COVID-19 süreci ve sonrası üzerine kaleme alınmış, doğru soruları soran kapsamlı bir sosyoloji metni.


Yazarlık duygusu, isteği ve yazar olma hissiyatı bir sosyal sorumluluk projesine benzemektedir. Sosyal sorumluluk kurumları tarafından belirli amaçlar doğrultusunda üretilen projelere sosyal sorumluluk projeleri denmektedir. Sosyal sorumluluk projelerindeki amaç, belirli bir dönemde belirli bir bölgede yaşanılan olumsuz olayların doğurduğu sonuçları azaltabilmek ve giderebilmek adına yapılan yardımlar ve adımlar bütünüdür. Buradaki kilit nokta bu projeleri ve kurumları üreten bireylerdeki bilinç yeterliliğidir. Kimi zaman on beş yaşındaki bir çocuk kimi zaman milyon dolarlara sahip bir kurum bu durumu yerine getirir. Bilinç yeterliliği de burada başlamaktadır.

 

 

Belirli ölçülerde yaşadığı toplumu tanıyan, dünyadaki değişikliklere gözlerini ve kalp odacıklarını kapatmayan, gündemi yorumlayabilen, geleceği okuyarak ve düşünerek tahminlerde bulunan insanlar bilinç yeterliliğine sahiptirler. Bu yüzden yazarlık olgusu da yukarıda bahsettiğim olgulara paralellik göstermektedir. Çünkü yazar olan veyahut yazar olma yolunda ilerleyen birey, dünya ve insan kavramlarının işlendiği felsefik patolojide birçok kısmı okuyabilmiş, yorumlayabilmiş ve bu dönen sistemde kendine sorduğu soruların peşinde koşarak kendisine cevaplar üretmiştir. Ürettikleri bu cevaplar onların tıpkı yukarıda madde anlamında yardım eden bireylerin ellerindeki madde özgürlüğüne benzeyen bir durum ortaya koymaktadır. O da zihinsel ve düşünsel özgürlüktür. Zihinsel ve düşünsel özgürlüğe sahip bu insanlar, durumu dış çerçeveden gözlemleyerek kâğıda ve tarihe aktararak gelecek nesillere taşımış ve yazdıklarıyla o döneme el uzatmışlardır.

 

 

Çin’de başlayıp kısıtlı bir süre içerisinde evrenimize dağılan bir virüs problemiyle uğraşmaktayız. Değerli okurlar bu virüsü yorumlayabilecek ne tıp bilgisine ne de biyoloji bilgisine sahibim. Siz değerli okurlarıma anlatmaya çalışmak istediğim durum, bu virüs kaosunda bireylerin değer kavramları, değişen dünya sosyolojisi, ve gözlemlerim.

 

 

Tarihler 27.02.2020,  23:51 sularını gösterirken tüm televizyon kanalları kameralarını hep birlikte Suriye’nin kuzeybatısında bulunan İdlib bölgesine çevirdiler. O saatlerde insanlar sıcak yataklarında uyurken, kendi dertlerimizle boğuşurken bütün televizyon kanalları kısık sesli muhabirleriyle acı haberi, 33 askerimizi kaybettiğimizi söylediler. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Avrupa ülkeleri bu durumdan ne kadar zararlı çıkabileceklerini düşünürken belki de düşünmüyorken, Tayyip Erdoğan tarafından kapılar açıldı ve Türkiye’deki bütün mülteciler Yunanistan’daki kapıya doğru harekete geçti ve çok geçmeden çoğu mülteci kapılarda nöbet tutmaya ve içeri girmeye çalıştı. Rusya işin içerisinden nasıl sıyrılabileceğini hesaplamaya çalışırken, medeniyetin başkenti dediğimiz Batı, mültecilere içeride zulüm ve işkence yapmaya çoktan başlamıştı. Dünya mültecileri konuşurken, konuşulmayan konu COVID-19 adlı bir virüsün Çin’in Wuhan kentinde can almaya ve o şehri tümör gibi sarmaya devam ettiğiydi.

 

 

Ülkelerin çoğu kendi genlerine böyle bir virüsün bulaşmayacağını ve sıçramayacağını düşünürken Çin’de yaşayan vatandaşlarını da bir bir geri almaya gidiyordu. Lakin kimse Çin Halk Cumhuriyeti’nin problemlerini, sorunlarını ve yaşadıklarını detaylı bir izleme yaparak görmüyorlar aksine durumun ciddiyetinin farkına bile varmak istemiyorlardı. Çünkü ellerinde önemli bir dert vardı. Bu dert yıllarca medeniyetin başkenti olarak gözüken Batı’nın mültecilerle birlikte asimile olma ve o insanların Avrupa’da istenmemesiydi. Batı işin içinden çıkamayacağını ve mültecilerin durmadan akın ettiğini anladıktan sonra Yunanistan’a destek kampanyası ve yardım yaparken diğer yandan da olası bir önlem almak için gelen mültecileri nasıl batılılaştırabiliriz adı altında onlara verecekleri eğitim sistemini tartışmaya da çoktan başlamıştı. Batı, sömürünün ve çıkar ilişkilerinin hesaplarını yapmaya çalışırken COVID-19 adlı virüs 20 Şubat tarihinde bir vatandaşında görüldü. İtalya bunun farkına bile varamadı. 21 Şubat tarihinde ise ilk ölümleri gerçekleşti ve önlemleri alınamadan şu an ölüm oranlarında bölge olarak lider konuma yerleştiler.

 

 

Bir önceki ‘Kaybedilenler’ adlı yazımda bahsettiğim birey, birey olma yolunda ilerlerken ‘Ateş düştüğü yeri yakar’ sözleriyle eğitilir. Bu cümle ve bu gibi cümlelerin sonu bizleri bu hale getirdi değerli okurlar. Çünkü Doğu virüs ile mücadele verirken Batı kendi sömürüsünün ve tıpkı aç kalmış bir varlık gibi etrafı ısırmanın peşindeydi. Buradan yola çıkarak virüs etkisini geçirdikten sonra değişecekler arasında ilk olarak siyaset ve politika kavramlarının anlayış çerçevesini bir siyaset bilimi öğrencisi olarak öngörüyorum. Ülkeler sınırları etrafındaki kara parçalarını korumak için asırlardır mücadele eder ve bölgelerinde yaşayan halkın refah yaşamaları için başka bölgeleri sömürme ve refah arttırıcı politikalar uygulamak için çalışırlar. Yapılan doktrinler ve uygulamalar onların geleceği için yaptıkları en doğal haklarındandır. Lakin virüsün uzun bir süre ülkeleri tek çatı altında buluşturabileceğini ve 2020 yılında kaybedilen tüm vatandaşlar adına tek elde toplanılacak bir dünya siyasetini; kutuplaşmada, dost-düşman kavramlarında, siyaset arenasında rol alan kavramlarda, dünya düzeni tekrar eski halini alana kadar bencil bir davranış sergilemekten kaçınılacağını düşünmekteyim. Politika bilimleri, siyaset, bireyin felsefesini ele alan kavramlardır lakin politika ve siyaset kavramlarının insanüstü çıkar ilişkilerinin de temelini attığını düşünerek fazla detaya girmeden konuyu noktalamak istiyorum.

 

 

Bu dönemde bireylerin bakımlarını, giyim kuşamlarını ve barınmalarını sağlamaları için en çok ihtiyaç duyacağı madde paradır. Diyebilirsiniz ki sadece bu dönemde mi? Evet, sadece bu dönemde. Bireyleri ekonomik statülerine göre genel kavramlar ile zengin ve fakir olarak ikiye ayırırız. Ekonomist, ideolojiler ve bilim ile konuşarak açıklayabilirken, mahalle bakkalındaki Salim amca bakkal defterine bakarak açıklar. Tek farkı konuşulan dil üslubudur.

 

 

Bireyler günlük hayatlarında kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek iş ve iş yerlerinde bulunmaktadır. Kimisi düzenli maaş alabildiği, güvenlik ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılayabildiği memur statüsünde; kimisi de ekonomik değeri 1 TL’den sattığı maldan gün sonunda elde ettiği kazançla sağlayabilir. İki tür bireyin de nakit akışı o gün için sağlanmış olur. Lakin şu an durum böyle değildir. Çünkü bir problemimiz bulunmaktadır, o da seyahat ve rahatça dolaşabilecek para akışının olmamasıdır. Böyle bir durumda beyaz yakalılar, memurlar ve mühendisler şirket bilgisayarlarıyla evlerinde iş yaparak düzenli nakit çıkışını sağlarken, bakkal Salim amca ve diğerleri ancak virüsün geçmesini beklemek zorundadır. Bu yüzden ilk defa bu kadar paraya ihtiyaç duyduğumuz ama bir o kadar da gelen paranın çıkışını sağlayabileceğimiz bir kurumun olmaması bizim paraya karşı olan değerler bütünümüzü tümüyle değiştirecektir. Ekonomi üzerine diğer söylenenlerden bir tanesi de artık sıcak ve madde halinde olan paranın şeklinin değişeceğidir.

 

 

Sadece bu virüsten dolayı değil günlük hayatımızın olağan akışında da tüm sağlık çalışanları paranın virüs taşıyan tehlikeli bir madde olduğunu, ellerimizi temas ettikten sonra güzelce ellerimizi dezenfekte etmemiz gerektiğini söylemekteydiler. Lakin biz insanoğlu her zamanki gibi nasıl olsa bizim başımıza gelmedi anlayışıyla bu durumu umursamadık. Peki, şimdi ne oldu? Paranın şeklini değiştirmeye, plastik ve kolay dezenfekte edilebilen maddeye dönüştürülmesinin tartışmalarını başlattık. Ekonomi üzerine üçüncü sosyolojik değişken de paraya yüklediğimiz anlam. Üç farklı kuşağın aynı nefesi soluduğu bir yüzyılda bulunmaktayız.2000 sonrası doğan ve yetişen bireyler, okul harçlıklarını, üniversitede yemekhane ve kitap alışverişlerini, mekânlarda ödediği ücretleri, ellerine paranın p’sini değdirmeden ellerinde bulunan kartlarla halletmektedir

 

 

Üniversite yemekhane kartı, mağaza alışveriş kartı, kredi kartı, sürekli gittiği mekânın abone kartı, kahve dükkanlarının kartı… 1980 dönemi ve 70 döneminden gelen nesil hala sıcak paranın ele değmesi gerektiğini, “İnternetten dokunmadan alışveriş mi yapılır?”; “Güvenemeyiz öyle. Söyle onlara eve bir de fatura yollasınlar, yarın problem çıkar” söylevlerini gerçekleştirmektedirler.  Ekonomi anlayışı üzerine 21. yüzyılda üç ayrı kuşak çatışmaktadır. Virüs durumu toparlandıktan sonra artık bu üç kuşağın da aynı bakış açısıyla paraya değer vereceğinin yorumunu hep birlikte yapabiliriz.

 

 

İlkokul sıralarında öğretilen bir kavram vardır. Eminim bahsetmeye başladıktan sonra hepimizin gözlerinin önüne gelecektir. Bu kavram hastane kullanımı eğitim kavramıdır. Kendinize şu soruyu sorabilirsiniz, “Hastane kullanımı da nedir?” Hemen açıklayalım. Hastane kullanımı, vücudumuzda hissettiğimiz ağrıların, hastalıkların ve sosyal hayatımızda karşılaştığımız kazaların önlemleri için doğru çözüme ulaştırabilecek bir hastane kullanım eğitimidir. Örneğin birey baş ağrısı hastalığını hissediyorken başvurması gereken yer fakülte hastanesi değildir. Birey öncelikle sağlık ocağına gitmeli, orada yapılan testler ve çözüm odaklı verilen ilaçlar aracılığıyla geçmeyen ve devam eden bir hastalığa sahip olduğu anlaşılırsa devlet hastanelerine sevki sağlanmaktadır. Bireyin burada görüneceği doktor ve kurum hastaya tanıyı koyduktan sonra çözüm için gereken yapılmaktadır. Fakat iktidar değişiklikleri ve iktidar değişikliğiyle gelen hastane politikalarından sonra yapılan şehir hastaneleri, arttırılan özel hastane sayıları bu eğitim anlayışını ortadan kaldırmıştır.

 

 

Artık insanlar grip ve baş ağrısı için gitmesi gereken sağlık ocağına gitmesi yerine canı sıkıldıkça hastanelerin acil kısımlarını iğne ve serum için rahatsız etmektedir. Tıpkı ambulanslara gösterdiğimiz ‘gereksiz yere arayıp rahatsız etmeme’ ve ‘doğru vaka haricinde meşgul etmemek’ gibi davranışları hastanelerimiz için de uygulamalıyız. Bu durum hem bireylerin yaşamış olduğu sağlık problemlerini kolay çözüme kavuşturur hem de acil durumlardaki vakaların kolay müdahalesini sağlayarak fakülte gibi önemli hastalıklar ile mücadele eden kurumların da ciddi vakalara öncelik tanımasının önünü açabilir.

 

 

Sosyal İlişkiler


On ay önceki ‘Evimize Bacadan Giren Sosyal Medya’ adlı yazımda sosyal medyanın tehlikesinden, birey üzerinde yarattığı sosyo-kültürel değişkenliklerden bahsetmiştim. Öngörü dolayısıyla mı o cümleleri sarf ettim bilmiyorum ama o yazıları bana yazdıran insanların artık birbirleriyle yemek masalarında, kafelerde, çocuklarıyla parklarda telefona bakmaktan  ilgilenemiyor oluşlarıydı. Korkarım ki bu on beş günlük karantina sürecinde bu durum kat kat artarak ilerledi. Yapılan alışverişler sırasıyla; oyun platformları, alışveriş mağazaları, teknoloji aletleri, sosyal medya programları ve medya kanallarına oldu.

 

 

Virüs geçtikten sonra insanlar telefonları ellerinden bırakarak çimlere, parklara ve pikniklere mi koşarlar gibi soruları zihinlerimizde soru işareti olarak oluştururken, diğer yandan tam tersi bir durum oluşarak sosyal medya bağımlılığımız, kendimizi beğendirme hastalığımız ve ekrana bakma köleliğimiz hızlı bir değişkenlikle artabilir mi sorusunu da yarattı. Ucu karanlıklar ile dolu bir koridor. Sosyal medya üzerinden başlatılan akımlardan bir tanesi de canlı konserler, canlı yayınlar oldu. İnsanlar, sanatçılar, gazeteciler ve diğerleri sosyal medya üzerinden, medya kanallarından konserler vererek mesleklerini icra etmeye başladılar. Bu durum virüs geçtikten sonra internet akışının ilerlemesinin ve gelişmesinin güçlenmesinin gerektiğini ve bunların önünün artık daha fazla açılarak, konserlerin platformlar üzerinden yapılabileceğini de göstermiş oldu bizlere. Böylelikle etkinliklerde sosyalleşen insanoğlunun son on yılda bunu da mı yitireceğini hep birlikte göreceğiz.

 

 

Sokağa çıkma yasağının olduğu Avrupa ülkelerinde şu an bizde olmayan ama belki bizim için de gelecekte olursa değişebilecek kavramlardan bir tanesi de Ticaret Kavramı olabilir. Bireyler bu süre zarfında e-market uygulamaları diyebileceğimiz, zamanında kurulmuş ve kenarda bekleyen uygulamalara ihtiyaç duymaktadır. İnsan zekasının ve aklının bir uygulamaya, duruma ve olguya alışma süresi ortalama yirmi bir gün olarak bilinmektedir. Yirmi bir gün karantina halinde kalan insanoğlu mutfak alışverişlerinin ve pazar ihtiyaçlarının çoğunu evden yapmaya alıştıktan sonra gündelik hayata döndükten sonra ne kadar eski hale dönebilecek olması da akıllara sorulması gereken bir sorudur. Bardağın diğer tarafından bakarsak; yani ticaret yapan, dükkan açan ve bize hizmet sunan market zincirleri bu değişimden sonra aslında hiç düşünmedikleri ve aksine internetten alışveriş yapan insanlara kızdıkları duruma belki de kendilerinin de başlamaları gerektiğini ve dükkanlarını sosyal medyaya ve uygulamalara aktarmaları gerektiğinin olgusuna varmaları gerektiğini anlayacaklardır. Ve hızla ilerleyen bir e- alışveriş sisteminin gelişebilmesi öngörülmektedir.

 

 

‘Ateş düştüğü yeri yakar’ diyen birey ve bireylerden oluşan toplum kültürü ilk defa ölüm ile bu kadar yüz yüze gelmiş bulunmaktadır. “Acaba yarın ben de mi?” sorusunu aile içerisinde ve kendi zihninde aydınlatmış ve korku duygusuyla yüzleşmeye başlamıştır. Bu süreç geçtikten sonra bireylerin zihnindeki ölüm kavramının tehlikesi, kıymeti belki de hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde değişebilecektir. Her topluluk, ölümün gerçek hayatın bir kuramı olduğunu ve bunun bir gün yaşanabileceğini bilir ama bunu asla kendi içerisinde kabul etmez. Çünkü gerçek ile yüzleşmek her zaman ürkütücüdür. Maslow’un belirtmiş olduğu ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinde yer alan ‘güvenlik’ maddesi bireyin her zaman güvenlik duygusuna ihtiyacı olduğunu anlatmıştır. Yani birey, kendi ihtiyaçlarının temellerini atabilmesi ve devam ettirebilmesi için güvenlik kavramına ve güvenlik hizmetlerine her zaman ihtiyaç duymaktadır. Bu yüzden bu piramitten yola çıkarak bireylerin artık eskisinden daha fazla güvenlik olgusuna sarılacağını öngörebiliriz.

 

Doğu ve Batı Kavramlarının Değişimi


Asırlardır Batı’ya karşı olan ilgimizi, hayranlığımızı ve düşünce sistemimizi değiştiremedik. Acımasız sömürge gücünden ötürü yaşamış oldukları refah seviyeleri, yaratmış oldukları sanat ve sinemanın altında yatanları göremedik. Değerli okuyucular, ilim ve bilim, fabrika işçisinin yapabileceği bir durum değildir. İlim ve fikri, bilim işçisi üretebilir. Batı’nın işçi sınıfının sosyal demokrat ve sendika anlayışıyla yaşıyor olmaları ve devletin halka ihtiyacını verebilmesi, diğer devletlere karşı yapmış oldukları acımasız davranışlar sonucu gelişen refah düzeninden ötürüdür. Bu yüzden Batı işçisi ve halkının; sanata, sinemaya ve bilime karşı ilgi gösterebileceği vakti, fani değil sonsuzdur. Bakın üstat Meriç ne diyor;

 

‘Bütün Kur’an’ları yaksak. Bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! Avrupa, maddeciliğine rağmen Hristiyan’dır. Sağcısıyla, solcusuyla Hristiyan. Hristiyan için tek düşman biziz. Haçlı ordularını bozgundan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet. Genç cüce, müselsel zilletler sonunda ihtiyar devin zaaflarını keşfeder. Ahde vefa, civanmertlik, merhamet… Aşağıdan alır, hulus çakar, yaltaklanır ve… Nihayet alt eder devi. Cenk meydanlarında değil, yatak odalarında kazanılan bir zafer.  Zavallı Türk aydını… Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev, papağanlaşır, Cemil Meriç (Ümrandan Uygarlığa, s. 9).

 

Mülteci probleminin verdiği patlak, bugün Suriye’de yaşananlar, kaybedilen askerler ve virüs sonrası değişecek siyaset ve bakış açısını, sosyolojik olarak ele aldığımızda; Türk insanının, işçisinin, köylüsünün ve aydının zihinlerinde yatan Batı düşüncesinin, değişmesinin ihtiyacını hiç olmadığı kadar sahiplenmeli ve etrafımıza anlatmalıyız.

 

 

Bu platformda yer alan, yazan, okuyan ve yaratan her Türk gencinin buluştuğu ortak nokta, edebiyattan, bilimden ve felsefeden geçmektedir. Burada değişecek olan bakış açılarından, felsefe ve bilim üzerinden yorum yapmaya bilgimin olmamasından dolayı hepinizden özür diliyorum. Lakin edebiyat üzerine şunları aktarmak istiyorum. Birey, korktuğu olgulardan kaçarken başına gelebilecek o korkutucu eylemlerin başkalarının başına gelmesinden ve bunu yorumlayarak izlemesinden zevk alır.

 

 

Türkiye’de ne yazık ki kadın cinayetleri haber kanalları ve insanlar için sıradanlaşacak duruma gelmiştir. Türkiye’de kadınların eşlerinden çekinmeleri, ahlak kavramlarının sadece kadınlar üzerinden tartışılması, kadını ezmektedir.Bu yüzden kadınlara karşı yaralama ve ölüm olayları gibi kötü sonuçlar doğmaktadır. Dikkat edilecek husus ise şudur: Türkiye’de sabah programlarının, seri katil filmlerinin ve cinayet romanlarının izlenme/okunma oranlarında kadınlar lider konumdadır. Çünkü kadın bu programları, romanları ve haberleri okuyarak başına gelebilecekleri görmekte ve bir gün benim de başıma gelebilir korkusuyla yüzleşmektedir. Bu yüzden virüs salgından sonra hiç olmadığı kadar edebiyat,  bilim kurgu romanları, öyküleri ve medya sektörüne konu olacaktır.  Çünkü bireyler şunu diyecektir; “Korkmuyorum ama başkasının başına geldiğinde nasıl sonuçlar veriyor merak ediyorum”. Bu cümleden yola çıkarak sinemaseverlerin, okurlar ve yazarların bilim kurgu üzerinden çok fazla üretim yapabileceklerini öngörmekteyim. Belki de 2020 yılı yaslar ile dolu ve bol bilim kurgulu bir yıl olur bizim için.

 

Değerli okuyucular bu yazımda sizlere yaşadıklarımızın, dünya, birey ve sosyoloji kavramları çerçevesinde değişimlerini aktarmaya çalıştım. Mümkün olabildiğince değişime ayak uydururken sağlıklı adımlar atmanızı temenni ederim. Özellikle popüler kültürün zihinlerimizde açacağı kara deliklere izin vermek yerine, en çok ihtiyacımız olan tozlu kitapları düzenlemek sonra sayfalarını açmakla zihin odacıklarınızı aydınlatmanızı umarak veda ediyorum.

Sağlıkla kalın.