Tarihe damga vurmuş iki düşünürün hümanizme dair düşüncelerini tarihsel ve akademik bir bağlamda irdeleyen, aydınlatıcı bir metin.


 

 “Tıpkı kendisinden yüzyıllar önce yaşamış olan ‘çağdaşı’ Erasmus gibi, Stefan Zweig’ın da en büyük ideali; insanları ve toplumları birbirlerinden ayıranlara değil birleştirenlere ağırlık tanımak; insanın salt insan olarak yaratıldığı için en yüce değer bilinmesini sağlamaktı.”

-Ahmet Cemal’in çevirdiği Stefan Zweig’a ait ‘Rotterdamlı Erasmus’ biyografisi için yazdığı önsözden-

 

Tarih boyunca karanlık zamanlarda her türlü cezaya ve tehdide rağmen çağdaşlarını aydınlığa çağırma yürekliliğini gösterebilen cesur insanlar hep var olmuştur. Ortaçağ’ın bağnaz düzeninin kalıntılarında Erasmus, 20. yüzyılın kan ve gözyaşıyla yoğrulan ilk yarısında ise Zweig hümanizma ruhuna sarılarak benzer tutumlarla bu yürekliliği gösterebilmiş –Plutarkhos’un tabiriyle- paralel hayatlardır.

 

Bu iki yaşam arasındaki paralellikleri daha iyi görebilmek için öncelikle yaşamış oldukları yüzyıl dönümlerini değerlendirmek en doğrusu olacaktır. Erasmus’un içinde bulunduğu 15-16. yüzyıl dönümü ve Zweig’ı barındıran 19-20. yüzyıl dönümü hiç de sıradan tarih aralıkları olmamakla birlikte birçok benzerliği içlerinde taşırlar.

 

Avrupa tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olan 15. yüzyıldan 16. yüzyıla geçiş, Rönesans sanatının klasik modellere dayanarak şahlanışı ve Amerika’nın keşfi gibi büyük olaylarla karanlık bulutların dağılıp Avrupa’nın ufkunun dünya çapında boyutlara ulaştığı bir zamandır. 1000 senelik kilise öğretilerine artık kuşkuyla yaklaşılıyor ve sesini yükselten aslında pek de kalabalık sayılmayacak bir zümre değişimin gerekliliğini vurguluyordu. İşte bu noktada hümanistlerin akademik düzeyde tutarak kurumsal yapıyı ve birliği bozmadan yaptıkları eleştirilerle arzuladıkları ‘değişim’, reformistlerin mübah gördükleri kavga ve çatışma sonucu bambaşka bir yöne evrilecek, Avrupa’yı onlarca yıl sürecek geri dönülmez bir mezhep savaşının içine sokacaktı.

 

Bütün dünyayı siyasi ve ekonomik sonuçlarıyla bugün dahi etkilemeye devam eden büyük olayların temeli de bir başka dönüm noktası olan 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçişte saklı. Avrupa’da endüstriyel devrimlerin neticesinde gelişen kentler ve neredeyse ülke sınırlarının önemini yitirdiği 19. yüzyılın son anlarında, insanlar belki de tarihteki en huzurlu dönemlerinden birini yaşıyor, ilk kez birleşik bir Avrupa idealine bu kadar inanıyordu. Bilimin açtığı yeni kapılar, tıp ve tekniğin iyice ilerlemesiyle artan refah seviyesi insanlara çok sağlam bir güvence olarak yansımış ve onlarda her şeyin daha da mükemmel olacağı bir ütopyaya doğru yol aldıkları kanısını uyandırmıştı. Ancak bu kadar gücü bünyesinde barındıran Avrupa, adeta faylarda sıkışan yoğun enerjinin yol açtığı korkunç depremler gibi 1914 yılında tam ortasından uzun bir süre kapanmayacak bir şekilde çatlayacaktı. Teknolojinin, sanatın, hayatın tadını çıkaran, tatlı bir rüyaya dalmış bu kıtanın insanları; insanı ütopyaya götüreceğini inandıkları aynı tekniğin o korkunç savaşta nasıl bir insan kıyım makinesine dönüştüğünü canlı canlı gördüklerinde uyandıkları bu kâbusun dehşetini ancak anlayacaklardı.

 

Bu iki ayrı yüzyıl dönümünü bu şekilde incelediğimizde, bu iki hümanistin kendi çağlarında neden aynı endişelerle harekete geçtiklerini daha iyi anlıyoruz. Bu tarihin uzun çizgisinde yer alan iki dönüm noktası da aslında arkasında Avrupa –ve hümanistleri- için umut vadeden birlik ve insan merkezli bir hinterlanda sahip; ancak sonrası ise –kaderin cilvesi olsa gerek- tam tersine insanı ve değerlerini alaşağı eden, hümanizma ruhunu hiçe sayan, geçici hırs ve öfkeye kapılarak peşinden on binleri sürükleyip onların sonlarını hazırlayanların acımasızlıklarıyla dolu. İşte Erasmus ve Zweig her zaman savundukları insani değerleri bu kritik noktalarda da aynı sarsılmaz kararlılık ve cesaretle savunmaya devam edecek ve hiçbir yıldırmaya aldırmayacaklardır. Bu noktadan sonra bu iki portreyi, dönemleri ve hümanist tutumlarını daha rahat ayırt edebilmemiz açısından ayrı ayrı inceleyelim.

 

 

Desiderius Erasmus ve Hümanizmi


Kuzey Avrupa Rönesansı’nın en önemli ustalarından ve hümanizmanın en kararlı savunucularından biri olacak bu bedensel açıdan zayıf, yorgun, ufak tefek, solgun tenli adam; bütün bu bedensel açıdan yetersizliğin aksine keskin bir hafıza, -Kaspar Lavater’in tabiriyle- kararlı bir yüz ve büyük bir dehayla donatılmıştı. Rotterdam’da doğduğu 1466 yılı itibariyle İtalya’da çoktan gelişip meyvelerini vermeye devam eden Rönesans’ın bu altın çağında hümanizma kavramı gündeme getirilmiş ve artık toz tutmuş skolastik felsefenin yerine talip olmuştu. Kendilerini hümanist olarak tanımlayan entelektüeller artık eğitimin kilise baskısı altındaki teoloji odaklı didaktik yapısından kurtulması gerektiğini, bunun yerine sanat ve edebiyatta olduğu gibi eğitimde de Antik Çağ klasik felsefesine dayanılarak insanı ve hür düşünceyi merkeze alan studia humanitatis (gramer, şiir, retorik, tarih, etik) programının uygulanmasını vurguluyorlardı. Çünkü artık 1000 yılı aşmış kiliselerinin yozlaştığını, yeni düşüncelere kapalı olduğunu, kendi icat ettikleri uygulamalarla dini kullanarak halkı nasıl soyduklarını ve türlü cezalarla tehdit ettiklerini; nice sınavları başarıyla vermiş kendisine güveni sayesinde, artık kendisini küçücük ve iradeden yoksun bir toz parçası olarak değil, ama olup bitenlerin odak noktası, yeryüzünde bir güç öğesi olarak gören, Rönesans’ın özgür düşünceli insanları biliyordu.

 

 

15. yüzyılın ikinci yarısında Kuzey Avrupa’ya da tesir etmeye başlayan Rönesans ruhu tam da Erasmus’un ortaöğrenimini tamamlayıp Augustin Manastırı’na girdiği yıllara denk gelir. O dönemin Avrupa’sının adeta kütüphaneleri olan manastırlar, bir din adamı olmaktan ziyade Antik Yunan felsefesini ve klasiklerini öğrenmek isteyen Erasmus’un gidebileceği tek yerdi. Hayatı boyunca hiçbir yere bağlı kalmak istemediğinden, rahiplik yeminini orada ettikten sonra bir şekilde ‘cüppe giymeme’ izni dahi aldı ve manastırın sıkı düzenine bir daha dönmedi. Çünkü Erasmus için bir yere bağlanmak, özgürlüğüne sınır koymaktı. Ölene dek sadık kalacağı bu tutumundan ötürü, ileride büyük bir ün elde ettiğinde de hiçbir şekilde siyasete karışmayacak, krallar ve papalar danışmanı olması için yarışıyorken hiçbirini kabul etmeyecek, en meşhur üniversitelerin kürsü tekliflerini geri çevirecekti.

 

Bir şehre dahi bağlı kalmayı hazmedemeyen Erasmus, hocasından aldığı bursla Paris’e din bilimi doktorası yapmaya gittiğinde kafasında Avrupa’yı karış karış gezmek ve her yerden bir şeyler öğrenebilmek vardır. Ancak eğitimi sırasında yakalandığı bir hastalık ona tekrar düşünme fırsatı verdiğinde, iyileştikten sonra modası geçmiş biçimciliği ve içerikten yoksun kalıpları yüzünden bu skolastik anlayışa dayalı katı eğitime devam edemeyeceğini anladı. Bunun nedenini Zweig, Erasmus biyografisinde şöyle açıklıyor: “O güne kadar kasvetli manastır odalarında, dar görüşlü ve boyunduruk altına girmeye alışkın insanların arasında yaşamıştı. Seminerlerin baskısı ve skolastiğin sıkı düzeni, onun duygulu ve meraklı yaradılışı için gerçek bir işkence olmuştu; engin ufuklara açılmak için yaratılmış ruhu, bu sınırlar içerisinde olanaklarını değerlendirememişti.” Ancak geçirdiği bu yıllar sayesinde dar görüşlülüğün, biçimciliğin, tek yanlılığın ne kadar insan ruhuna aykırı olduğunu görüp bunlardan tiksinmiş ve hümanist bir ruha erişmişti.

 

Aristokrat çocuklarına özel öğretmenlik yapmaya karar vererek gittiği İngiltere gezisi Erasmus için bir dönüm noktası olur. Konumu itibariyle savaştan nispeten daha uzak kalmış bu coğrafyada sanatın ve bilimin nasıl da özgür bir ortamda icra edildiğine tanıklık eder. Oxford’da Yunanca dersler alır, kendisi gibi sadece Latince yazan Thomas More gibi hümanistlerle tanışır, katıldığı sohbetlerle görgüsünü arttırır. Özgür ruhlu kişiliği, İngiliz aristokrasi sayesinde geniş bir enginliğe ve evrenselliğe ulaşır.

 

Tam bir Latince üstadı olan Erasmus, –sadece Latince konuşup yazmaktadır- pek çok büyük esere imza atar ve devrinin gözdesi haline gelir. Eski Yunan ve Roma özdeyişlerini derlediği, türlü teolojik tartışmalara verdiği yanıtları içeren kitapları bir yana, ona asıl ününü kazandıran eseri Deliliğe Övgü’ olmuştur. Dönemin her karakterine türlü ve ciddi eleştiriler yönelten Erasmus, bunu o kadar kurnazca ve zekice yapmıştır ki diri diri yakılma cezası alabilecekken, eleştirdiği Papa’nın dahi böyle bir eseri insanlığa kazandırdığı için takdirini almıştır. Kitapta Erasmus stultitia yani ‘delilik’ kılığında çıkar kürsüye ve başlar susmamak üzere konuşmaya. Hayatın her alanına nasıl sirayet ettiğinden, o olmasa hiçbir şeyin insana tat vermeyeceğinden bahseder durur. Daha sonra entelektüellerden öğretmenlere, keşişlerden papazlara, tüccarlardan avukatlara, krallardan filozoflara ve kendini zeki sanan herkese atıp tutar, onları kendine has iğneleyici üslubuyla yerer, yaptıkları budalalıkları yüzlerine vurur; dönemin çarpıklıklarını gözler önüne serer. Dikkat çeken üslubu –Horatius’un tabiriyle ‘hakikati gülerek söylemek’– ve taşıdığı edebi nitelik bir yana, çok ciddi bir dönemsel eleştiri içeren bu kitap, hala güncelliğini korumakla birlikte yaşadığı çağa damga vurmuş ve ona çok büyük bir saygınlık kazandırmıştır. Artık bütün Avrupa onun hiçbir tarafa çekilemeyeceğini, yalnızca doğru bildiği yolda devam edeceğini, eleştirilerinden hiçbir ayrım gözetmeksizin herkesin pay alacağını farkındaydı.

 

  

Erasmus’un öncülüğünde Kuzey Avrupa hümanistleri kilisenin dine aykırı uygulamalarını eleştiriyor ve özüne dönmesi gerektiğini, skolastik felsefenin yerini studia humanitatis’in alması gerektiğini yazdıkları eserlerle anlatıyorlardı. Onların istediği bir devrim değil, yalnızca kırıp dökmeden gerçekleşmesi istenen bir reformdu. Bu yönüyle bir anlamda Protestan Reformu’nun da altyapısını oluşturan bu hareket; Martin Luther gibi reformistlerin bütün bir yapıyı reddederek kökten bir kopuşu ve sonu gelmeyecek bir savaşı başlattığında buna göz yummayacak, en başta Erasmus tepkisini koyacaktı. Defalarca mektuplaştığı Luther’e bunun bu şekilde –kavga ve çatışmayla- olmaması gerektiğini, yıllardır süren birlik ve beraberliği dönüşü olmayacak şekilde zedelediğini söylediğinde Luther tarafından reformu desteklememekle itham edilip kınanmış; Papalık tarafından ise reformculara cesaret verdiği gerekçesiyle eleştirilmiştir. Hayatında taraf tutmayı, fanatizmi reddeden bu büyük hümanist, tarafsız kalabilmenin cezasını çekiyor ve Zweig’ın deyişiyle “Tarafsız olan, her zaman kavgaların en acımasızıyla karşı karşıya kalır.” cümlesinin emsalini oluşturuyordu.

 

 

“Rotterdamlı Erasmus hangi yandandır, öğrenmek istedim. Ama bir tacir şu karşılığı verdi bana: ‘Erasmus kendisinden yanadır.“

Epistolae obscurorum virorum (hicivsel Latince deyişler koleksiyonu), 1515-

 

Her iki taraf da tarafsızlığıyla ve yerinde yaptığı eleştirilerle çok saygın bir pozisyon elde etmiş bu bilge adamı kendi saflarına katabilmenin mücadelesini veriyorken, bunu başaramadıklarında da onu itibarsızlaştırmak için türlü oyunlara başvuruyorlardı. Ancak Erasmus bu kavganın öznesi haline gelmekten itinayla kaçındı ve hatta tarafların arasını bulmak için İmparator V. Karl tarafından çağrıldığı toplantıya dahi belki de siyasete alet olmaktan ötürü duyduğu endişeden dolayı katılmadı. Uzun bir süre yaşamış olduğu Basel kentine –Avrupa tarihinde tarafsızlığın sembolü İsviçre’ye- geri döndü. Her şeye rağmen her iki taraftan da gördüğü saygınlığını burada ölene dek korudu ve onun yaktığı ateşi taşıyacak olan hümanist öğrencileri tarafından hiç yalnız bırakılmadı. Ömrünü sahne önünde oynamaktan çok perde arkasında durarak belki de köklü değişimlerin aktörü değil ama hazırlayıcısı olarak harcayan Erasmus, Kuzey Avrupa hümanizminin önderi; hayatı boyunca barışı ve birliği için mücadele ettiği Avrupa’nın en büyük çatışmaya sürüklendiğini görmekten duyduğu üzüntüyle yetmiş yaşında sessiz sedasız son nefesini verdi.

 

 

Stefan Zweig ve Hümanizmi


 “İçinde doğup büyüdüğüm Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki dönem için uygun bir ifade bulmaya çalışırsam, sanırım şöyle dersem en doğru olanı söylemiş olurum: Bu dönem güvenlik bakımından altın çağdı.” diye başlıyor Stefan Zweig, otobiyografik eseri Dünün Dünyasına. Gerçekten de hümanizma ruhunun her yanı sardığı bir atmosfer, Aydınlanma Çağı’nın ardından gelen tıp ve teknik alanlarındaki çığır açıcı gelişmeler, sanatta ortaya çıkan yepyeni akımlar, Sanayi Devrimi’yle küçülen mesafeler, gelişen kentsel altyapı 19. yüzyıl Avrupa insanının refah düzeyini daha önce hiç olmadığı kadar arttırmıştı.

 

1881’de böyle bir atmosferde Yahudi asıllı varlıklı ve kültürlü bir ailenin çocuğu olarak Viyana’da dünyaya gelen Zweig, ilk gençliği boyunca bu kültür ve sanat başkentinin sağladığı olanaklardan en iyi bir şekilde faydalanır. Birer kültür mekânı olan Viyana kafelerinde dünyanın her yerinden gelen gazete ve dergileri, çıkan her kitabı okuldan arkadaşlarıyla inceleyip tartışır, kendisini geliştirir. Çünkü Zweig’ın çokça eleştirdiği o dönemin eğitim sistemi yüzlerce yıllık geleneğine güveniyor, tamamen müfredata köle gibi bağlı öğrenciler yetiştirmeye çalışıyor; Zweig’ın tabiriyle kışlaya benzeyen okullar katı disipliniyle öğrencilerin özgürce düşünmesine fırsat vermiyordu. Bu yüzden kendi başının çaresine bakarak boş kaldığı her fırsatta soluğu bu kafelerde ve kütüphanelerde alarak hocalarının belki henüz adını dahi bilmediği ama sessiz sedasız sivrilmekte olan güncel yazarları takip ederek kritiklerini yapıyor, tiyatro ve operalara gidiyor; böylelikle edebi kişiliğini oluşturacak temelleri atıyordu.

 

 

Çok dil bilmesinden ötürü edebi hayatına çevirilerle başlayan Zweig, Viyana Üniversitesi’ne kaydolduğunda derslerinden çok yazı işleriyle ilgilenir ve editörlerin dikkatini çekerek Avusturya’nın en ünlü kültür dergilerinde yazarlık yapar. Ancak daha sonra aynı Erasmus gibi bir yere bağlanıp kalmak istemediğinden buradaki eğitimini yarıda bırakarak okumak için Berlin’e gitmeye karar verir. Bu süre içinde yazdığı öyküler, oyunlar ve biyografilerle edebi çevrelerin dikkatini çeker ve Fransa’dan, Belçika’dan uluslararası arkadaşlıklar kurar, Avrupa’yı karış karış gezer.

 

1907 yılından itibaren kıta seyahatlerine başlayan Zweig; Hindistan, Afrika ve Amerika’nın pek çok yerini görüp savaştan kısa bir süre önce Avrupa’ya döndüğünde –kendi ifadesiyle- onu daha müreffeh, gelişmiş, güzelleşmiş bulur. Uzun yıllar süren barış ve istikrar dönemi, baş döndürücü bir hızla ilerleyen ve hemen her gün yeni bir gelişmeye gebe olan bilim ve teknik insanlara hiç bu kadar güven vermemiştir. Zweig ilk kez –Erasmus gibi- birleşmiş bir Avrupa idealine yürekten inanmaya başlar. 1913’te tanışmayı çok istediği dönemin en popüler Fransız yazarlarından Romain Rolland’ın evine gittiğinde ettikleri sohbette bir ara Zweig’a zamanın uyanık olma zamanı olduğunu, çünkü büyük bir savaşın ufukta olduğunu ve hazırlıklı olmak gerektiğini –uzlaşma için her şeyin yapılması gerektiğini- söylediğinde, Zweig durumu sindirmekte güçlük çeker. Ancak kader Rolland’ı haklı çıkaracak, -Zweig’ın anlatışıyla- “28 Temmuz 1914’te Saraybosna’da sıkılan bir kurşun; insanlığın teknik bakımdan ilerleyişini hızlı bir ahlaki yükselişin takip edeceğini düşünen ve böylesi bir idealizm yüzünden gözleri kamaşmış kuşağın içinde yetiştiği, büyüdüğü ve oturduğu o yaratıcı aklın güvenli dünyasını, tek bir saniye içinde içi boş bir toprak çömlek gibi bin parçaya ayırıverecekti.”

 

Huzurlu bir sessizliği bozan bir fırtına gibi dünyanın üstüne çöken bu dünya savaşına Zweig, tek bir mantıklı gerekçe bulamaz. Ona göre kontrol edilemez hale gelen büyük güç, Freud’un ‘istenmeyen medeniyet’ ifadesiyle tabir ettiği insanın en ilkel duygu ve dürtülerini harekete geçirmiş ve her devlet en güçlü olduğu hissine kapılmıştı. Savaşın öfkesi kültür-sanat dünyasına da yansımakta gecikmeyecek; Alman tiyatrolarında Shakespeare yasaklanacak, Fransız salonlarında Mozart’ın eserlerine yer verilmeyecekti. En barışsever insanların dahi kan kokusuyla sarhoş olduğu bir atmosferde Zweig, herhangi biriyle sağduyuya dayanan bir görüşme yapmanın imkansızlığını sık sık vurgulamıştır.

 

Savaşın psikolojisini daha yakından görmek için Savaş Arşivi’nde memurluk ve bizzat cephede belge toplayıcılığı yaparken savaşın her iki tarafında da gördüğü acı ve sefalet onu tek bir düşünceye iter: Savaşa karşı savaşmak. Zaten çıkarmış olduğu kitaplarıyla Avusturya ve Almanya’da bir popülarite yakalamışken, bunu savaş karşıtı öykü ve oyunlarıyla hümanist tavrını sergilemek için kullanır. Savaşın karşıt ülkelerindeki yazarlarla –bir diğer hümanist Fransız Rolland gibi- uzlaşıya davet eden bildiriler, konferanslar düzenler. -Kendi deyişiyle- aklın ve sağduyunun kitlelerin duygularına karşı ihanetiyle savaşıyordur. Savaşa ‘evet’ demediği için çoğu arkadaşı tarafından yalnız bırakılır, bazıları tarafından hainlikle suçlanır. Ancak hiç beklemediği bir şekilde savaşın acılarını anlattığı eserleri binlerce satar.

 

 

Zweig savaştan sonraki ilk yurtdışı seyahatini İtalya’ya yaptığında, faşist hareketlerin başlamasına tanıklık etmiş, fanatizmin gençleri nasıl manipüle ettiğini görmüş ve biten bir savaşın başka bir savaşa gebe kaldığını fark etmiştir. Almanya’ya döndüğünde gamalı haçlı sembollerle etrafa dehşet saçan nasyonal sosyalist grupların ortaya çıkışına da tanık olur, ancak herkes bunları ufak tefek çatışmalar olarak görmekte ve kimse ciddiye almamaktadır. Nihayet 1923’te bu eylemler devlet tarafından sonlandırıldığında herkes –yıkıcı bir şekilde tekrardan hortlayacağını ve hayatlarını cehenneme çevireceğini bilmeden- rahat bir nefes alır. 1923 ile 1933 arasındaki dönem; Stefan Zweig için artık dünya çapında ün kazandığı, eserlerinin Finceden Ermeniceye hemen hemen bütün dillere çevrildiği bir dönemken; Almanya için savaş sonrası memnuniyetsizlik, enflasyon, işsizlik, siyasi krizlerle dolu -tam da Alman sadakat sözü vererek her şeyin düzeleceğini telkin eden Hitler gibi bir liderin ortaya çıkması için uygun- bir dönem olur.

 

Birbirinden tamamen farklı kesimlerin her birine verdiği sözlerle Hitler’in iktidara geldiği 1933’te, başarısı bir araya gelebilmesi imkansız gibi görülen bütün kesimlerce coşkuyla karşılanır. Sanayi patronları Bolşevik tehdidini yok edeceğini, yoksullaşmış burjuva sınıfı faiz köleliğinden onunla birlikte kurtulacağını, royalistler İmparator’a iktidar yolunu açacağını sanar; ordu ise pasifizme söven bu adamdan pek hoşnuttur. Ayrıca savaşın yenilgisini birilerinin üstüne yıkmak gerektiğinden, ticari ve sanayi alanına tesir etmiş olan Yahudiler günah keçisi ilan edilir ve antisemitizm hiç olmadığı kadar geniş kitlelerde yankı bulur. Zweig’la birlikte Thomas Mann, Heinrich Mann, Sigmund Freud, Albert Einstein gibi birçok aydının kitapları meydanlarda yakılır. Stefan Zweig ait olduğu ırkı, hümanist ve barışçıl tutumu dolayısıyla hedef tahtası haline gelmiştir artık; hiçbir siyasi eyleme karışmamasına rağmen polislerin gelip Salzburg’daki evini araması da bardağı taşıran son damla olur, Avusturya’nın da Hitler iktidarına yenik düşeceğini ve ülkesini terk etmek zorunda kaldığını anlar.

 

Hayalini kurduğu birleşik Avrupa rüyasının faşizmle birlikte bir kâbusa dönüşümüne, insani değerlerin alaşağı edilmesine, ırkçılığa, kendisiyle birlikte binlerin yazgısına bizzat tanıklık eden Zweig, vatansız kalmış biri olarak İngiltere’ye göç ettiğinde sürgünde bulunmanın acısını şöyle özetler: “Özgür bir insan olarak doğmamıza rağmen özne değil birer nesneydik ve artık hiçbir şey hakkımız değil, sadece resmi makamların bize verdiği bir lütuftu.” Buradaki sürgün yıllarında belki de acısını hafifletip cesaret bulabilmek için kendine en yakın gördüğü, çağını aşan bir hümanist olan Erasmus’un biyografisini kaleme aldığında “En özel ve kişisel eserimi yazdım.” diyecektir.

 

Savaş başladığında sırf Avusturya’da doğduğu için ‘düşman’ bir yabancı olarak görüldüğü İngiltere’de de duramayacağını anlayıp birkaç ülkeye sürüklendikten sonra Brezilya’ya yerleşir. Altmış yıllık hayatı boyunca büyük emekler vererek kurduğu yaşamı Hitler’in tek bir yumruğuyla yok olan, sahip olduğu her şeyi kaybeden, ait olduğu ırkı ve düşünce tarzı nedeniyle vatanının dışına itilen, her şeye sil baştan başlamak zorunda kalan Zweig elinde kalan son şeyle, sözcüklerin diliyle; savaşın insan ruhunda bıraktığı tahribatları, insan kıyımının zalimliğini, hümanizmi anlattığı eserlerini bu uzak diyarlarda insanlığa armağan etmeye devam eder.

 

 

Avrupa’nın içine düştüğü durumun üzüntüsü ve savaş bitse dahi eski güzel günlerinin bir daha gelmeyeceği düşüncesiyle eşiyle birlikte Brezilya’daki evinde yaşamına son vermeden birkaç ay önce tamamladığı Dünün Dünyasıadlı eseri; otobiyografik bir eser olmasının yanı sıra; Avrupa’nın en güzel günlerinde, hümanizma ruhunun henüz kaybolmadığı zamanlarda, faşizmin kitlelerin ruhuna tesir etmediği dönemlerde gençliğini yaşamış olan, insana her şeyden öte insan olduğu için değer veren evrensel bir merhaleye ulaşmış bir yazarın yaşadığı dünyanın bir daha eskisi gibi olmayacağını fark ettiğinde eski günlere düzdüğü bir övgüdür. Her türlü karşıt duyguyu ve hali tatmış olan Zweig; sevilmişti ve nefret edilmişti, zengin olmuştu ve fakirliğe düşmüştü, sahiplenilmişti ve itilmişti. Ama eserine son noktayı koyduğu cümledeki gibi “Aydınlığı ve karanlığı, savaş ile barışı, yükseliş ile çöküşü yaşamış olan bir kişi, hayatı gerçek anlamda yaşamış demektir.”

 

Ahmet Cemal bu iki büyük hümanistle ilgili değerlendirmesini şöyle özetliyor: “ Her türlü zorlamayı yadsıyıp her koşul altında iç özgürlüğünü koruma uğrunda çaba harcamak, kimsenin efendisi olmaya kalkışmamak, fakat kimseye de boyun eğmemek; her türlü taraf tutmadan, özellikle de içine zorbalığın karıştığı çekişmelerden kaçıp kendi kitaplarının dünyasına sığınmak; hiçbir sav ya da düşünceye baştan düşmanca yaklaşmamak; ama buyurgan nitelik almaya başladığı anda, her savın ya da düşüncenin karşısına dikilmek; bütün bunlar, gerek Erasmus’un, gerek Zweig’ın kişiliklerinde birbiriyle bütünüyle örtüşen niteliklerdir.”

 

Her türlü politik tartışmada taraf tutmaktan uzak duran, dikteyle kabul ettirilmeye çalışılan şeylerden nefret eden, farklı görüşlere saygı duyan, kendini bir yere bağlı hissetmekten çok bir dünya vatandaşı gören, yüreği düşünsel bir Avrupa birliği için atan bu iki hümanist; bu tutumlarından ötürü en ağır cezalara maruz kalıp zamanlarının dışına itilmeye çalışılsalar da onlar tam tersine zamanlarını aşmış ve her çağa ‘insanın ırkı, dini, dili, düşüncesi fark etmeksizin değerli olduğunu haykırmışlardır. Aralarında yaklaşık 400 yıl gibi bir süre olmasına rağmen yazgı birliği etmiş bu iki hümanistin hikayesi, insanlık düşünce özgürlüğünü ve birey olarak insan hayatının taşıdığı kutsallığı değer bildiği sürece, güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyecektir.

 


mert candan


Kapak Görseli: The Red Bulletin – Bene Rohlmann

Kaynakça:

  • ERASMUS Desiderius, 2018, 6. Baskı, Deliliğe Övgü, çev: Yücel Sivri, Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
  • ZWEIG Stefan, 2019, 9. Baskı, Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi, çev: Ahmet Cemal, Can Yayınları
  • ZWEIG Stefan, 2019, 13. Baskı, Dünün Dünyası: Bir Avrupalının Anıları, çev: Kasım Eğit – Yadigar Eğit, Can Yayınları
  • AKKUŞ Evrin, 2005, Desiderius Erasmus ve Martin Luther’in Reform Görüşlerinin Avrupa Kültürel Birliği Bağlamında Değerlendirilmesi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi
  • SERT Gülperi, 2007, Özgürlük ve Barışa Çağrı: Stefan Zweig ve Eseri ‘Dünün Dünyası’ Üzerine, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt:9 Sayı:4