Sabri Ülgener ve Süheyl Ünver’in fikir dünyamıza katkıları nelerdir?


 

 

Bu güzel bir soru fakat zaman bunları anlatmaya yetmez. Evvela Sabri Ülgener’e baktığınız zaman, kendisi muhteşem bir terkip, rasyonel ile irrasyoneli birleştiren… İrrasyonel tarafında; dedesi İsmail Necati Efendi, Nakşibendî Pîrânına mensup, orada bir dünya var. Babası, Cumhuriyet Dönemi’nin ilk İstanbul müftüsü, orada da bir dünya var. Sabri Bey bu dünyaya hiç yabancı bir insan değil. İrrasyoneli çok iyi kullanıyor. İrrasyonel, metafiziktir fakat en önemli kusuru dışa boşalmada ölçü gevşekliği var. Onun için o metafiziğin rasyonelleşmesi gerekir. Rasyonellik meselesine geldiğiniz zaman, biz bir insan-insan veya insan-devlet ilişkisinde ayağımızı rasyonel bir toprağa basmak zaruretindeyiz çünkü önce doymamız gerek, önce doymaları gerek.

 

Sabri Bey, Osmanlı’dan alınan o mirastaki aksayan yanımızı çok iyi görüyor fakat isimlendiremiyor, kavramsal bir çerçeveye oturtamıyor. Ne zaman ki Hitler’in zulmünden kaçıp İstanbul’a gelen Alman hocalar… Onların içinde çok kıymetli iktisatçılar var Alexander Rüstow, Gerhard Kessler, Umberto Ricci, Josef Dobretsberger ve Wilhelm Röpke. Bu muhteşem kervanın içerisinden Sabri Bey, bizim iktisadî zihniyet dünyamızın, kılcal damarlarına kadar nüfuz edecek bir dünyayı onlardan aldı. O bakımdan muhteşem bir terkip.

 

Süheyl Bey’e geldiğiniz zaman Süheyl Bey’de de irrasyonel var fakat temelde “İnsanın Allah’la olan münasebetidir.”  O her insanın meselesi değildir, olmalıdır veya olmamalıdır, o ayrı bir mesele ama bunu çözmeye yönelmek bir uğraşıdır. Orada da metafiziğin rasyonelleşmesi gerekir. Süheyl Bey’de de aynı şeyler var, aynı yol. Süheyl Bey bu noktada Sabri Bey’den daha ileridedir. Yani o dogmatiği pratiğe çevirmiştir ama içsel olarak bunu başarmıştır. Onu rasyonel alana taşıdığın zaman bir hekim olduğunu görüyorsunuz. Mesela, irrasyonel alanda dönemin mutasavvıflarından Abdülaziz Mecdi Tolun isimli bir zât. Onların tasavvuf anlayışı tamamen sohbete dayanır ve sohbeti de bir iki kişiyle yapar hatta birebir yaparlar, rûberû bir sohbet… Öyle başına adam toplamak, böyle bir şey söz konusu değil ama Süheyl Bey’deki istidadı gördüğü için, 20. yüzyıl Türk şiirinin en önemli ismi Mecdi Efendi’dir, divanı vardır. Bir şiir gönderiyor bir mektup dahilinde, şiir şöyle başlıyor:

Çıkan nârin-i pîşinde duran vâdî-i eymendir

Şiirin sonunda da:

Yemendir sanma meclâsı Süheyl kalb-i Mecdi’dir.

Bunu bir açıklamaya kalksak çok muhteşem bir şey. Süheyl Bey, fıtratı itibari ile bu şiiri kendisine yapılan bir iltifat olarak görüyor ve onu karşılıksız bırakmamak arzu ve endişesine kapılıyor. Bunda da haklı, kendisine şiirle gelinmiş. Teşekkürünü şiirle yapacak ama nasıl yapacak, şair değil. Bir sohbetimizde demişti ki: “Ben parmak hesabıyla aruzu öğrenmiştim.” 1921’de kendisine bu şiir geliyor ve üç dört sene sonra buna cevap veriyor Süheyl Bey, şiir şöyle:

Dolaştım gülistânı câ-be-câ cânânım olmuştur

O tarh-ı dil-rübâda sevdiğim sûzânım olmuştur

Fedâ ettim dilden dîn ile nâsûtu

Süheylim kalb-i Mecdî servet-i sâmânım olmuştur

 

Eklemleşmeyi gördünüz mü burada? Evet, şimdi bu orada kalmıyor, kalırsa insanı yakar öldürür. Bunun mutlaka rasyonelle eklemleşmesi lazım. Biz buna metafiziğin rasyonalizasyonu diyoruz. Bu her adama ait, her adamın başarabileceği bir şey değil. Sabri Bey de başarmıştır bizim ufkumuzda, Süheyl Bey de başarmıştır.

 

Peki Süheyl Bey nasıl başarıyor bunu? Süheyl Bey şunu görüyor, nasıl biraz evvel Sabri Ülgener bir iktisatçı olarak itibariyle evvela doymaları gerektiğini, ona ait bir meselesi olduğunu ve bizim zihniyet dünyamıza -hatta iktisat reçetelerini Türkiye’de ilk entelektüel iklimimize taşıyan kişi Sabri Bey’dir. Süheyl Bey de şunu görüyor, yaş itibari ile Sabri Bey’den büyüktür. 1898 doğumlu, öyle bir kuşağın çocuğu ki… O nesil yani 1900’lerin iki üç sene altında ve üstünde olanlar Balkan Harbi’ni gördüler, Birinci Dünya Harbi’ni ve Türk Kurtuluş Savaşı’nı gördüler yani on yıl kesintisiz bir zaman dilimi içerisinde sıkışan üç harbin çocukları, bunlar gençliklerini hakikaten yaşamadılar. Hep söylerim bunların hayatları, o gençliğin hayatı gençlik yılları heder olmuş bir hayattır. Çekiçle örs arasında, harp içinde bir gençlik. Dolayısıyla neyi gördü insan hayatında, o hayatın sonunu gördü, insan hayatının sonunu gördü. Yaptığı tahsil hekimlikti ama Türk tarihine bunu taşıdı yani insan-insan ilişkisinde bizim tarihimizi harekete geçirerekten bizim bu topraklardaki bekamızı gördü. Bunu ilk gören, tayin ve tespit eden, o manada bunun peşinde olan da Süheyl Bey’dir. İyi bir hekim, iyi bir dahiliyeci. Bilhassa ne yaptığını söylemek gerekirse, sürekli olarak çalıştı ve defterler üretti. Bin beş yüzün üzerinde defteri vardı el yazması olarak. Muhteşem bir şey, bu derinliği çok büyük bir konudur, bizim de epey de o manada vaktimizi alır. Başlı başına bir sohbet mevzuudur.