İntihar ve anlam felsefelerinin çıkış sebeplerini kökleri ile birlikte irdeleyen, insan yaşamı hakkında farkındalık yaratan bir metin.


 

Felsefi bir kötümserlik intihar. Bahsedilen konu sizler için birer korku ve hayasızlık örneği olabilir. Melankoli kavramı üzerine çalışma yapmış ve insan doğasının derin algı odalarına ulaşmaya çalışan yazar takımı için ise birer esinlenme kaynağıdır. İntihar dosyası ve dosyaları her birey ve toplum üyelerinde önemli konum arz eden aile grubu için birer korku kaynağı olmuştur. Lakin bir o kadar da insanlar için ilgi çekici hale gelmiştir ölüm ve intihar konusu. İnsanların ölüm temalı programları ve kitapları sıkça tercih etmesi sorusu üzerinden yola çıkılarak yapılan araştırmalar şu gözlemi sunmuştur, ‘bireyler günlük hayatta başlarına gelebilecek kaza, yaralanma ve ölüm biçimlerini ancak başkalarının başlarına gelen kazalardan ve haberlerden tahminde bulunmaktadırlar. Bu yüzden bireyler kendileri üzerinde şu cümleleri arz etmektedir; evet, benim de bir gün ölümüm bu yol ile olabilir. Evet, benim sonumda bu şekilde bitebilir. Neyse ki benim böyle bir aile yaşantım yok. Neyse ki böyle bir durum içerisinde girmedim.’ Ulaşılan sonuçlar biz bireyler adına karmaşık ve çıkılamaz bir durumdur. Lakin toplum yapısının bozulması ve bireylerin kişisel ihtiyaçlarına cevap verecek refah seviyesine ulaşamaması insanları kişilik problemine ve varoluşsal sancılara iterek bireyleri çıkmaza sokmaktadır.

 

İntiharın boyutları ve türleri insanların toplumsal düzenleriyle eş düzeydedir. Bulundukları düzeyde yaşamış oldukları ve benimsedikleri birey rollerindeki dünyaları, geldikleri konum, bireyler ile iletişimlerinin yanında, hayatına aldığı kişiler ile birlikte taşıdığı gen faktörü de bu bağlamda etkili olmaktadır. Freud, kişilik oluşumlarının ve bireylerin gelecekte yaşayacağı olguların sebebinin 0-7 yaş arasındaki döneme bağlı olduğunu aktarmaktadır. Burada anlatılan, bireyin 0-7 yaş arasında yaşamış olduğu ailevi kavgaların, şiddetli geçimsizliğin ve depresif komplekslerin bireyde hasar bırakacağı ve geleceğe yönelik yaşantısında etkilerini göstermesi durumudur. Örnek verecek olursak, 0-7 yaş arasında ev ortamında babasının annesine gösterdiği şiddet ile büyüyen bir çocuk kendi karakter oluşumunda şiddetin ön plana çıkarak oturacağı bir karaktere sahip olacaktır. Belki evliliğinde eşine aynı durumu yansıtabilecek ya da günlük yaşamın patolojisinde problemleri kavga aracılığıyla çözümleme yoluna başvuracaktır. Kitaplarında hastalarının anılarından yola çıkarak tedavi yöntemi uyguladığından bahseden Adler, yapmış olduğu araştırmada farkettiği  gözlemleri vurgulamaktadır. Bir anısında, fahişe kadınları inceleme altına almış ve fahişe kadınların vücutlarını satarak ailelerinden intikam aldığını, aldığı intikamdan anlamlar çıkarttığının sonucuna varmıştır. Bir hastasının, “vücudumu satıyorum çünkü küçüklük çağlarımda ailem tarafından (baba ve abi) şiddet eğilimi altında büyütüldüm ve vücudumun onların kazandıkları paradan daha fazla para kazandırdığını gördükten sonra abimden ve babamdan kendim üzerinden para kazanarak daha fazla intikam ve haz aldığımı hissettim” sözlerini kaydeden Adler’e göre büyümüş olduğu çevre ve ailevi topluluğunda görmüş olduğu etkiler bireyi intihar üzerine yoğunlaştıracak ve hatta intikam duygusu üzerinden ailesinden intihar ile intikam almış olacaktır. Düzeyde olan intihar vakaları, yukarıda anlatılan örnekler ve alıntıların 0-7 yaş arasında yaşamış olduğu ailevi kültürel ortam ve çevrenin etkilerinin kaynak gösterdiği intihar vakalarıdır.

 

Eş düzeyde olan ikinci unsur ise gen teorisidir. Şöyle başlamak isterim ki mutlu aileden mutlu çocuk, mutsuz bir aileden mutsuz bir çocuk var olabilir. Gen teorisinde, görerek öğrenilen bir yapı taşı etkisini de dahil edebiliriz. Çünkü aile içerisinde şiddet eğilimi ile büyütülen çocuk gen odağında da aynı kavgacı duyguları var ise bu ikisinin birleşmesi sonucu bireyin psikolojisinde ortaya bir problem çıkmaktadır. Ortaya çıkan problemi birey gelecek yaşantısında öğrendiği çaresizliği, almış olduğu eğitim ve yardım ile hafifletme üzerine mücadelede bulunsa bile burada yeniden genlerinde taşımış olduğu kavgacı güdüler ve şiddet eğilimi onu her zaman ateşleyecektir. İntihar düzeyinde aile üzerinden mutsuzluk algısını öğrenmiş bir birey gelecek yaşantısında da mutluluk kavramına kucak açamamaktadır. Burada devreye giren gen olgusu ise onun aileden aldığı mutsuzluk, problemlerinden kurtulamama ve kimlik arayışının sonuçsuz kalması nedeni ile onu intihara sürükleyecektir.

 

Eş düzeyde olan üçüncü unsur ise günlük yaşantımızda aldığımız kararlar ve bu ağır kararları kaldıramayan bir patolojiye sahip olmamız. Sorumluluk erken yaşlarda aile üyelerimiz tarafından öğrendiğimiz, sabahın erken saatlerinde aldığımız bozuk paralar ile gittiğimiz bakkallardan aldığımız ekmekler ile başladı. Daha sonra ailemize karşı aldığımız eğitimin sorumluluğu ve göstergesi, üniversitede birey olma yolu olarak gelişti. Gelişen birey aile kurma, iş hayatında önemli kararlar ve bu kararlardan doğan sorumluluk bilincini geliştirdi. Görülen bakkaldan ekmek alma sorumluluğumuz bizleri tüm pervane çerçevesinde yaşamımızın ahenk taşlarına götürdü. Bu ahenk taşlarından bir tanesinin kopuk, bozuk ve problemli olması günlük hayatımızın patolojisinde bizleri uçurumlara sürükleme yoluna itebilmektedir. Alacağımız bir iş sonucunda iflas etmemiz, zevklerimiz ve tutkularımız üzerine yaşamış olduğumuz hayatımız ve bunun sonucunda doğabilecek kötü sonuçlar… Kimi zaman vasat bir evlilik kimi zaman vasat bir yaşam kararı bizleri intiharın eşiğine götürebilmektedir. İntihar burada kişinin kaçış noktası bulamama halidir. Küçük yaşlarda sorumluluk almaya alıştırılmayan bireyin mücadele duygusu gelişmeyecek ve gelecekte yaşayacağı problemlerde hali hazırda onun yerine mücadele veren anne ve babasını bulamayan birey yıllar sonra yalnız kalacaktır. Bu ise onun sonunu getirecektir.

 

Eş düzeyde olan dördüncü unsur ise sistemin gerekliliklerini yerine getirememesidir. 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren küreselleşen ve globalleşen dünyanın getirdiği bazı acımasız gereksinimler doğmuştur. Özellikle hayat mücadelesi, karın tokluğu, sisteme yetişme, sistemin ihtiyaçlarını verme, sosyalleşme, yalnız kalamama ve birlikte olma örgüsü bu gereksinimler organizmasını oluşturur. Bu örgü içerisinde birlikte harcama, kazanma, yeme ve içme bulunmaktadır. Gelen bu yenilikler ise bizlere merkantalist nitelikler getirirken yanında varoluşsal problemlerde getirmiştir. Çünkü birey, önceden minimalist yaşamayı bilir, az ile yetinir ve fazlasını depolayıp komşusuna ve aç olan bireye verirdi. Oysa birey merkantalizm ile doymama, daha fazla biriktirme ama hiç paylaşmama duygularını kendi içerisinde besledi ve geliştirdi. Gelişen bu sistem içerisinde tabiri caizse kuzu sürüden atıldı ya da organlarını başındaki köpek, derisini ise sahibi aldı. Bizler 2. Dünya Savaşı ile birlikte organlarımızı sisteme, derilerimize ise bize sahip olan patronlara verdik. Bu sistem içinde birey kendini düşünemez, sağlığını koruyamaz oldu. Sağlığını koruyamaz olan birey hasta ve zayıf düştü. Böylelikle mücadele duygusu geriledi ve varoluş sancısı çekerek iplerini çekme yoluna geldi.

 

 

Artık okuyucunun aklı sır, odaları ise perde oldu. Perde olan algı odalarınızı terse çevirme zamanı. Şimdi hikayeyi başa alın ve Cibran’ı tekrar okuyun. Çünkü zaman artık Cibran ve felsefi bir kötümserlik intiharının zamanıdır. Felsefi bir kötümserlik ise algılarımızı değerli felsefe ve varoluş üstadımız Camus’a götürmektedir. Sizleri Camus ile baş başa bırakıyorum değerli okuyucular.

 

“Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.”

(Camus, 2010:21)

“Hiç kimsenin varlık bilimsel bir kanıt uğruna öldüğünü görmedim. Önemli bir bilimsel gerçeğe varmış olan Galilei, bu gerçek yaşamı tehlikeye sokar sokmaz, büyük bir rahatlıkla dönüverdi ondan. Bir bakıma iyi de etti. Uğrunda yakılıp ölmeye değmezdi bu gerçek. Dünya mı güneşin çevresinde döner, güneş mi dünyanın çevresinde, hiç mi hiç önemi yok bunun.”

 “Yalnızca ‘çabalamaya değmez’ demektir kendini öldürmek.”

(Camus, 2010:23) 

Sisifos Söyleni’nde; “isteyerek ölmek, bu alışkanlığın gülünçlüğünün ve yaşamak için hiçbir derin neden bulunmadığının, her gün yinelenen bu çırpınmanın ve anlamsızlığının, acı çekmenin yararsızlığının içgüdüyle de olsa benimsenmiş olmasını gerektirir” der Camus. 

 

Albert Camus, her insanın bir kez olsun kendini öldürme fikrine kapıldığını Sisifos Söyleni’nde dile getirir: Sağlam insanlar arasında bile kendi intiharını düşünmemiş bir kimseye rastlanamayacağına göre, bu duyguyla hiçliği istemek arasında dolaysız bir bağ bulunduğu fazla açıklama yapılmadan da benimsenebilir.” (Camus, 2010:24)

 

 

“Bir nedenden ötürü intihar edilir sanılır hep. Ama iki nedenden ötürü de bal gibi intihar edilebilir. Hayır, onların kafası almaz bunu. O zaman insanın isteyerek ölmesi, kendisi hakkında vermek istediği fikre kendini feda etmesi neye yarar? Siz ölünce onlar bundan yararlanıp davranışımıza ahmakça ya da bayağı nedenler bulmaya çalışacaklardır. Şehitler, aziz dostum, unutulmak, alaya alınmak ya da kullanılmak arasında bir seçim yapmak zorundadırlar. Anlaşılmaya gelince, asla. Hem sonra, dosdoğru hedefe gidelim, ben yaşamı seviyorum, iste benim gerçek zaafım bu. Ben yaşamı öylesine seviyorum ki, yaşamdan başka şeyler için hiçbir imgelemim yok.”

Camus, Düşüş

 

Kimdi bizi sarıp sarmalayan? Kimdi bize sahip çıkan? Anne ve babalarımız mı? Kimdi bizi öpüp koklayan? Kız ve erkek kardeşlerimiz mi? Bize güven veren bizi soyan mıydı? Bu bir kadın mıydı? Yoksa bize sahip olan mı? Bize sahip olan kimdi? Algılarımızın perdeleri bizleri çıkmazlara, çıkmazlar ise bizi en korktuğumuz kavram olan ölüme itmektedir. Ölüm kimi zaman bireyin kapısını çaldığı kimi zaman ise birey kapısına gittiği bir olgudur. Ölüme giden birey gerçekten Cibran’ın yazısında ki şair gibi huzura ve mutluluğa kavuşmuş mudur? Mutluluğa kavuşan, çıkmaz günlük hayatın gereksinimlerinden biraz olsun rahatlatmış mıdır? Kim için intihar ederiz? Goethe’nin karakteri sevdiği kadın için mi intihar etti gerçekten? Hiç kimse, başkasına acı çektirmeden intihar etmez. Bu yolun seçimi intikam düşüncelerine dayanmaktadır. Weiniger intiharını felsefi sebeplerden dolayı değil, onun profesörlüğünü kabul etmeyen Viyanalı profesörlere karşı bir intikam olarak gerçekleştirmiştir. Soydaşlarımızın bizi soysuz ilan ettiği, evirilen evrende kendi benliğimizden koptuğumuz için mi intihar ederiz? Algılanamamak ve anlaşılamamaktan dolayı mı intihar etti bunca insan? Yoksa başkalarına çektirdiği acıların vicdan azabından kurtulamadığı için mi? Kimdi bu insanlar? Ne istiyorlardı? Gazetelerde her gün duyduğumuz insanların tek ortak noktası işsizlik ve açlık ile mi mücadele etmekti? Mücadele eden bu duygudaş insanlar dışlandıkları için mi intihara kalkıştılar?

 

Ben bu soruların cevabının doğru adresine ‘Kitle Psikolojisinde Yalnız Bırakılmak’ başlığını vermek istiyorum. Kitle psikolojisinde yalnız bırakılmak, yani sisteme ayak uyduramamak. Bir kadını incitmemek, hizmet ederken ve alırken teşekkürü çok görmemek ve kusurundan dolayı özür dilemek. Bizim kaybettiğimiz insanların tek kusuru bunlara sahip olmalarıydı. Bunlara sahip olan birey kitle psikolojisinde yalnız bırakılır. Yalnız kalan birey varoluşsal boşluk çerçevesinde hassas noktalarından yaralanır ve bir ur gibi büyüyen sorular onu çıkmaza sürükler.

 

Camus ise bu problemleri ‘Saçma ve İntihar Kavramı’ olarak ele almıştır.

Albert Camus’ye göre, yaşamın yaşanmaya değer olup olmadığı konusunda yargıya varmak, felsefenin temel problemine cevap vermek anlamındadır. Bu bağlamda, önemli bir felsefi problem varsa, o da intihardır, demiştir.  Bu önemli problem dışındaki problemlerin oyun olduğunu da belirten filozof, bu problemin yol açtığı eylem nedeniyle başka sorunlardan önce gelmesi gerektiği tartışmasını da başlamadan bitirmiştir. Hayatın anlamlı olup olmadığı konusu ise özünde saçma kavramıyla ilgilidir. Peki nedir bu saçma kavramı diyecek olursak; uyumsuz, anlamsız, boş, akıl dışı gibi anlamlara karşılık geldiğini görürüz. En geniş anlamda ise, felsefi bir kavram olarak saçma, anlamı olmayan her şey demektir. 

 

 

Bu bağlamda intihar kavramı ile saçma kavramı arasında derin bir bağ olmakla birlikte, intihar kavramının saçma kavramının hareket noktası olmadığını, olsa olsa sonucunda ulaşılan bir durum olduğunun da ayırdına varmaktayız. Camus, insanın hayatı sorgulamaya başlamasıyla ortaya çıkan saçma duygusunun neden olduğu soruların, saçma kavramı ile karşılaşılmasına neden olduğu düşüncesindedir. Hayatın monotonluğu, insanın hem kendi hem de diğer varlıkların anlamını sorduran bir karşılaşmadır. Saçmanın ilk habercisi olarak ortaya çıkan bu durum beraberinde zamanın sürekli olarak işlemesi, işleyen zamanla birlikte ölümün ve geleceği değiştiremeyeceğimiz düşüncesinin bilincine varılması saçma duygusunu daha çok hissettiren düşüncelerdir. İnsanın yalnızlığı ve Dünya’ya yabancı olması ise, saçma duygusunun ortaya çıkmasındaki en önemli nedenlerdir.

 

Saçma kavramının beraberinde getirmiş olduğu saçma duygusundan dolayı anlamsızlık düşüncesi intihar fikrinin oluşmasına neden olabilir. Çünkü saçma duygusu basit bir duygu olarak düşünülse de sonucu intihara kadar götürecek önemli bir duygudur. İntihar kavramının, felsefe tarihindeki yeri incelendiğinde genel olarak toplumsal olarak ele alındığı gözlenmektedir. Ancak söz konusu kavramın Camus’de incelenmesi, bütün bu düşüncelerin toplumsal taraflılığını bir kenara bırakarak, bireysel düşünce bağlamında ele alınmıştır. Saçma duygusunun beraberinde, aklın ve bilimin Dünya’yı açıklamada yetersizliği karşısında insan, saçma kavramının bilincine varır ve bütün bunlar karşısında türlü yollar deneme yoluna gider. Bu yollardan ikincisi ise, Camus’nün felsefi bir intihar dediği umut kavramına yönelmektir.

 

Saçmanın farkına varan bilinç, anlam yükleyeceği yeni yollar aramaya başlar. Geleceğe dair umut etmeye çalışır. Umut, aşkın olana yani bir din veya tanrı düşüncesine ya da başka bir dünyaya duyulan özlemi gerektirir. Bu özlem durumu ise, bu dünyadan vazgeçiş anlamına gelir. Dolayısıyla bu, Dünya’da olan ve karşılaştığımız saçma kavramını inkar etmek anlamındadır. Camus, bu gerçekliğin inkarının felsefi intihar olduğu düşüncesindedir. Çünkü saçma bilincine bir kez varmış olan insan, saçma kavramına ayrılmamak üzere bu kavrama bağlanmıştır. Bu durumdaki insan artık geleceğe ait değildir. Aynı şekilde tabiat üstü varlıklara da inanmadan yaşamak durumundadır. Çünkü tabiat üstü varlık bizim idrak alanımız dışındadır. Dolayısıyla saçma kavramına teslimiyetten doğan intihar kadar bu kavramdan kaçışın doğurduğu felsefi intihar da yanlış olacaktır. Bu duruma Soren Kierkegaard’ı örnek veren filozof, Kierkegaard’ı saçma kavramından hareket etmesine rağmen, saçma kavramını tanrı fikriyle aşmaya çalışmasından dolayı eleştirmiştir. Bu bağlamda Kierkegaard, felsefi intihara sürüklenmiştir. Camus’ye göre önemli olan, uyumsuz kavramının bilincinde olarak ve hiçbir kaçma yoluna gitmeden yaşamaktır. Dolayısıyla somut gerçeklik dışındaki, en başta ölüm olmak üzere uyumsuzu hissettiren hiçbir şeyden kaçışı kabul etmediği için de tanrıya sığınmayı da kabul etmeyecektir. Camus’ye göre yapılması gereken, her durumda saçma kavramına karşı direnmek ve hayata sarılmaktır. Hayatın anlamı ancak bu sayede korunmaya devam edecektir. Nitekim Veba adlı eserindeki kahramanda aynen bu şekilde davranır. Bir umuda bağlanmadan, vebayla savaşmanın tek yolunun dürüstlükten geçtiğini belirtir.

 

İntiharın edebiyatı ise bütün sancılar içerisinde yaşayan yazarların karakterlerinin bilinci içerisindedir. Yukarıda anlatılan, edebiyatın sınır ve ahenk taşlarıdır. Yüzyıllardır sıra gelen yaşamımızda birçok insan ipin üstünde yürümeyi becerebilmiş Camus’un söylev olarak belirttiği ‘kurtçuk’ kavramını beyinlerinde var etmeden ve yeterince derinlemesine sorgulamadan ecel ilanlarıyla aramızdan ayrılmışlardır. Ancak kimileri ise sır dolu odalarda f eşleriyle intihar etmeyi bir başkaldırı olarak ilan etmişlerdir. Bu kişi Stefan Zweig ve değerli eşidir. Zweig, süregelen Nazi zulmüne dayanamamış ve Avusturya’da yaşamış olduğu bölgede gözlemlerini yazarlık aracılığıyla topluma aktarmıştır. Sonuçları ise bir bireyin kaldıramayacağı ağır cezalar ve yalnızlıktır. Onun vebası naziler olmuş ve kendini bir başkaldırı olarak feda etmiştir. İntiharından önce en çok okuduğu yazarlardan birisi olan Montaigne’in şu ifadesinde kendini bulduğu söylenir Zweig’ın. 

“En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir.”


 

Kaynakça:

  • (Albert Camus, Sisifos Söyleni, (Çev: Tahsin Yücel), Can Yayınları, İstanbul 2018, s. 21)
  • (Albert Camus, Veba, (Çev: Nedret Tanyolaç Öztokat), Can Yayınları, İstanbul 2017, s. 165.
  • (Ali Osman Gündoğan, Albert Camus Hayatı, Yapıtları, Felsefesi, MKM Yayıncılık, Bursa 2011, s. 99).
  • ALBERT CAMUS’DE FELSEFİ İNTİHAR VE BAŞKALDIRI- PHILOSOPHICAL SUICIDE AND REBELLION IN ALBERT CAMUS
  • Camus’de İntihar Sorunu – Oggito