Meriç’in fikirlerini anlamak ve yeniden keşfetmek için elitizm bağlamında ustalık ile yazılmış, değerli bir metin.


 

Kelime ormanda uyuyan dilber; şair uzaklardan gelen şehzade. Öyle seveceksin ki kelimeleri, sana yetecekler.

 

Okuduğunuz cümle ancak bir Cemil Meriç kaleminden çıkabilecek tefekkürdeki bir cümledir. Okuduğunuz bu cümle kimisi için hiçbir anlam ifade etmeyebilir ama şunu biliyorum ki kâğıt kokusunu içine çekmiş ve kitapların tozunu yutmuş okuyucularımızın içerisinde bir titreme getireceğinden eminim. Çünkü bu cümle beni yazarlığa ve okumalarımdan aldığım şevki ve tutkunun hissiyatını iki katına çıkarabilecek bir cümledir. Cemil Meriç burada kelimeleri, şiiri ve manayı betimleyerek maddeye çevirmek ile kalmamış bu hissiyatı kendisinin derinliklerinde hissettiğini de betimlemiştir. Kelimelerin, şiirlerin ve mananın verdiği tutkuyu ve eliti tasvir etmiştir. Cemil Meriç’in vazgeçilmez bir elit olduğunu ve elinden tüm imkanların alınabileceği olayları yaşadığı dönemleri öngörerek vazgeçmeyen tutkulu bir bilgin olduğunu bu cümlelerden anlayabilmeliyiz.

 

Özele indirmeden affınıza sığınarak bir kendi Fikri Hür’üm ile cümleme başlamak istiyorum. Öncelikle yaşadığımız topraklarda her birey tarihi geçmişimizden kaynaklanarak birer ideolojiye sahip olmak, o ideolojisinin arkasında yer alarak bir karakter izleniminde bulunmak ve bulunduğu karakter üzerinden etrafında ki insanları seçtiğinin farkındayım. Bu düşünceye izlenimlerim sonucu varmış bulunmaktayım. Cemil Meriç’in kitapları ile tanışmamız üzerine bir araştırmada bulunmuştum ve ne vahim ki bu fikirlerimin örnekleriyle karşılaştım. Bu örnekler ilk olarak Cemil Meriç’in hangi ideoloji üzerine durduğu ve ideolojilerin taraflarıyla bulunup bulunmadığıydı. Meriç’in kitaplarını okumamın üzerine, okurken çıkarmış olduğum notları da bir nefeste okuduktan sonra Meriç’in kendi intelijansiyas’ında bir ideolojiye inandığının veyahut bir ideoloji savunuculuğu yaptığının düşüncesi algı odalarımın yanına bile yanaşmadığını gördüm. Çünkü benim fikirlerime göre ancak Meriç dev bir kütüphane adamıydı. Değerli okuyucular eminim gözleriniz bu dizeleri okurken aklınız hiç duymayanlar için kimdir Cemil Meriç? sorusuyla savaş veriyordur. Bu yüzden gelin hep beraber Cemil Meriç’i tanıyalım.

 

Cemil Meriç


1916’da Hatay’da doğdu. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göçmüştü. Fransız idaresindeki Hatay’da Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu. Tercüme bürosunda çalıştı, ilkokul öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü yaptı. 1940’da İstanbul Üniversitesi’ne girip Fransız Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü. Mükemmel düzeyde Fransızca okuyup yazan Meriç, İngilizceyi anlıyor, Arapçayı, kendi ifadesiyle, ‘‘söküyor’’ du. Elazığ’da (1946-63), Sosyoloji Bölümü’nde ders verdi (1963-74). 1955’te, gözlerindeki miyop’ inin artması sonucu göremez oldu, ama olağanüstü çalışma ve üretme temposu düşmedi. Çeşitli dergilerde yazıları yayımlandı. Hisar dergisinde ‘‘Fildişi Kuleden’’ başlığıyla sürekli denemeler yazdı. 1974’te emekli oldu ve yılların birikiminin art arda kitaplaştırmaya girişti. 1984’te, önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi, 13 Haziran 1987’de vefat etti. İlk telif eseri Balzac üzerine küçük bir incelemeydi. Hint Edebiyatı (1964) daha sonra Bir Dünyanın Eşiğinde başlığıyla iki kez daha basıldı.

 

Saint-Simon, İlk Sosyolog İlk Sosyalist,1967’de çıktı. 1974’den sonra yayımlanan kitapları şunlardır: Bu Ülke (1974,5 baskı), Umrandan Uygarlığa (1974, 2 baskı), Işık Doğudan Gelir (1984), Kültürden İrfana (1985). Balzac’tan yaptığı çevirilerin ilki 1943’te yayımlandı. Fransız edebiyatından yaptığı çevirilerin yanı sıra, Uriel Heyd’in Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri (1980), Thornton Wilder’ın Köprüden Düşenler (1981) ve Maxime Rodinson’un Batı’yı Büyüleyen İslam (1983) adlı eserlerini de Türkçeye kazandırdı. İletişim yayınları Cemil Meriç’in ‘‘Bütün Eserleri’’ ni toplu halde basarken, daha önce yayımlanmamış üç kitabını daha yayımladı: Jurnal 1 (1992), Jurnal 2 (1993), Sosyoloji Notları ve Konferansları (1993). ‘‘Bütün Eserleri’’ dizisinde ‘‘gözden geçirilmiş yeni baskı’’sı yapılan kitapları ise şunlardır: Bu Ülke (1992), Bir Dünyanın Eşiğinde (1994), Saint-Simon, İlk Sosyolog İlk Sosyalist (1995), Umrandan Uygarlığa (1996), Mağaradakiler (1997), Kırk Ambar 1- Rümuz-ül Edeb (1998), Kırk Ambar 2- Letçe-t-ül Hakayık (2006), Işık Doğudan Gelir (2008), Kültürden İrfana (2013).

Ne garip bir oyuncak şu insan! Yürür, konuşur ve acı çeker. 70 kilodur. Kendisine ve çevresine ait hiçbir şey bilmez. Bir nevi ıstırap makinesi. İplerini başkaları çeker. Hantal ve şapşal bir robot. Neye sevinir bilinmez. Sınırsız olan yalnız hayalleri ve acı kabiliyeti. Etten bir kafes ve aciz içinde çırpınan bir ruh. Vücut araba, akıl arabacı. Ama gözleri bağlı arabacının, arabaya hükmeden atlar… Bu da haklı: Var olmak için yok olmak lazım, parça bütüne kavuşacak ki hasret dinsin. Bütün musiki, bütün şiir, bütün aşk, bu bir çuval kemik, bu asi ten, bu aptalca endişeler ne olacak? Ne olacağını bilen var mı? Kader hep oynayamayacağı roller yükler insana ve ıslıklar. Alkış sahtekarların.

(Cemil Meriç, Jurnal, 3.11.1965)

Cemil Meriç’in kitaplarında yalnız onun okumalarının ve kütüphanesinin tasviriyle karşılaşmazsınız, Meriç’in kitaplarında onun içinde barındırdığı romantizm ve drama ile de karşılaşabilirsiniz. Çünkü Cemil Meriç sizleri Akdeniz’in sıcak sularında gezdirirken birden Kuzeye götürüp içinizi titretebilir. Bunun sebebi yaşadığı hayatın kalemine yansımasıdır. Çünkü hayatı da sıcak esen tatlı rüzgârlardan bir anda korkutucu karanlık rüzgarlara geçmektedir. Öyledir ki bu hissiyatı, 7 Temmuz 1955 günü, göz ameliyatı için gittiği Paris’ten İstanbul’a döner ve gözelerini bir yıl önce kaybetmiş, yeniden görme umudu ise pek kalmamıştır. Dönüşünden dokuz gün sonra yazmaya başlar. 38 yaşındaki Cemil Meriç kendisini son derece yalnız hissetmektedir. Görmemekte, tabiata tahakküm edememektedir. Ve şu dizeleri yazmıştır Meriç;

‘‘Görenin yalnızlıktan şikâyete hakkı yoktur: Mevsimler, renkler, çiçekler, şehrin bütün kadınları, bütün çocuklar gören içindir’’, ‘‘Görmeyen bir insan bozuk bir ampul gibi manasız; bıraktığınız yerde kalan bir paket, içinde eski hatıralar olduğu için arada bir karıştırılmaya layık… Çocukken oynadığınız bir taşbebek gibi, atmaya kıyamadığınız acayip bir külçe’’

(Jurnal, 16.7.1995)

 Yazdıklarıyla öğrencilerine ışık halka ise yetiştirdiği öğrencileri aracılığıyla aydınlık sağlamıştır Meriç. Yazdığı yazılar ve makaleler dolayısıyla Türk mahkemelerinin İlk yargılanan Marksist’i olmuştur kendisi. Oysa o daha bir işçi eline bile dokunmamışken. Kendisine sorulan neden İşçi Partisine girmiyorsun sorusuna şu cevabı iletmiştir: Girmem, çünkü benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum. İşçi sınıfına karşı beslediğim sevgi de platoniktir, tanımıyorum onları.

 

Kitaplara olan aşkı ise çocuklarımıza olan sevgimiz gibi tarif edilemez bir anlamdadır. Çünkü kitaplar için ‘Leniant’ı kaç Hollandalı bilir acaba? Ben yirmi dört saat aç kalma pahasına elde etmiştim o kitabı… Meriç’in kitaplara karşı özerk aşkı başka türlü tarif edilemezdi doğrusu, bu dizeleri okumanın kıymetinin bile tarifi edilemezken.

 

Meriç’e göre aydın olmak ve aydın olmaya çalışmak ilim irfan ve bilimden geçiyordu. Onun söylevlerinin her cümlesinde bir kitap kelimesi geçmekteydi. Kitapları ise birbirinden ayırmıyor aksine her bölgenin tadını ona göre betimliyordu. Ama aydın olmanın ötesinde onun en bilinçli ve takdir edilesi özelliği okumuş olduğu ve araştırmalarını sürdürdüğü bilimler idi. Cemil Meriç, dil, tarih, edebiyat, felsefe ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanında araştırma yaptı ve makaleler yazdı. Cemil Meriç’ aydınlık üzerine intelijansiya kelimesini sürekli kullanmaktadır. Ve bunun üzerine mağaralar kitabında detaylıca bahislerde bulunmuştur. Aydınlık üzerine ise şu dizeleri yazmıştır; ‘‘Fransız insanını hastanede gördüm. Memleketimden hiçbir farkı yoktu hatta daha bayağı idi, daha korkak, daha menfaatperest, hatta daha ahmaktı. Kafan aydınlıksa, gerçekten aydınlıksa, her ülke aydınlıktır senin için… yoksa kendi karanlığından kaçmak boş…’’ Meriç’in bu sözleri bizim yıllardır yakındığımız batı ve Avrupai yaşam hayranlığına olan gerçekli cevabı vermektedir. Baktığımız zaman gençlerimizin ve bizden büyüklerimizin şikayetlerinin de bir cevabıdır. Çünkü bu şikayetlerimizin çoğu yaşamış olduğumuz şehirlerde ki alamadığımız nefesin ve yaşamış olduğumuz sıkkınlığımızdır. Lakin Meriç kafa aydınlığı betimlemesiyle tüm soruların yanıtı olarak; aydınlığın şehirde, coğrafya da olamayacağını aksine aydınlığın kitaplar ve düşünce yapılarımız aracılığıyla oluşacağını belirtmektedir.

 

Meriç’in bilgi kültüründe ki akış ve ırmaklar arasında hızlı bir geçiş yapması kitaplarında vermiş olduğu yoğun tasvirlerden ve parçalara ayrılmış metinlerden oluşmaktadır. Çünkü ilk paragrafta Dante’den bahsederken bir anda Ümran gelen uygarlıktan bahsetmektedir. Bu Cemil Meriç’e özgü bir yazı stilidir. Ve sizi sıkmayan bir betimle ile kendi içine almaktadır. Çoğu zaman ise soru cevaplar halinde ilerletmiştir metin şemasını.

 

Avrupai yaşam ve Avrupa üzerine ise ‘‘Batı’nın üstünlüğü İsrail’in çölde vaadedilen toprağı aramasıyla başlar’’ sözüyle tanımlamıştır. Baktığımız zaman öngörülebilir görüşleriyle fikir adamı betimlemesi ise onun için az kalacaktır. Çünkü dehasının ve bilmiş olduğu üst derecede Fransızcasıyla kaynak okuma konusunda hiç problem çekmeyecektir Meriç, ta ki gözlerini kaybedene kadar, ne acıdır o!

 

Meriç dünya edebiyatı, politikası ve tarihi üzerinden karşılaştırmalara yaparak tezler yazarken bir o kadar da dünya aydınlarının hakkını vermiştir. Çünkü Meriç’i okumak sadece Meriç’in kitap ve fikirlerini almak değil aksine dünyayı tanımak için bir ahenk taşıdır. Kendi kütüphanemin oluşmasının en önemli kaynağı ise Meriç’in kitaplarında ki yazarlar bütünüdür. Politika üzerinden yargılanan ve zorluklar dönemine giren Cemil Meriç, politika ve Türk insanın üzerine şu sözleri yazar; ‘‘Türkiye’de her asırda birkaç insan düşünür. Bunlar ya susturulur yahut dertlerini anlatacak bir kitleden mahrumdurlar. Politika temiz bir hedefe varmak için oynanan pis bir oyundur. Her namuslu adam daha namuslu bir dünyanın kurulması için bir lağım banyosundan geçmelidir. Makyavel, Marx, Proudhan, Gandhi birleştiği zaman insanlık kurutulacaktır.’’

 

Cemil Meriç’in kalemi eşitlik ve dik duruş sergilemektedir. Bulunduğu ülkeyi ve coğrafyayı iyi tanıyan ama vatanını severken gerçekleri de söylemekten asla kaçınmayan bir aydınımızdır. Kelimeleri bilgisiyle harmanlayarak öyle bir okşamaktadır ki yazdığı kendi vatanı için eleştiri için bile insan kızamamaktadır. ‘‘Faşizm Türkiye’yi daha çok okşar, çünkü asırlarca tek kişi tarafından idare edilmeye alışıktır. Sürü psikolojisi bizim kanımızda var. Bu memlekette yalnızca Osmanlı konuştu. Biz şefçi ülkeyiz. Bu itibarla ben sen yokuz, biz varız diyen faşizmin Türkiye’de varoluş şartları sosyalizmden daha çok’’. Buradan anladığımız üzerine, ülkelerin ve milletlerin kanlarından akan duygu ve düşünceleri iyi bir bilimci olarak bilmesinden kaynaklı ideolojiler üzerinden ülkeleri eşleşme yapabilmektedir. Ülkeler ve kapitalizmden bahsederken ise ‘‘Kapitalizm, yaşamak için sömürmek mecburiyetindedir. Avrupa medeniyeti Asya’nın sömürülmesine bağlıdır.’’

 

Cemil Meriç, 1938’de çeşitli geçici işlerde çalıştı, 1939’da ise Hatay hükümetini devirmek iddiasıyla tutuklanıp Antakya’ya götürüldü. İdam talebiyle yargılanan Meriç, yaşamış olduğu hayatın içerisindeki dram onun kaleminin kaderini belirleyecekti belki de içerisinde yatan okuma ve yazma şevki idam merdivenlerine çıkma yoluna kadar ilerlemişti ta ki iki ay sonra çıkacak beraat haberiyle hayata yeniden tutunmuştu. Aynı yıl 29 Haziran’da Hatay Türkiye’ye katıldı.

 

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Felsefe Bölümüne 1940’ta başlayan yazar Meriç, üniversiteden çok kütüphanelere devam ettiği için bu bölümü bitiremedi.
Meriç tarihi okuduğu kadar geleceği öngörebilen ve sadece tahmin aracılığıyla değil sanki geleceği okuyormuşçasına yazılar yazıyordu. Özellikle doğu ve batı arasındaki ince çizgiyi en hassas noktalar ile belirterek yorumlarda bulunuyordu. ‘‘İbn Haldun’la Doğu Rönesans’ı biter, Asya karanlığa gömülür. Meşale Asya’dan Avrupa’ya geçer tekrar.’’ İbn Haldun üzerine yazılarına devam eden Meriç, ‘‘Dinin vicdanlarla mutlak hüküm sürdüğü devirler, felsefenin sustuğu devirlerdir. Felsefe şüpheden doğar, şüphe imanın zıddı. Kalabalığa tek kitap yeter.’’ Meriç’in burada ele aldığı en önemli vurgu felsefe ve din arasında ki hassas noktanın ayrımıdır. Çünkü felsefe ve din her zaman çatışmaya hazır iki kavram olarak arkasında duran insan topluluklarıyla yüzyıllardır çatışma sürdürmektedir. Meriç’in hikayesinde yargılanmasının ve topluluklarının dışarısında kalmasının önemi belki de kaleminin keskin kuvvetidir. Kuvvet ise vermiş olduğu bilgilerdir. Bu bilgiler bütünü ise yıllar sonra Türkiye halkını aydınlığa çıkaracak düzeydedir. Ne acıdır ki her yazar yazdığı dönemde zulüm ve fakirlikle karşı karşıya gelmiştir. Doğu ve Batı meselesinde ise diğer bir önemli yazısıyla hafızamıza tekrar bu konu üzerine dikkat etmemiz gerektiğini hatırlatmıştır; ‘‘Doğu büyük yaratıcılar ülkesidir: Konfüçyüs, Budha, Yajna Valkiya Doğulu’dur. Avrupa karanlık katedrallerde dualar mırıldanırken, Müslüman Doğu, Endülüs’te muazzam bir medeniyet kurmuştu.’’ ‘‘İbn Haldun’un bugüne kadar Batı’nın el- kitaplarında adı geçmez. Avrupa tarafsızlığı temsil ettiği, her türlü düşünceye kapılarını açtığı halde, Doğu’ya kapalıdır.’’

 

İdeolojiler ve vatanı yıkma gibi ağır ithamlardan yargılanan Meriç ideolojiler üzerine sert bir ifade ile ‘‘İdeolojiler de kilise gibi yobaz yetiştirir.’’ Cümlesini kaleme almıştır. Meriç’i anlamak ve aydınlatmak benim yazabileceğim bir saygınlık göstergesi bile değildir. Çünkü bu lütuf ancak Meriç kadar aydın olmanın yolundan ilerleyerek yol katledebilmiş bireylere aittir. Lakin Meriç’i anlamamız ve Türk gençliğine Batı üzerinden yakınlık kurmak yerine önce yüzümüzü Türk aydınına çevirmemiz gerektiğinin bir hatırlatıcısı olması adına bu yazımı kaleme almış bulunmaktayım. Bizler kendi aydınlarımıza ne kadar sahip çıkarsak geleceğe de daha aydınlık yarınlar umuduyla ışık saçabiliriz. Meriç ve onun intelijansiyasında bulunan aydınlarımızın kitapları ve anıları okutulmalı ve okutturulmalıdır. Çünkü aydınlarımız dizlerini ve gözlerini ideolojilerin arkasına saklanarak geçirmenin aksine gözlerini kaybetmek uğruna kütüphanelerin sıralarında varlıklarını eskitmişlerdir. Bireye ve bireyin üzerine düşen sorumlulukları Türk gençliği yerine getirmeli ve varlığının en hassas noktalarına kadar bunu hissetmelidir.

Kaleme almış olduğum bugünkü yazımı bitirmeden önce aydın olmanın, entelektüel olabilmenin ve elit olmak üzerine Cemil Meriç’ten bir kısım almak istiyorum;

Hür düşünce, bir yokluk duygusundan, ılımlı bir sosyal tedirginlikten, bir dengesizlikten doğar. Kendine özgü bir tedirginlik bu. Bir çeşit aydın hastalığı. Entelektüel ne maden ocaklarında ne fabrikalarda çalışmak zorundadır. Kabiliyetlerini geliştirmek için belli imkanlara sahiptir, ama bu imkanlar yetmez ona. Kurulu bir lüks, eksiklik duyan için ihtiyaç. Kitapla hayat, nazari bilgi ile günlük rutin arasındaki uçurum doldurulmadıkça, tefekkür iki kutuptan birine yönelecektir. Ütopya veya beyin yıkama.