Hasan Âli Yücel ve Nazım Hikmet gibi şahsiyetlerin sürekli tek taraflı ele alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bunun sebebi nedir?


 

 

Evvela bizim entelektüel fakirliğimizden kaynaklanıyor. Kolaya kaçıyoruz, ucuza kaçıyoruz, derinliğine kazımasını yapmıyoruz. Her insan bilinmek ister ve hakikaten çok etraflı araştırma yapmak lazım, böyle sathi ve kulaktan dolma bilgilerle olmaz. Bu konuda en gadre uğramış insan Hasan Âli Beydir. Süheyl Ünver’le araları aşağı yukarı kırk gün falandır, biri 17 Aralık 1897, ötekisi de 17 Şubat 1898. Hem de aynı semtin çocuklarıdırlar, biri Hasekili öbürü Cerrahpaşalı. Babaları aynı şekilde telgrafhanede çalışırlar, böyle bir yakınlıkları vardır. İkisi de Vefa Lisesi’nde bir yerde bulunmuşlardır, iyi tanışırlar ama birinin kaderi o nesil içerisinde yani 1900 kuşağı içerisinde siyasete giren ve fiilen yani aktif siyaset yapan ve başarıya ulaşan kişi Hasan Âli Bey’dir. Daha sonra bu grubun içerisinde Peyami Safa’yı da düşünebilirsiniz, o 1950 senesinde Cumhuriyet Halk Partisi’nden girdi, kazanamadı. Sonra zannediyorum politik görüşlerinde bir değişme oldu, her neyse yani bunun dışında isimlerini vereceğiniz herkes çalışmışlardır, bize çok şey kazandırmışlardır ama siyasi kimlikleri yoktur. Siyaset de Türkiye’de zor bir meslek çünkü homo politicus kimliğe öyle bir günde ulaşılmıyor. Yani altı yüz sene bireyin üzerine abanmış bir Osmanlı döneminden sonra Cumhuriyetin bize ikramı olan bireysel siyasi kimliği hazmedebilmek, onun hakkını verebilmek… Yani verdiği reyin insanın kafasının içerisinde çok iyi analiz etmesi lazım. Ne kadar biliyorsa o kadar, yani ne yapması gerektiği, vereceği reyin başkasının düşüncelerinde sormak çok büyük bir hatadır, bu gizli şirktir. Allah’a karşı isyandır bu, sen vereceksin, neye verirsen verirsin. Onlar tecelli eder ama mesulsün tabi.

 

Şimdi Hasan Âli Bey bu yıkım içerisindeki o on yıllık harbi yaşayan insanlar içerisinde. Ne alıyor Cumhuriyet, Osmanlı’dan? Osmanlı’dan devraldığı, münevver dediğimiz entelektüellerin toplum içerisindeki payı %3… Geri kalan %97, çok üzgünüm, echel ü cühelâ. Onlar dedelerimiz, anneannelerimiz, babaannelerimiz yani bizim toplumumuz… %97’si ne demek? E bunu okuyup okutmak lazım, onun endişesi bu, eğer iktisatçıysanız önce doymaları gerek. Bunu çözeceksin, sorunlar yumağı çok büyük. Rahat bir zemin almadı yani bugünkü Cumhuriyetin geldiği seviyeyle devralınan çok farklı. Rakamlara bakın, her şeye bakın. Doktor sayısına bakın, yani şükretmemiz lazım doksan beş senelik cumhuriyetin hayatına. Şimdi Hasan Âli Bey burada okumak ve okutmanın endişesi içerisinde yola çıkıyor ama altyapısı metafizik, irrasyonel. O Yenikapı Mevlevihanesi’nde anne ve babasından dolayı çocukluk günlerini orada geçiriyor. Her şeyi orada öğreniyor. Neyi orada öğreniyor? Kalb-i selîmi orada öğreniyor, Hazreti Mevlana’nın Mesnevi’sini, Divân-ı Kebîr’ini ve rubâîlerini orada öğreniyor. Neyi öğreniyor? Zevk-i selîmi öğreniyor; şâir, bestekâr… Yenikapı Mevlevihanesi’nden Dede Efendiler çıkmış. Sonra neyi öğreniyor, akl-ı selîm’i öğreniyor. Ne alakası var diyeceksiniz Yenikapı’yla, başka bir Mevlevi tekkesinde olmaz bu çünkü Osman Selahattin Dede’yle Mithat Paşa Yenikapı Mevlevihanesi’nde, Türkiye’nin ilk anayasa metnini hazırlamışlardır.

 

Osman Selahattin Dede’nin oğlu Mehmet Celâleddin Dede, Hasan Ali’nin hayran olduğu bir kimsedir. Bakın gözlerden kaçan onun bir şiiri vardır, şöyle söyler:

İsm-i celâli meş’al-i râh etmek gerek

Şimdi orada ism-i celâl; Allah’ın ismi, Hazreti Mevlâna Celâleddin’in celâli, Mehmet Celâleddin Dede’nin celâli… Meş’al-i râh etmek… Bunlar o kadar candan yürekten bağlı.

Kulluğun zevkindeyim mevlâyla

Dolmuşum ruhumca Mevlâna ile

Diyen bir insan… Ve gadre uğradıktan sonra ne diyor biliyor musun o şiirin devamında:

Yok hesabım halka hizmetten gayrı benim

Geçti ömrüm Hak için gavga ile.

 

Böyle bir şair… Bu zevk-i selîmi de Yenikapı’dan yakalamıştır fakat bunları tek tek alırsanız, metafiziği tek tek alırsanız sizi helâk eder. Akıl dünyasını tek başına alırsanız sizi helâk eder. Bakın işte Fransa’nın, Amerika’nın durumlarına bakın siz. Tek başına, irrasyonelliği olmayan bir dünyanın vardığı noktadır onlar. Yani büyük resmin daha büyüğü gibi geliyor bu söylediklerim. Elbette tartışmaya açık.

 

Şimdi, Hasan Âli Bey bunların denkleştirmek adeta kozmik bir denge haline getirmek, irrasyonelle rasyoneli yan yana getirmek, geçişkenliği sağlamak kendi aralarında, bunu düşünen bir adam. E tabi siyasete giriyor, başından geçen hadiseler onu 1935 senesinde Atatürk’ün emriyle İzmir Milletvekili olarak parlamentoya giriyor. Atatürk ileride yani kendisinden sonra maarifin teslim edileceği genç bir istidadı, Atatürk’ün Serbest Cumhuriyet Fırkası sonrasında 1930 Kasım’ında başlayıp, zannediyorum, 1931 Şubat’ında biten üç aylık bir seyahati vardır Anadolu’da. Hasan Âli Bey orada maarif müfettişi olarak, o bünyenin, Milli Eğitim’in temsilcisi olarak katılıyor ve özel sohbetleri oluyor Atatürk’le. Yani Atatürk onu keşfediyor.

 

Şunu söyleyeyim kendi köşesine çekilen bir insan değil, gençlik yıllarından itibaren bu memleketin maarif meseleleri de onun sorunu. Yani senin benim derdimle dertleniyor, bu çok önemli bir şey. Bunu yaparken Allah için yapıyor. Bunun altını yüz defa, bin defa çizerim. Yani siyasetten kişisel bir çıkarı olarak değil. Ne diyor? “Geçti ömrüm Hak için kavgayla”, diyor, “Yok hesabım halka hizmetten gayrı”. Bakın, “halka hizmet” Bu çok önemli bir şey, Allah katında çok makbul bir şey. Bugün Türk maarifinin en önemli ismi odur, yedi sene yedi ay yedi gün Millî Eğitim Bakanlığı yapmıştır. Hiçbir bakana nasip değildir bu kadar uzun soluklu, yani neler yapmıştır. Fakat gadre uğruyor, Türkiye hazır değil, yapılanları tartacak ve biçecek. Kendi taassubuyla geliyor Osmanlı’dan gelen, yani zihinler aydınlık değil. Yapılanların aydınlık bir değerlendirmesi, klasikleri tercüme ediyor. Beş yüz tane Batı klasiğini tercüme ediyor, bunların içerisinde Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği de var ama altmıştan da fazla Şark-İslam Klasikleri var. Bunların ilki Hazreti Mevlâna’nın altı cilt Mesnevi’sidir, onu da Abdülbaki Gölpınarlı’ya tercüme ettiriyor. Bunlar hizmettir ama gadre uğramış adam, anlaşılmıyor.

 

Bunun üzerine Köy Enstitülerinden dolayı çok büyük bir çamur atıyorlar. Orası komünist yetiştiriyor, komünist yuvası diye. E Kemal Tahir’in eseri var, romanı var. Bozkırdaki Çekirdek’te “faşist yuvaları” diyor, e ne diyeceksin, halbuki ne komünist ne faşist, kurgulanma itibariyle söylüyorum. 1730’lara doğru bir İtalyan pedagogu var, [Johann Heinrich] Pestalozzi’nin programını tatbik etmeye çalışıyorlar. Para yok bir şey yok, Türkiye bir alev çemberi içerisinde. Avrupa yanıyor gidiyor, harp içerisindeler, Allah’tan korunmuşuz. Böyle bir parasızlık içerisinde kendi yağıyla kavrulan bir Millî Eğitim Bakanlığı. Öyle vur patlasın çal oynasın tarzında imkanları olan bir ekonomik düzlem içerisinden gelmiyoruz. Zemini ve zamanı, kendi iklimi içerisinden değerlendirmemiz lazım. Bugün ahkam kesmemizin şeyi yok. Netice itibariyle ona yüklenince bir de şu var, siz o günlere pek yetişmediniz ama benim çocukluk günlerimde şunu söylerlerdi: “Bir şeyin şüyûu, vukûundan beterdir.” yani bir şeyin şâyiası olmuşundan beterdir. E şimdi sen o dönemde komünist dediğin zaman, komünist olmasan bile gittin, bittin. E adam değilim diyor, kıymeti yok. İşte o zaman kendi Yenikapı Mevlevihanesi’ndeki günleri gayet usturuplu, tartılı, terazili bir şekilde gazete sütunlarında yazıyor, anlatıyor. Biz oradan öğreniyoruz yoksa Hasan Âli Bey çok erken de gitmiştir yani.

 

Nazım Hikmet hakkında da yeterli şekilde tam bir bilgiye sahip değiliz. Allah rahmet eylesin Vâlâ Nûreddin’in (Vâ-Nû) Bu Dünyadan Nâzım Geçti kitabı vardır. Benim ölçüme göre tabi, en mükemmel ve muhallet onu görüyorum onun hakkında. Biraz evvel Sabri Ülgener’e baktığınız zaman, onun teyzesinin çocuğudur. Öyle bir aile ki paşa/bey konaklarında yaşamış insanlar bunlar. Türkiye’nin kaderi üzerinde, Sabri Bey’in irrasyonel tarafını anlattım bir de fizik tarafı asker. Ailede kimler var, çok meşhurları sayayım size; Mehmet Ali Aybar, Nazım Hikmet, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir yani bunlar hiç boş isimler değil dönemine göre. Nazım Hikmet de bu çerçeve içerisindedir. Bence o niye bu işlere yöneldi, Rusya’ya gittiler bunlar. Sadece o değil Vâlâ Nureddin gitti, Nazım Hikmet gitti, Şevket Süreyya Aydemir gitti, İsmail Hüsrev Tökin gitti. Gördüler oradaki dünyayı. Şevket Süreyya Bey anladı, geldi bir şeyler yazdı çünkü hiçbir teorik çerçeve bireyi dışladığı an yıkılmamaya mahkûm değildir. Mutlaka yıkılır, bireysiz bir şey kuramazsınız siz ama bireyin bulunduğu yerde de teoriyi kurmak çok zordur. İktisatçıların bocalaması da oradan gelir. Sosyologların bunalıp bocalaması da oradan gelir. Fizikî ilimler gibi değildir. Netice itibariyle şairliği evet fakat biz onu eksik ve kusurlu tanıyoruz.

 

Mesela benim son çalışmam Şeyh Bedrettin’de gördüm ki Şeyh Bedrettin’in o bir komünist olarak göstermesinin temel sebebi; Şeyh Bedrettin’in komünistliğinden öte, Moskova’ya, Stalinistlere bir meydan okuyuşu vardır. “Siz komünizm, Marx falan diye geçiniyorsunuz bizde daha evveli var” diyor, 1400’lere çekiyor. Bütün mesele, ortada bir komünizm varsa oradaki milli bir damarı bulmasıdır, bu çok önemli. Rusya günlerinde sürekli Türkçe yazmıştır, gözlerden kaçan bir noktadır bu. İsteseydi Rusça yazardı başka dilden de yazabilirdi ama hayır, oradaki Türkler bunun yazdığı şiirle bir nevi dil hayatiyetlerini sürdürmüşlerdir. O bakımdan medyûn-ı şükrân olmamız lazım, Nazım Hikmet Bey’i anlamamız lazım.