanı başımda ruhunu teslim eden insanlara. Nefes almakta bile zorlanırsın boğazına dolan kum taneciklerinden dolayı. En kötüsüyse o dostların giderlerken yağmalayıp da terk ederler onlara açtığın gönlünün şehrini. İşte o an güvendiğin dağlara karlar değil kor ateşler yağar gökyüzünden. Varlığını ispatlayabileceğin son kişi de yok olmuştur artık. İmparatorların esir düşmemek için intihar ettiklerine defalarca kez şahit oldum ancak intihar insanın Tanrı’ya gönderdiği son bir işaret fişeğidir aslında. Oysa mumları yakmaktan artık bitmiş bir kibrit kutusu ile yakamazdım işaret fişeğini de. Hayat işte o kadar nefret etmişti ki benden artık ölmeyi bile beceremez hale gelmiştim. Ben bunu hak etmiş miydim? Gerçi şu hayatta kim neyi hak etmişti ki? Yaratanı kendimize bir emir kulu belleyip her dediğimizi yapmasına beklerdik anlamsızca. Başımızda biten her kötü olayda biz hak etmezdik onu, toz konduramazdık kendimize. Ben de anımsıyorum yaptıklarımın bedelini öderken kendimi bir oraya bir buraya atarak odanın duvarlarında sorardım ona bunları hak edecek ne yaptığımı. Zor dostum zor yalnızlık, hele bir de tek başınaysan

 

Sanırım şu hayatta yapmaktan zevk aldığım en büyük şey sarılmaktı ve o da şu hayatta en az yapabildiğim şey olmuştu. Çünkü insanların karşısında güçlü gözükmek için asla göstermemiştim onlara duygusal ve ilgiye muhtaç o yoksul çocuğu. Çok şeyler feda ettim aslında sarılmak için insanlara. Kimi zaman geldi yüzlerce kilometre yol gittim, kimi zaman geldi güneş doğana kadar bekledim o pembe panjurlu evin önünde. Ama bir türlü başaramadım; sarılmadım, sarılamadım, sarılmadılar. Benim için anlamı farklıydı sarılmanın. Hayatın yükleri bizlere o kadar ağır gelirdi ve aciz kalırdı iki omzumuz, sarılarak onunla bir olur ve ardından hayatın yüklerine dört omuz olarak karşı gelirdik. İşte bu yüzden hem en kötü an’ımızda hem en mutlu an’ımızda sarılıyoruz birbirimize. Sevdiklerime bir kere daha sarılabilmek için nelerden vazgeçmezdim ki. Gerçi dönüp bakınca çok da bir şey kalmadığını görüyorum elimde, benim bile olmayan bir nefeslik canımdan başka. Her şeye rağmen mutluydu bir yanım, o soluk metropol kentinin günü kurtarmak için çabalayan “karşıdaki dağları ben yarattım” edasıyla dolaşan kibirli ve vicdanını kaybetmiş insanlarından olmadığım için. Kim bilir terk ettim belki bu şehri defalarca kez ama asla onlar gibi olmadım. Bir insanın gözünden akan yaşın sebebi olmamak için belki de nefret edeceği bir ben yarattım gözlerinin önünde. Olsun, her ne kadar sokakta karşımdan gelen adamın yüzündeki mutsuzluğunun sebebini düşünüp kendime dert etsem bile ben asla düşünülmemiştim insanların içinde gizlenirken en yakınlarım tarafından bile. Varlığım ve yokluğum bir olmuştu da sanki hissetmiyorlardı bir türlü farklarını. İşte terk etmiştim ben de bu yüzden defalarca Galata şehrini ama her defasında sahibine ihanet etmiş bir köpek edasıyla başım önümde utanarak geri dönüyordum kulübeme. Yine de bazen gitmek gerekir başka yerlere, sırf tekrar dönebilesin diye. Yine de olsa gideyim de buradan bir ders vermek için insanlara, yine de kalp kıran birisi olarak girmeyeyim toprağa.  

 

İstanbul’u dinliyorum ama gözlerim açık, hem de sonuna kadar. Artık göz yummak istemiyorum bu karanlık şehrin karanlık insanlarına, yaptıklarına. Heyhat! Taşı toprağı altın olsa ne yazar, bu memleketin insanlarının kalbi, kömür karası olmuşken. Heyhat ki bir kere kırmışken bir dostunun kalbini neye yarar dönsen de bin defa Kâbe’yi? Heyhat ki bir kardeşi boğuşurken açlıkla kader deyip, hayvanlara yardım için göz boyayanlara. İşte böyledir insanoğlu hem döver hem sever. Belli değildir o her gün çıktıkları dünya sahnesinde taktıkları insani maskelerin altında neler yatıyor. En dinine bağlı olan aslında içinde şüphe duyuyordu inandığı şeye içten içe. En korkusuzu ağlıyordu belki yarından korkmaktan her gece. En yardımseveri en büyük yardımı kendi için yapmanın peşindeydi belki de. En aşığıysa bile her gün zarar verebiliyordu dünyalar güzeli eşine. En mutlusu aslında her gün planlıyordu Tanrı’ya o işaret fişeğini nasıl göndereceğini hiç durmadan. İşte böyle insanların yaşadığı bir dünyada kim sarılsındı ki bana? Kim sırtını dayasındı herkes maskeliyken maskesini çıkartmış bir insana? Her birimizin içi o kaçtığımız kirli sokaklardan daha da kirlenmişti artık onlardan kaçarken. O elimize aldığımız bavulla gelirken taşradan buraya, insanlığımız ve masumiyetimiz de kaybolmuştu tozun toprağın arasında. Artık iyilerin değil kurnazların ve çıkarcıların dünyası haline gelmişti yavaş yavaş dünya. Hangi maskeli yakmama yardım edecekti ki mumları mı? Hangi perdede yer bulacaktım ki sanki dünyaya, dünyayı anlatmaya? Hayat bana sahneye çıkma fırsatı bile vermemişti oysa.

 

Lütfen doğmasın artık o masum, günahsız çocuklar. Lütfen üflemesin artık neyzen Nihavend makamında bir daha. Lütfen dokunmasın bir daha Fazıl aşkla piyanosunun tuşlarına. Sussun tüm şarkılar, besteler; başlasın selâlar, gazeller. Yükselse de Boğaziçi’nin suları arşa kadar yine de yetmez silmeye bu şehrin karasını, pasını. Yine de götüremez kırılan kalplerin acısını, ölen insanların yarasını. Yeter artık! Daha fazla âşık olmasın aşuklar maşuklar birbirlerine. Daha fazla kimse sevmesin birbirini karşılıksız bir biçimde. Dokunmasın artık daha fazla şairler çaresiz kalplere. Çarpmasın ressamların fırçaları ince ince tuvaline. Bırakın gökkuşağını, boyayalım her yeri siyahtan griye. Dolduralım ceplerini de bakmasınlar başkasının hakkına gözü doymayan insan müsveddeleri de. Başlarından aşağı dökelim de bidonları kirlenip kendi petrol karalarında daha fazla can yakmasınlar uzak uzak memleketlerde.  

 

Doyamıyorum yaşamalara yine de. Yanımda olan tek şey de hiçlikken çok farklı bitemezdi elbette ki benim hikayemin sonu da. Yerini vermeliydi artık virgüller noktaya. Sanırım fazla pembeydim bu siyah dünyaya. İnsanı beyaz olsa da dünyası siyahtı sonuçta. Bir daha olsa bir daha karşı gelirdim beyaz insanın siyah dünyasına. Yine yalnız kalırdım, yine uyurdum bu sokak lambasının altında. Her ne kadar doğmuş olsa da güneş, bu sana yeni bir gün değil de son bir kez güneşi gör diyedir belki de. Her ne kadar doğmuş olsa da güneş, umut vardır bu dünyadan göç etmelere son kez. 

 

furkan arslantaş