Psikoloji ve fantastik edebiyatın aynı potada eritilerek irdelendiği, mükemmel bir okuma deneyimi.


 

Bilimkurgu edebiyatı denildiğinde akla ilk gelen isimler genelde Jules Verne ve Ursula K. Le Guin gibi usta isimlerdir. Jules Verne, hayal gücüyle ve teknolojik gelişmeler sayesinde neler yapılabileceğini bizlere gösterirken; Le Guin, kurguladığı fantastik dünyalarda dikta rejimlerin karanlık noktalarına ve anarşizmin hâkimiyet kazandığı bir toplumun diktatörlüğe karşı nasıl hareket etmesi gerektiğine dair çıkarsamalarda bulunur. Bilimkurgu dünyasında bir diğer perdeyi de sosyalist görüşlü İngiliz Yazar Herbert George Wells(1866-1946) açmıştır.

 

Wells, kitaplarının ilham kaynağı olan Jules Verne’in açmış olduğu kapıdan girerek bilimkurgu romanlarını daha farklı bir noktaya taşıdı. Eserlerinde, bilimkurgu üzerinden distopyalar yarattı. Yüz elliden fazla eseri olan Wells’in, ne yazık ki pek az kitabı Türkçeye çevrilmiştir. Wells’in ‘Bilimkurgunun Babası’ unvanını almasını sağlayan eserlerinden biri de toplum düzeni karşısında aykırı bir tutum sergileyen bireylerin, toplumda var olan ‘öğrenilmiş çaresizlik’ duygusu tarafından nasıl ele geçirildiğini gözler önüne serdiği Körler Ülkesi’dir.

 

Bu yazının öncelikli amacı, Wells’in zihnindeki dünyayı, Martin E. P. Seligman’ın öğrenilmiş çaresizlik sendromuyla Körler Ülkesi üzerinden kısaca anlatmaktır. ‘Öğrenilmiş çaresizlik sendromu’ ya da diğer adıyla ‘kazanılmış başarısızlık sendromu’, Seligman’ın, İvan Pavlov’un klasik koşullanma deneylerinden yola çıkarak bulduğu bir kavramdır. Öğrenilmiş çaresizlik, bir durumda sürekli olarak olumsuz tepki alma sonucu ortaya çıkan başarısızlığı kökten kabullenme durumudur. Bu karşılaştırmayla birlikte bireyin, deneyim ve çabalarına rağmen toplumun baskınlığına karşı üstün gelemeyeceğini anladığı anda, kendi benliğine olan saygısını çaresizlik içinde nasıl yitirmeye başladığına bakacağız.

 

‘‘Ekvator’daki Andlar’ın vahşi çorak topraklarında, Chimborazo’dan beş yüz küsur, karla kaplı Cotopaxi’dense yüz elli kilometre ötede gizemli bir vadi uzanır. İnsanların dünyasından elini eteğini çekmiş Körler Ülkesi’dir burası. Yıllar yıllar evvel insanlar korkunç boğazları ve buz kaplı bir geçidi aştıktan sonra nihayet bu vadinin ılıman yeşilliğine ulaşabilirdi. Hatta birkaç Perulu melez aile, meşum bir İspanyol liderin zorbalıklarıyla ihtiraslarından kaçarak oraya yerleşmişti. Derken bir gece dehşet verici Mindobamba patlamış ve Quito, on yedi gün boyunca karanlığa gömülmüş, Yaguachi’de sular kaynamış, balıklar ölü Guayaquil’e sürüklenmiş, kıtanın Pasifik’e bakan tarafından heyelanlar ve buzulların hızla çözülmesiyle seller oluşmuş ve eski Aruaca sırtının bir yanı büyük bir gümbürtüyle yıkılıp, kâşiflerin ayaklarını Körler Ülkesi’nden kesmişti.’’

 

Adından da anlayacağınız üzere ‘Körler Ülkesi’, içinde sadece kör olanların yaşadığı bir yerdir. Hatta öyle ki burada yaşayan insanlar ‘görmek’ kelimesinin anlamını bilmemektedir, bu olgunun farkında bile değillerdir. Hayatlarında hiçbir zaman sahip olmadıkları bir yetinin bilincinde olamadıkları için eksikliğini de hissetmezler. Körlük, vaktiyle salgın bir hastalık yoluyla burada yaşayan herkese bulaşmış ve nesiller boyunca aktarılarak genetik bir karakteristiğe dönüşmüştür. Görme yetisi olan son insanlar, kör olan yeni kuşağa vadiyi avuçlarının içi gibi ezberleyene dek öğrenmeleri gereken ne varsa öğretir. Ebeveynlerinin geldiği dünyanın gelenekleri yavaş yavaş silinirken, Körler Ülkesi’nin yeni nesli kendi geleneklerini oluşturmaya başlar.

 

İnsanın herhangi bir duyu organı körelir ya da yitirilirse geriye kalan diğer duyularından ihtiyaç duyulanı keskinleşir. Körler Ülkesi’nin sakinleri de keskinleşen duyularının sayesinde ilerleyebildi. Koku almak, dokunmak, tatmak ve en keskin olanı da duymaktı onlar için. Wells’in kendi karakterleri için inşa ettiği bu gerçeklik karşısında şöyle bir soru sormadan edemiyoruz: Körler Ülkesi’de yaşayan insanların, ‘görmek’ eyleminin neyi ifade ettiğini bilmemeleri gibi bizim de kanıksamış olduğumuz beş duyu organın dışında körelmiş, gizlenmiş ya da varlığını hiç bilmediğimiz duyularımız olabilir mi?

 

Andlar’ın en yüksek dağında, bir grup İngiliz dağcıya kılavuzluk eden Nunez adındaki bir dağcı, uyku esnasında yaşanan talihsiz bir kaza sonucu uçurumdan yuvarlanır ve grubunu kaybeder. Uyku esnasında yuvarlandığı için hiçbir şey hatırlayamaz. Kendini dar ve çıkışı olmayan bir vadide bulur. Hayatta kalmayı başarsa da etrafında vadiden çıkabileceği herhangi bir geçit yoktur. Etrafı kayalarla kaplı bu vadide mahsur kalır. Nunez, vadi içerisinde dolanmaya başlar ve uzun mesafeli yürüyüşlerle bir çıkış yolu bulmaya girişir. Çok geçmeden bir köy görünür gözüne. Köye doğru yaklaştıkça gördüklerine hayret etmeye başlar. Çünkü evler, bildiği evler gibi sıradan değildir. Yan yana dizilmiş olan evlerin sadece kapısı vardır. Dam haricinde, pencere ve çatıdan eser yoktur ve evler rastgele renklerle boyanmıştır. Bu görüntü, Nunez’e evleri körlerin inşa etmiş olabileceğini düşündürür.

 

Köye varmaya yakın üç kişiyi uzaktan görür. El sallayıp varlığını fark etmelerini ister. El kol hareketlerine rağmen kendisini fark etmezler. Nunez, onlara yaklaştıkça düşüncesini daha da sahiplenmeye başlamıştır: Bu insanlar kördür.

 

Nunez, Körler Ülkesi’yle bu şekilde tanışır. Üç kör arkadaş, Nunez’i ‘‘kayaların oradan gelen bir insan… İnsan ya da ruhanî varlık’’ olarak tanımlar. Nunez, köydeki evlerden birine götürülür. Evin içi zifiri karanlıktır. Bütün köy ahalisi bu evde toplanır ve büyük bir merakla Nunez’in kim olduğunu öğrenmeye çalışır. Nunez, köylülere görebilen yüz binlerce insanın yaşamakta olduğu Bogata kentinin yakınlarından geldiğini söyler. Dünyayı, göğü, dağları ve en güzel manzaraları anlatır. Karşısındaki insanlar, onun söylediklerini anlamaz. Göz diye bir organın varlığından bahsedince, kör bir ihtiyar bilge Nunez’in hasta olduğuna ve ona ‘Bogata’ adıyla seslenilmesine karar verir.

 

Nunez, ilk olarak öğrenilmiş çaresizlik sendromunu bu insanlara hiçbir şeyi anlatamayacak olmakla kabullenir. Vadiden çıkış yolu bulana dek burada kalmaya karar verir. Bir yandan da karşısındaki bu insanların zayıf olduğunu düşünerek sinsi bir planla liderlik hesapları yapmaya başlar. Bu kararı vermeden önce de düşüncelerinin arasındaki eski bir atasözü tıpkı bir nakarat gibi dolanır zihninde: ‘‘Körler Ülkesi’nde Tek Gözlü İnsan, Kral’dır.’’

 

Nunez’in planları hain ve sinsicedir. Bir an önce faaliyete geçip liderlik konumuna ulaşmak ister. Bu amaçla söylenenleri kabullenerek isminin değiştirilmesine aldırış etmez. Öyle ki bilincine yavaş yavaş işleyen kimliği bile fark edememiştir. Kısa süre içinde uğramış olduğu asimilasyon, herhangi bir zorbalık neticesinde gelişmemiştir, bizzat kendi rızasıyla gerçekleşmiştir. Wells, ana karakter olan dağcı Nunez’in bu hareketiyle insanın benliğindeki liderlik içgüdüsünü ve isteğini vurgulamaktadır. İnsanın bu içgüdüsüne dair Aristoteles şu yorumu yapar: ‘‘İnsan, doğası gereği politik bir hayvandır.’’ Wells, aynı zamanda toplumun baskınlığını göz önüne alarak bireyin toplum içindeki kimlik kaybını da ele almıştır.

 

‘‘İki eliyle küreğini sımsıkı kavramış duruyordu. Acaba saldırmalı mıydı? ‘Körler Ülkesi’nde Tek Gözlü İnsan Kral’dır’ sözünün ritmiyle kan beynine hücum etmeye başlamıştı. Saldırmalı mıydı onlara?’’

 

Nunez, yüzlerce insana nasıl üstünlük sağlayacağını düşünür. Tek bir şey onları kendisine itaat etmeye mecbur bırakabilirdi: Şiddet ve işkence. Aksi takdirde hiç kimse onun söylediği tek kelimeye inanmayacaktı. Nunez’in şiddeti geçerli tek yol olarak görme durumu bütün insanlığa mal edilemez. Zira Aristoteles’e göre ‘‘İdeal insan, hiçbir şiddet unsuru taşımamaktadır.’’ Buna bilimsel bir örnek vermek gerekirse UNESCO’nun 1986 yılında ‘‘İnsan şiddet genleri mi taşıyor?’’ sorusu üzerine yapmış olduğu araştırma, ‘‘Savaş ve şiddet içgüdüsü bize atalarımızdan kalıtım yoluyla geçmemiştir. Genetik olarak bizim doğamızda yoktur’’ cevabıyla sonuçlanmıştır. İnsanın içindeki şiddet içgüdüsü, geçmişinde yaşadığı bazı trajik olaylar yüzünden alevlenip ortaya çıkabilmektedir. Fakat Wells, karakterimizin geçmişi hakkında herhangi bir bilgi vermemiştir. Wells’in dikkat çekmek istediği en önemli ve etken nokta, bireyin, kendisine karşı olan kitlelerin önündeki yetersizliğidir. Körler Ülkesi, ideal bir düzendir, ütopyadır. Topraklarında şiddeti barındırmaz.

 

Nunez, adının değiştirilmesine direnmez ve baş eğerek söylenenlere razı gelir. Her ne kadar liderlik konumunu istese de vicdanı şiddeti desteleyebilecek bir güce sahip değildir. Köylülerden gördüğü baskıların ardından kendi dünyasına dönmek ister. Fakat olaylar hiç beklenmedik bir şekilde gelişir. Nunez, köylülerin çirkin olarak damgaladığı bir kıza âşık olur. Genç kızın Körler Ülkesi’nde hor görülmesinin nedeni, hatları keskin bir yüze sahip olmasıdır ve cildi, ideal dişil güzelliği belirleyen pürüzsüzlükten yoksundur. Ancak en başta onu sadece güzel bulan Nunez’e göre o, artık bütün yaradılışın içindeki en güzel şeydir. Nunez, onunla evlenmeyi düşünür. Köyün bilgeleri bu duruma karşı çıkar. Çünkü Nunez’in, ‘göz’ diye bir organın var olduğu konusunda diretmesinden dolayı hasta olduğunu düşünmektedirler. Bunun en büyük kanıtı da çirkin bir kıza âşık olmasıdır. Zira köyden hiç kimse şimdiye dek bu kızla evlenmek istememiştir.

 

Nunez için zor bir mücadele daha başlar. Sevdiği kızla evlenmenin yolu ameliyat olmaktan geçer. Kör insanlar, varlığını bir türlü kabul etmedikleri göz organını, ameliyat yoluyla kendisinden almak isterler; ancak bunun sonucunda evlenmesine izin verilecektir. Nunez, aşkı ile gözleri arasında bir seçim yapmak zorundadır. Sevdiği kıza âşık olmasını sağlayan gözleri olmuştur, onları kaybederse onu bir daha göremeyecek olmanın kederi artık her şeyi anlamsız ve karanlık kılacaktır.

 

Nunez’in büyük bir çaresizliğin ortasındadır. Çabalarıyla üstün gelemeyeceğini anlar ve içerisinde bulunduğu yeni toplumun yasaları karşısında artık ‘herkes’ gibi olmayı seçer. Yoksa bir çıkış yolu bulamadığı bu vadide, açlıktan ve susuzluktan ölecektir. Oysa Nunez, yine de tam bir çaresizlik içinde değildir. Çünkü planları doğrultusunda herhangi bir atılımda bulunmamıştır. Şiddet unsuru taşıyan hiçbir zorbalığa kalkışmamıştır. Bu durumu biraz da Alfred Adler’in ‘aşağılık kompleksiyle’ bağdaştırabiliriz. Şiddet ya da iyilik unsuru, hiç fark etmez, temelde yatmakta olan bir özgüven eksikliği Nunez’i planlarının dışına itmiştir. Âşık olduğunu düşünmesi de bunun sonuçlarından biri olabilir; paranoid reaksiyonlar neticesinde, yaşamış olduğu anormal bir duygu durum değişikliği onu, aşk görünümündeki bir kompleksin eşiğine sürüklemiş olabilir. Nunez’in aşkı için sergileyeceği tutumu ve daha sonra olacakları merak edenleri kitabın sayfalarına davet ediyorum.

 

Sonuç olarak Wells’in Körler Ülkesi, içinde ütopyayı ve distopyayı birlikte barındırmaktadır. Herhangi bir kötülüğün bu topraklarda yer almaması, ideal toplum düzeninin ve istenilen huzurun göstergesidir. Fakat dışarıdan gelen yeni bilgilere, değişime ve kendi doğrularının dışındaki gerçeklere kapalı olmaları da muhafazakâr bir totaliter yapının işaretidir. Kemikleşmiş olan salt düşüncelere karşı hiçbir karşıt fikir geliştirilemediği için despotluk gerçeği de kesinlik kazanmaktadır ve Körler Ülkesi’ndeki despotluk ülkenin tamamını kapsamaktadır. Tek bir düşünce yapısı, bütün insanlara aşılanmıştır ve kendinden sonraki kuşaklara da bu şekilde aktarılmaya devam edilecektir.

 

Körler Ülkesi’ndeki totaliter yapı, fark etmeden iki şeyi önlemektedir. Nunez, sahibi olduğu görme yetisini, böyle bir yetiye sahip olmayan insanlara karşı bir koz olarak kullanmak ister. Nunez’in köylülere hükmetme çabasına girmesi, yazarın kendi çağında olduğu kadar, bizim çağımıza da seslenişini çok güzel bir şekilde ifade etmektedir: Güçlü olanın zayıfı ezmesi… Geçmişten günümüze güçlü olanın, zayıf olana hükmedeceği algısı hiçbir zaman değişmemiştir. Bilhassa bu doğanın en gerçek ve en doğal olan kanunudur. Körler Ülkesi, bir bütün olarak Nunez’in fikrine karşı durup ideal toplum olan bu ütopyanın iyi yanını sergiler. Zayıf olanların, güçlüleri elbirliğiyle nasıl yenebileceğini anlatır. Öte yandan bu tutum, kötü bir şekilde sonuçlanır. Nunez’in bu kör insanlara doğayı, göremedikleri güzellikleri ve göz denilen bir organdan yoksun olduklarını söylemesine inanmazlar. Köylülerin, yaşlı bilgelerin sözünden çıkamayacağını da skolastik düşünce yapısıyla ilişkilendirmek mümkündür.

 

Wells’in yalın bir dille yazmış olduğu bu kısa eser, Evrim Öncül’ün çevirisi ve Elene Ferrandiz’in çizimleriyle okuyucuya eşsiz bir tat sunuyor. Keyifle okumanız dileğiyle.

 

Ferdi Yaman


Kapak Görseli: GOSTI