GİRİŞ

 

Türk edebiyatının son dönem postmodernist yazarlarından olan Mine Söğüt’e dair olan bu incelemede, yazarın Deli Kadın Hikâyeleri adlı öykü kitabında yer alan karakterlerin ruhsal ve psikolojik yönleri tahlil edilmiştir. Güçlü ve feminen bir kaleme sahip olan Söğüt, eserlerinde iktidar, cinsiyet, kimlik ve cinayet gibi toplumsal konulara değinir ve bunları ölüm ve yalnızlık gibi temalarla çevreler. Mine Söğüt’ü başarılı bir yazar yapan en temel unsur, kimlik ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin iktidara ve eril güçlere karşı olan muhalif kişiliğidir. Toplumun düzensizliğine, yolsuzluğuna ve acımasızlığına karşı hikâyeleriyle kendine keskin bir anlatım çizgisi oluşturur. Bu tutumuna gazeteci kimliğini de ekleyerek bugün bile dönemin muhalif gazetelerinde köşe yazıları yazmaya devam etmektedir.

 

Mine Söğüt, Türkiye’nin yeraltı edebiyatına girmek istemeyecek kadar ahlâklı cümleler sarf etmeye çalışsa da karamsarlığın ve küfrün o edebiyat dolu sokaklarına inceden bir göz kırpmadan da kendini alamayan yazarlarımızdandır. Edebiyat hayatına romanla giriş yapan Söğüt, dört başarılı roman kaleme alarak bu alandaki hünerini kanıtlamış ve ardından öykü kitapları olarak iki değerli eser yazmıştır. Gazetecilik mesleğini edebî yönüyle de birleştiren Söğüt, bir söyleşi ve bir biyografi kitabı yayımlamıştır. Öte yandan monografilere de imza atmıştır. Türkiye’de 12 Eylül 1980 Darbesi öncesinde dönemin köşe yazarlarının, o dönem içerisinde yazmış oldukları yazılarını toplayarak derleme bir çalışma olarak yayımlamıştır.

 

Öykü kitaplarından ilki olan Deli Kadın Hikâyeleri’nde yalnızca delilik hikâyelerinin bulunmadığı aynı zamanda bireysel psikolojiyi ilgilendiren hastalıklarla beraber ruhsal hastalıkların da bulunduğu öyküleri yer almaktadır. Delirmenin sınırındaki hayatlarla ve zorunluluklarla yaşamakta olan kadınların, aklî dengelerini korumaya çalıştıkları, nitekim başaramadıkları hüsran dolu sonlara tanıklık etmekteyiz.

 

Mine Söğüt’ün Deli Kadın Hikâyeleri adlı eserinden hareketle öykü karakterlerinin hayatları, onları deliliğe iten durumları ve ruhsal bozukluğa yol açan travmaları yirmi bir öykü içerisinden seçilen dokuz öyküyle tespit etmeye çalışacağız.

 

Çalışma neticesinde öykülerde aşağılık kompleksi, alzheimer, paranoya, aleksitimi, şizofreni, şizoid, sınırda ve antisosyal kişilik bozuklukları gibi birçok ruhsal ve psikolojik hastalık olduğu görülmüştür. Bu öyküleri ve hastalıkları üç seri hâlinde tefrika ederek siz değerli okuyucularımızla buluşturacağız. Çalışmamızda öykülerin özetlerine dair kısa anlatımların yer almasının nedeni, tespit edilen hastalıkların kaynaklandığı esas noktalara değinmek içindir. Sonra hastalığın tanımı ve karakterlerdeki yansımaları anlatılmıştır.

 

 

Annemin O Harikulade Saçları

 

İntiharla ve bir falcının bir rüyayı yorumlamasıyla başlayan öykü, başkarakterimiz olan bir kadının annesinin intiharı üzerinedir. Annesinin ölümünden sonra delirmek üzere olduğu bir hayata hapsolan genç kız, anneannesinden sık sık annesinin saçlarını ve güzelliğini dinler. Harikulade ve bukle bukle saçlara sahip olan annesine, babası gibi bir de babasının öz kardeşi âşıktır. Fakat bu aşk, kardeşini deliye döndürmüştür. Falcılara ve hocalara götürülen kardeşinin tutulduğu bu kara sevdadan tek kurtuluşu, âşık olduğu kadının saçlarının kesilmesi ve ardından çok uzak ve bilemeyeceği yerlere götürülmesi gerektiğidir.

 

Anlatıcımız olan genç kızın babası bu durumdan haberdar olup önce kardeşini öldürür ve sonrasında karısının bukle bukle olan o harikulade saçlarını keser. Lakin bu noktada ilk hangi işin yapıldığı bilinmez. Anlatıcı bir tekrarlama içinde her iki olayı şöyle anlatır: ‘‘Babam, kardeşini öldüren o adam, elinde kör makas, annemin saçlarını kesti. Önce kardeşini öldürdü sonra annemin saçlarını kesti. Babam, kardeşini öldüren o adam. Bir annemin saçlarını kesti, bir kardeşini öldürdü.’’ (Söğüt, 2011: 13).

 

Aşağılık Kompleksi

 

Aşağılık kompleksi, bireysel psikoloji ekolünün kurucusu olan Alfred Adler tarafından ortaya atılan ve kişinin kendini bazı yönlerden yetersiz hissetmesine neden olan karmaşaya verilen isimdir. Aşağılık duygusu ruhsal hayata egemen olur. Bunun, yetersizlik, eksiklik duygularında ve insanlığın sağladığı aralıksız çabalarda sürekli olarak ve açık bir şekilde kendisini ifade ettiğini görürüz. (Adler, 2002: 61).

 

Annesinin intiharıyla ve babasının işlediği cinayetle anneannesinin evinde yaşamaya mecbur kalan karakterimiz, bu iki gerçek arasında zorunlu olan bir deliliği sürmektedir. Gördüğü ve görmediği rüyaları eve gelen falcı bir kadına anlatır ve ondan yine bu intiharı ve cinayeti dinler. Kaybetmekte olduğu aklının yanısıra görmekte olduğumuz şey, anneannesinin de benzer bir deliliği yaşamakta olduğu ve sürekli kızından bahsederek onun saçlarını övüyor olmasıdır: ‘‘Anneannem, saçları, derdi başka bir şey demezdi. Annenin o harikulade saçları… Annenin o kestanerengi, rüya bukleli harikulade saçları, annenin o saçları…’’ (Söğüt, 2011: 12).

 

Bu durum zaman içerisinde başkarakterimiz olan genç kızda, bir yetersizlik duygusu yaratmaya başlar. Hemen hemen her anında kendini ve saçlarını annesiyle kıyaslar ve kendini ondan daha aşağıda ve yetersiz görür. Zira anneannesinin bile torunu üzerine tek kelime ettiğini görmeyiz hatta torununun saçlarını tararken dahi kızının saçlarının güzelliğinden bahseder. Bu durum üzerine de karakter üzerindeki kompleksin baskınlığını görürüz:

 

‘‘Annenin o kestanerengi, rüya bukleli, annenin o harikulade saçları, derdi saçımı tararken. Ne onunkiler gibi kestanerengiydi benim saçlarım, ne bukleli ne de harikulade. Aksine alelade… Dümdüz, kahverengi, inceliksiz, bir anneden, kendini öldüren bir anneden miras kalmışa hiç benzemeyen, kendi halinde, özelliksiz, incecik, ipincecik, zavallı saçlarım… Annenin saçları çok güzeldi, derdi hep anneannem saçımı tararken.’’ (Söğüt, 2011: 13).

 

Genç kız, annesine gösterilen bu ilgilerden dolayı kendi iç dünyasında da bu yetersizliği kabullenmiş olur. Yetersizlikleriyle baş edemez duruma gelerek hayatından ve rüyalarından annesini çıkarmaya uğraşır fakat bunda da başarılı olamaz.

 

Annesinin intiharından beri yaşamakta olduğu bu duygu, rüyalarında da peşini bırakmaz. Sürekli annesinin saçlarını ve intiharını görür. Eve gelip kendisine fal bakan falcı kadının da rüyalarında gördüğü bu saçlardan övgüyle bahsettiğini görür. Kendini artık tamamen yetersiz hissetmeye başlar. Falcı, bu defa rüyaya aynı gece aşk için yatmasını söyler fakat genç kız o gece asla uyumaz. Çünkü annesinin sonunu getiren şey, yaşanılan bir aşkın neticesiydi. Babasının ve amcasının annesine olan aşkı, o harikulade saçların sonunu getirmiştir ve annesini intihara sürüklemiştir. Karakterimiz de aşk duygusuyla beraber annesi gibi bir son yaşamamak için falcının ‘‘aşk için bu gece rüyaya yat’’ dediği gece korkusundan dolayı hiç uyumamıştır. Adler (2002: 62) bu durumu, yetersiz olan bireyin kaçışı olarak yorumlar ve bu şekil, birçok hallerde heyecan nedeni, nesnenin yanından kaçış veya hayatın sürekli isteklerinden kaçış gibi düşünülmelidir, der.

 

Hem annesinin harikulade saçlarına karşı olan yetersizliği hem de yeni bir aşka açılacak olan duyguyu reddedişi, genç kızın üzerindeki yetersizlikten yani aşağılık kompleksinden kaynaklı olan bir kaçış hikâyesidir.

 

Beni Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat

 

Eserin ikinci hikâyesi olan Beni Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat adlı öykümüzde, ezberlemiş olduğu yüzlerce şarkıyla ölmek üzere olan yaşlı bir kadının son anları anlatılmaktadır. Yaşlı kadının, doktoruyla arasında geçen muhabbetten ziyade kendiyle olan konuşmalarını görürüz. Birçok dilde şarkı bildiği gibi bir sürü de çocuğa sahip olduğunu dile getirir. Bazı şarkılarının hikâyesine ve sözlerine değindiği gibi kimi çocuklarının da ölümüne değinir. Aynı zamanda yer yer ölüm korkusu yaşamakta olduğunu görürüz. Lakin onu ölümden daha çok korkutan şey, öldükten sonra aklındaki şarkıların ne olacağıdır. Onları da çocukları gibi görür. Doktoruyla olan konuşmalarında, doktorunun konuşmalarını da kendi ağzından duyarız.

 

Çoğunlukla şarkılarından ve şarkı sözlerinden alıntılar yapar. Çocuklarının nasıl öldüğünden bahseder. Bazı noktalarda ölüm korkusuyla karşı karşıya geldiği gerçeğini ve öldükten sonra ne olacağını doktoruna sorduğu sorularla anlamaya çalışır. Nitekim sonunda ölümün muhteşemliğini kabullenerek şarkılarını da kendiyle beraber götürür.

 

Organik Mental Bozukluk: Alzheimer

 

Alzheimer beyinde bazı bölgelerde nöron kaybı ve metabolik aktivitede azalma ile birlikte hatırlamayı, konuşmayı ve duyguları etkileyen ilerleyici dejeneratif bir hastalıktır(Yüksel, 2006: 706). Yaşlılığın ve yaşlanmanın en büyük korkularından biri olan alzheimer, üç evreye ayrılmaktadır. Üçüncü evresinde yer alan ‘parçalanmış bellek’ belirtisi, yaşlı kadının yaşadığı anıları parçalar hâlinde hatırlayıp anlatmasıyla karşımıza çıkar. Bu hastalığın etkisiyle beraber ezberlemiş olduğu şarkıların da sayısı öyküde beş defa değişme gösterir.

 

Yaşlı kadının geriye dönüşlerle anlattığı yaşamıyla beraber ölüm hikâyeleriyle gerileme terapisini görmekteyiz. Psikanaliz biliminin kurucusu olan Sigmund Freud(1996: 20), ruh çözümlemesinin gerilemelerden arınmamış olduğunu ve akılda yatan her hareketin daha derinlerden kaynaklandığını ileri sürmektedir. Fransızca adıyla Regresyon terimi olarak kullanılan gerileme, ‘geriye gitme, kaynağına inme’ anlamlarına gelmektedir. Hastanın, gündelik hayatta bilincini kurcalayan ve rahatsız eden sorunlar ve davranışlar için gerileme terapisiyle hastasının geçmişi üzerine konuşulur. Psikiyatristlerin hastalarıyla olan terapilerinde genellikle sorunun kaynağına inmek için kullanılan bu yöntem, yaşlı kadının sohbet ettiği doktorunu aynı zamanda terapisti olarak görmemizi sağlamaktadır. Bir çeşit kendini aklama ve içinden kurtulamadığı duygulardan arınma yoluna gitmektedir. Yaşamış olduğu ölüm korkusu, ölümünün ne zaman olacağı ve buna dair kesin bir bilgi almak için doktoruna sürekli sorular sorması, beraberinde ölüme dair bir korku duyduğunu göstermektedir.

 

Ölmek üzere olan yaşlı kadının yaşı belli değildir. Uzun bir hayat sürdüğünü, çok fazla çocuğa sahip olduğu gibi yüzlerce hatta binlerce şarkı ezberlediğini söyler. Fakat yaşlı kadının bu şarkıların sayılarını yer yer karıştırdığını ve binlere varan bir sayıya ulaştığını görürüz. Alzheimer hastalığının yaratmış olduğu parçalanma ve bilgileri karıştırma bu noktada en net örneğini verir:

‘‘Saydım, tam beş yüz altmış üç tane şarkı biliyorum.’’

‘‘Yedi yüz kırk iki tane şarkı.’’

‘‘Üç yüz yirmi bir tane şarkı öğrenmişim.’’

‘‘Altı yüz on üç tane şarkı birden, sırf ben öldüm diye, hep birlikte nasıl ölsünler kuzum?’’

‘‘Tam iki yüz yetmiş altı şarkı.’’

‘‘Bak benim içimde kaç bin tane şarkı birikmiş.’’ (Söğüt, 2012: 20, 21, 22).

 

Yaşlı kadının sohbeti, kopuk ve parçalı bir anlatıma sahiptir. Cümlelerine bazen duraksız devam ederken bazen ise farklı bir konudan söz açarak devam eder. Bildiği şarkıları anlatır, aniden cümlesini yarıda keserek ölümden ve ölüm sürecinden bahseder. Bunlara dair sorular sorar, en çok da kendisinden sonra şarkılarına ne olacağını merak eder. Arkasından da şarkılarının çocukları gibi olduğunu söyler ve kimi çocuğunun kendisinden önce öldüğünü anlatır. Çocuklarına dair bilgiler verir ve ölümlerine dair üzüntülerini dile getirir:

 

‘‘Bu beş günde istersen şarkıları yavaş yavaş al içimden. Doğurduğum çocukların hiçbirini öyle öyle çıkarmadılar. Hep zorla, çekiştirerek, hoyratça, ellerini, kollarını, başlarını kopardılar çocuklarımın. Teker teker öldü hepsi. Kimi doğarken, kimi büyüyünce, ama hepsi benden önce.’’(Söğüt, 2012: 21).

 

Yaşlı kadının doğum esnasında da bazı çocuklarını kaybettiğini görmekteyiz. Herhangi bir çocuğunu anlatmaya başladığında, neredeyse şarkıları kadar çok çocuğu olduğu görülür. Lakin yaşlı kadının, Türkiye’nin geçmişinde yer alan kimi insanları aslında kendi çocuğu olarak anlattığına şahit oluruz. Şarkıları içselleştirdiği gibi masum olarak gördüğü çocukları da kendi çocuğu olarak benimsemiştir:

 

‘‘Bir tanesini astılar biliyor musun? Evet, darağacında sallandırdılar. Orasına burasına pamuklar tıkayıp boynunu kırdılar. Dili dışarı çıktı. Gözleri fırladı yuvalarından boynu kırılırken. Kemiklerinin çıtırdama sesini duyduk hepimiz. Ah ne feci öldü asılan oğlum. İçinde üç beş şarkı, onların da çoğu marştı. (…) Bir kızımı da öldürüp sokak ortasına attılar. Delik deşikti yavrucağım. Onun içinde de bir sürü türkü. Hepsini ben ezberlettimdi.’’ (Söğüt, 2012: 21).

 

Yazarın ‘‘Muhteşem Hayat’’ adını verdiği hikâye, bir yandan da Türkiye’nin tarihine ışık tutmaktadır. Delilik ise, bütün bunları görmüş ve yaşamış olan insanların, kolay kolay aklı başında kalamayacağı gerçeğini ele alır. Yaşlı kadın, kaybettiği iki çocuğunun hikâyesinden sonra tekrardan doktora ölümü hakkında sorular sorarak konuyu değiştirir: ‘‘Doktorcuğum çocuğum, sahi iki güne kalmaz ölür müyüm? Ne güzel. Oradan sana ne getirmemi istersin?’’ (Söğüt, 2012: 21).

 

Ölüm korkusuna geri dönmesinin ardından gitmek ve dönmek eylemlerinin aklına yeni bir çağrışımda bulunduğunu görürüz ve dönerken elinin asla boş dönmediğini söyleyerek geçmişten bir zamanda Sivas’tan dönüşünü anlatır:

 

‘‘Bir keresinde Sivas’tan tabutla dönmüştüm. İçi silme ceset dolu ceviz ağacından yapılmış, tozlu sarı şahane bir tabut.  (…) Kaç kişiyi sığdırmıştık hatırlamıyorum ama içindekilerden biri benim sarı oğlumdu. Yanarak ölmüş, küle dönmüş, sarı kapkara, yirmi yaşında akıllı mı akıllı bir oğlan. Onunla birlikte şarkıları da yanmış, öyle söylediydi avukat.’’ (Söğüt, 2012: 21).

 

Bu ölümlerin ardından yine kendi ölümüne döner ve ardından tekrar çocuklarının ölümünü hatırlatarak her birinin ardından mevlit okuttuğunu dile getirerek inancını da bize göstermiş olur. Yaşlı kadının beklemekte olduğu eceliyle beraber ölümler ve şarkılar üçgeni eserin sonuna dek devam eder, bir noktadan sonra evrensel bir duyarlılığa değinerek yeryüzündeki diğer acıları da kendinde yaşar:

 

‘‘Küçük çocuğum öldüğünde, avuç avuç ninni döküldü avucuma. Bir zamanlar ona söylediğim ninniler, Balkan ninnileri, Rus ninnileri, Afrikalı annelerin ninnileri, Çinli kadınların ninnileri, okyanusta küçücük bir adada bir annenin çocuğuna söylediği ninni bile vardı dökülenler arasında.’’ (Söğüt, 2012: 21).

 

Kendisini öldürmek isteyen Muhteşem Hayat’ın ona yaşattığı bütün bu ölümlere rağmen hayata direnen yaşlı kadın, artık yalnızca kendi ölümünü bekler. Üstelik zamanı bile belli değildir. Yalnızca üç, beş gün belki de bir hafta diye niteler fakat bir aydan fazla değildir. Delirmekte olduğu gerçeği ona başka bir hastalık olan alzheimer ile geri dönüş yapar ve ömrü son bulmaya başlar. Dirayetinin sağlam kalışı belki de yalnızca hatırladığı şarkılarının ve evlatlarının son anlarına bağlıdır. Yine de son sözlerini ‘‘Ölmek muhteşem!’’(Söğüt, 2012: 22) diyerek bitirir. Çünkü bütün bu acıları hatırlamaya devam ederek yaşamaktansa ölüm, onun için bir kurtuluşu temsil eder.

 

Kürt Kediler Çingene Kelebekler

 

Bir diğer öykümüz olan Kürt Kediler Çingene Kelebekler, Kürtlerin ve Çingenelerin olduğu bir mahallede yaşayan ve Madam olarak anılan yaşlı bir kadının, Kürtlere ve Çingenelere karşı olan paranoya nöbetlerini anlatmaktadır. Kürtlerin ve Çingenelerin, sürekli olarak yaşadığı evde gözü olduğunu düşünür. Onlar tarafından soyulacağını, ölümünden sonrasında da evinin onlar tarafından yağmalanacağına inanır. Kendisi gibi nitelediği madamların çok eskiden bu mahallede yaşadığından ve artık onun gibi kimselerin kalmadığından bahseder. Sürekli olarak Kürtlere ve Çingenelere karşı olan düşüncelerini ve aşağılayıcı sözlerini dinleriz. Nitekim sonunda Madam, sahip olduğu bütün kürklerini giyerek makyajını yaptıktan sonra en güzel kokularını sürünür ve ardından kendini ve evi ateşe verir.

 

Paranoid Kişilik Bozukluğu: Paranoya

 

Paranoya, kişinin, başkası tarafından kötülük göreceğine dair bir düşünce içeriğidir. Bu düşünce içeriğine sahip bireyler kendilerine saldırılacağı, küçük düşürüleceği, aldatılacağı ya da aşağılanacağına dair korkular duyabilir. (Atmaca, 2006: 2). Kişinin göreceğini düşündüğü zararlar, bazen bir travma etkisi bazen de önüne geçilemeyen sanrılar yaratmaktadır. Bilincinin ona oynadığı oyunlarla kendince hikâyeler ve olaylar üretir, inanır ve savunma mekanizmasını ona göre düzenler.

 

Başlıca özelliği, başkalarının davranışlarını kötü niyetli olarak yorumlayıp sürekli bir kuşkuculuk ve güvensizlik göstermedir. Ergenlik ve ergenlik sonrası (genç yetişkinlik) dönemlerinde başlar ve çeşitli durumlarda ortaya çıkar. (Özkan, 2018: 3).

 

Paranoid kişinin, insanlarla ilişkilerinde süreklilik yoktur. Yalnızca yaşanılan an algılanır. Her ilişkiye, kuşkularının gerçekleşeceği beklentisiyle yaklaşırlar. Dünyanın güvenilmez ve ne yapacağı belli olmayan yabancılarla dolu olduğuna inancından kaynaklanan sürekli bir anksiyete yaşar. (Özkan, 2018: 3)

 

Kürt Kediler Çingene Kelebekler öyküsünde yer alan Madam karakteri, bu yönde mahallesine doluşan insanların Kürtlerden ve Çingenelerden oluşmakta olduğunu ileri sürer. Ne yazık ki yalnızca mahalle sakinleri değil, çevresindeki her şeyi bu insanlar üzerinden isimlendirir ve genellik yalnızca kendisine zarar verme eğiliminde olduklarını düşünür:

 

‘‘Pencereme iki kelebek kondu. Biri Kürt, biri Çingene. Dün de iki serçe gelmişti, biri Kürt biri Çingene’ydi. Bulutların arasında bir görünüp bir kaybolan uçaklar var, kimi Kürt kimi Çingene. Öyle bir mahalle ki bu, her yer Kürt, her yer Çingene.’’ (Söğüt, 2012: 27)

 

Madam yalnızca kişileri, nesneleri ve diğer canlıları bu yönde bir adlandırmayla kalmaz. Onların sürekli olarak kendisine zarar vereceğini, malını gasp edeceklerini düşünür. Öyle ki ‘‘Oysa ben gece karanlığında… uykusuz yaşlılar kervanında… pencerenin kenarında… bir başıma oturuyordum. Gözlerim kapalı ama kulaklarım açık. Gece sessiz. Gece karanlık’’ (Söğüt, 2012: 27) dediği anda gözlerinin kapalı ve kendisinin uykusuz olduğunu söylemesine rağmen odunluğundan birtakım seslerin geldiğini işitir:

 

‘‘Çingeneler. Sessiz olmayı beceremeyen bir soyun torunları. Üç beş odunum var, onu da çalıp beni soğuktan öldürecekler. Ben ölünce evi sökecekler. Önce marangoz Yorgi’nin, süslerini üzerine elleriyle oyduğu o güzelim kapıyı kıracaklar. Sonra pencerelerdeki tahta kepenkleri kıracaklar. Her yağmurda, her rüzgârda biraz daha eğilen duvarlara tekmeler atacaklar. Çökecek evim. Çingeneler evimi parça parça çalacaklar.’’ (Söğüt, 2012: 27)

 

Yalnızca odunluğundaki odunlarını değil, evinin yağmalanacağını da düşünür. Lakin bir süre sonra ‘‘Çingene kelebeklerden birinin üzerine bardak kapadım. İçinde çırpına çırpına çığlıklar attı. Çingene sineklerden birinin kanadını kopardım. Uçmaya çalıştı.’’(Söğüt, 2012: 28) diyerek yine bu kişileri başka canlılara yükler. Ardından odunluğa giren Çingelerin arkasından Kürtlerin de geldiğini söyler fakat bu noktada onları birer insan olarak değil, kedi olarak anlatır:

 

‘‘Çingeneler odunları tam küfeye doldurup çıkarlarken, Kürtler girdi odunluğumdan içeri. Odunlukta üç Çingene kedi, yedi de Kürt kedi. Karşılıklı sırtlarını kabarttılar. ‘‘Herkes kendi arasında kendi dilini konuşsun ama birbirinizle Türkçe konuşun!’’ diye tısladı duvarlar.’’ (Söğüt, 2012: 28)

 

Madam’ın, paranoid sanrılar içinde anlattığı bu hikâyeler gerçek dışı ve saçma görünmektedir. Açık bir şekilde bir sanrının anlatımını dinlemekteyiz. Yaşadığı mahalle içerisinde hatta dünyasında yalnızca Kürtleri ve Çingeneleri görürüz. Sürekli olarak kendi aralarında ne anlaşıldığı belli olmayan dillerini dinlediğini bunların arasındayken ‘‘Dilimi konuşan yok mu?’’ diye serzenişlerini görürüz. Yalnızca kendi malına kast edeceklerini ve evini talan edeceklerini düşünerek hareket eder. Lakin kendisini aktif bir eylem içerisinde de göremeyiz. Yalnızca oturduğu yerden düşünür, düşler, anlatır ve elinin altına giren kelebekleri ve sinekleri onlara zarar veriyormuşçasına hırpalar.

 

‘‘Paranoyanın dip uyarıcısı olan korku, birkaç imgede kümelenebilir: Yaşlı kadın mutlu, seçkin günleri olan bir azınlık kadınıdır. Her nasılsa o günlerinden kimseler ve bir şeyler kalmamıştır. Kürtler ve Çingeneler imgesi bu yalnızlığı, dışlanmışlığı ve tükenmişliği işaret eder. ‘‘Dilimi konuşan yok mu’’ biçimindeki isyan ve yalvarış tonu hem deliliğin anlaşılmaz dilini hem de toplumsal bütünlükten kopuşunu imler.’’ (Narlı, 2013: 255).

 

Madam’ın son anlarında artık aklını iyice kaybettiği görülür. Evinin yağmalanacağını ve her şeyinin Kürtlere ve Çingenelere kalacağını düşünen Madam, gardırobunda bulunan bütün elbiselerini giyer, makyajını yapar, bütün ziynet eşyalarını takınır ve sonunda kendini ve evi ateşe verir. Bu intihar, başkaları tarafından öldürülmek ya da ölmeyi beklemektense paranoid hastalık geçiren kişinin kendince aldığı bir çeşit savunma mekanizmasıdır.

 

Igor Panchuk

KAYNAKLAR

  • Alfred, A. (2002). Sosyal Duygunun Gelişiminde Bireysel Psikoloji. çev. Halis Özgü. İstanbul: Hayat Yay.
  • Alioğlu, S. (2019). Narsisistik, Sınır ve Şizoid Kişilik Bozukluklarına Yatkınlıkta Duygusal Farkındalığın İncelenmesi. Yüksek lisans tezi, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, İstanbul.
  • Atmaca, S. (2016). Paranoya: Bir Vaka Değerlendirmesi ve Klinik Uygulamalardaki Farklılıklar. AYNA Klinik Psikolojisi Dergisi, 3(3), 1-9.
  • Butcher J. N., Mineka S. ve Hooley J. (2013). Anormal Psikoloji. çev. Okhan Gündüz. İstanbul: Kaknüs Yay.
  • Çam O., Engin E. (2004). Ruh Sağlılğı ve Hastalıkları Hemşireliği Bakım Sanatı. İstanbul: Tıp Kitapevi. 2004.
  • Eren, T. İ. (2007). Postpartum Depresyon Prevalansı ve Sosyodemografik Risk Faktörleri. Uzmanlık tezi. Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul.
  • Freud, S. (1996). Düşlerin Yorumu I. çev. Emre Kapkın. İstanbul: Payel Yay.
  • Humanite Tıp Merkezi. (2018). Kişilik Bozuklukları (1. Baskı) [Broşür]. Özkan, Sedat: Yazar.
  • Kırpınar, İ. (2007). Psikiyatrik belirti ve bulgular, Psikiyatri Temel Kitabı. Ankara: Hekimler Yayın Birliği.
  • Oktay, B., Durak Batıgün, A. (2014). Aleksitimi: Bağlanma, Benlik Algısı, Kişilerarası İlişki Tarzları ve Öfke. Türk Psikoloji Yazıları, 17(33), 31-40.
  • Özcan T., Gürhan N. (2016). Ruh Sağlığı ve Psiyatri Hemşireliğinin Temelleri. Ankara: Akademisyen Tıp Kitabevi.
  • Narlı, M. (2013). Edebiyat ve Delilik. Ankara: Akçağ Yay.
  • Sayar, K. (2012). Ruh Hali. İstanbul: Timaş Yay.
  • Söğüt, M. (2012). Deli Kadın Hikâyeleri. İstanbul: Yapı Kredi Yay.
  • Şahin, D. (2009). Psikiyatri: Kişilik Bozuklukları. Klinik Gelişim Dergisi, 22(4), 45-55.
  • Kocal, Y., Karakuş, G., Sert, D. (2017). Şizofreni: Etyoloji, Klinik Özellikler ve Tedavi. Arşiv Kaynak Tarama Dergisi, 26(2), 251-267.
  • Şenkal, İ., Palabıyıkoğlu, R. (2015). Çocukluk Çağı Travmaları ve Aleksitimi. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 4(8), 7-24.
  • Şevik, A.E., Özcan, H., Uysal E. (2012). İntihar Girişimlerinin İncelenmesi: Risk Faktörleri ve Takip. Klinik Psikiyatri Dergisi, 15(4), 218-225.
  • Yüksel, N. (2006). Ruhsal Hastalıklar. Ankara: Özyurt Matbaacılık.
  • Yalçın, S. B. (2010). Üniversite Öğrencilerinin Duygularını İfade Edebilmelerinin Aleksitimi ve Psikolojik İhtiyaçlarına Göre İncelenmesi. Doktora tezi, Selçuk Üniversitesi, Konya.