Sanatın hakikat ve toplum ile ilişkisi geçmişten günümüze hangi aşamalardan geçmiştir?
Şimdi sanat konusunda Borduria’yı izlemenin önemli olduğunu düşünüyorum ben. Borduria’nın doksanlarda yazdıkları yine seksenlerde yazdıkları ilginç bir şekilde bugünkü internet ortamını görmeden bu ortamı tasvir eden tutumu ve öngörüsü bana çarpıcı geliyor her zaman. Sanat, ortaya çıktığında yani benim algılayışımda modernizm öncesinde sanat bir zanaat gibi görülüyor. Şuradan kaynaklanıyor bu da; gördüğüm şeye benzetme oranım ne kadar yüksekse buna o kadar sanat deniyor. Tabii batı merkezinde konuşuyorum bunu. Bu da şunu getiriyor, bir gerçeklikle karşılaşmak ve bu gerçekliğin temsilini gerçekliğe en yakın şekilde yapabilmek. Sanat uzun süre bu tanımla gitti. Hatta Platon’un tanımı bile böyle ve Platon tam da bu tanım yüzünden kendi kurmak istediği ideal devlette sanatçıları çok aşağılarda bir yerlere koyuyor. Hatta kentinden dışlıyor. Nedeni de şu, bir masanın resmini çizmek mi daha önemli? Masanın kendisini yapmak mı? Ona göre sanatçılar sadece gerçekliğe ilişkin taklit üreten kişiler ve üstelik bu taklitlerin hiçbir kullanım alanı yok. Hiçbir faydaları yok. Bu süreç tabii dinin topluma egemen olmasıyla, Hristiyanlığın gelmesiyle temel sanat talep karlarının din adamları ve kilise olmasıyla beraber sanatı belirli konulara sıkıştıran, zorlayan ama temsil gücünü hala devam ettiren bir yapıya itti. Hep dini temalıdır resimler modernizme kadar, yani empresyonizme kadar bile denebilir. Abartarak söylüyorum tabii. Bütün resimler dini temalıdır ve İncil’in öykülenişinden ibarettir. Bu İncil öykülemeleri sırasında resmi çizenler hep gerçek döneminde gerçek insanları kullanarak İsa’yı havarileri resmederler.
Hatta şimdi mesela aklıma gelmişken söylüyorum, Caravaggio’nun resimlerinde denk gelmiştim öyle, aynı resim içerisinde aynı modeli birkaç kez kullanıyor. Diyelim ki dört kişilik bir resim var. İki adam ayakta, bir kadın yatıyor, bir adam da oturuyor, o dönemde stüdyo ressamlığı var. Onu da şöyle söyleyeyim kısaca, tüp boya bulunana kadar ressamlar hiç dışarda resim yapamadılar. Kendi pigmentlerinden boyalar üretmek zorundalardı. Bu yüzden her ressamın renk skalası biraz farklı oluyordu standardı yoktu o dönemde ve bu resim yapabilmek için de bir stüdyoya ihtiyaç olduğu için hep stüdyo içerisinde resim yapılırdı. Bu da resimlerin renklerini günümüzdeki photoshop renklerine yakın kılardı. Mesela bir Caravaggio’ya baktığınızda o koyu kızıllıklar, arka taraftaki karanlıklar… Bunları fark edersiniz. Doğal ışık altında yapılamayacağını bilirsiniz. Bu stüdyo ortamında çok fazla model bulamadıkları için, çoğunlukla aynı modeli farklı şekillerde konumlandırarak aynı resimde veya farklı resimlerde canlandırırlardı. Bu yüzden de figürler arasında iletişim biraz kopuk olurdu. Yani bir adam bu tarafa doğru bakarken, öteki resmi onun yanına koyarken tam açılarını tutturamadıkları için hep resimlerde bir soğukluk, kaynaşmama hissedilirdi. Mesela Michelangelo’da da öyle, ‘Sistina Şapeli’ eserinde, o dönemde hoşlanmadığı insanları cinlerden yani evillardan çizerdi. Sevdiklerini melekler olarak çizerlerdi. Dolayısıyla, ilahi konularda dahi hep bir gerçeklik temsiliyeti söz konusuydu. Bunun modernizm ile beraber kırıldığını yani sanatın zanaattan yani gördüğünü birebir yapmaktan sanata, kavramsal bir şeye atladığını düşünüyorum.
Şöyle diyelim, mesela Duchamp’ın 1915’te yaptığı pisuvar bence ciddi bir kırılma. Tabii bundan önce empresyonizmde bir kırılma var. Onu da şöyle özetleyeyim, anlattığım üzere o tüp boya o tüp boyanın çıkması ve artık ressamların stüdyolarından çıkabilmeleri, bir nehir kıyısına gidip resim çizebilmeleri olanakları olmuştu. Şimdi bu resim sanatına ne getirdi? Birincisi, eskiden fırça izlerinin resimlerde olması absürt karşılanırdı. Çünkü sınırsız bir zamanınız var, bir resim için altı ay, sekiz ay harcayabilirsiniz, resmin tamamen pürüzsüz net olması beklenirdi ve bakıldığında bir fotoğrafmış gibi görünürdü. Bu arada şunu da söyleyeyim Camera Obscura adı verilen ilkel bir fotoğraf makinesi tekniğinde de yararlanırlardı. Yani bugün karbon kâğıdı destekli çizim gibi bir durumdu. Ve bu çok erken dönemden itibaren var, taşınabilir olanları bile var. Konuyu dağıtmamak adına tekrar empresyonizme dönüyorum. Empresyonistler bu tüp boyaları yanlarına alıp çıktıklarında, gün ışığını kaçırmamaları için çok kısa süre içerisinde tabloyu bitirmek zorunda kalırlardı. Bu şöyle etkiler yarattı; birincisi figürlerin daha flu olması çünkü bitirilemiyor, ve fırça izlerinin olması. Bunlar tabii bugün o resmin özellikleri olarak ön plana çıkıyor ve bak şimdiki bazı çizerler fırça izi bırakmaya çalışıyorlar. Halbuki dönemin getirdiği bazı zorunluluklardan kaynaklanıyordu ama biçim ve içerik işteş olduğu için ikisi de birbirini etkilediği için bu biçimsel değişme sanata bakış açısının içeriğini de değiştirmiş oldu.
Empresyonistlere ilk önce Fransa’da dalga geçen bir makale Empresyonist adını koydu. Bu resimler nedir böyle, bu rezillik nedir? Sanki doğayı resmetmemişler de doğaya ilişkin izlenimlerini resmetmişler diye. Şimdi tabii bence sanat da böyle bir yerde başlıyor. Çünkü şunu söyleyelim, fotoğrafın icat edilmesiyle beraber zaten bir önceki paradigma kırılmıştı. Fotoğraf artık gerçekliği birebir temsil edebiliyordu. Ressamlar bir anda boşta kalmışlardı. Zaten bence öyle bir açılma zorunluluğundaydılar ve bu zorunlulukta kendisini gösterdi. Empresyonistler her avangart iş gibi başta çok büyük bir direniş ile karşılaştı. Mesela dikkat ederseniz, empresyonizmde suyun üzerine çiziliyormuş gibi çizilir. Nedeni de ilk defa dışarı çıkıyorlar, göl kenarında çiziyorlar, göl üzerindeki o yansımaları çizdiklerinde hem daha kolay çiziliyor hem de hoşlarına gidiyor. Ve bir süre sonra bütün resmi suyun üstüne çizilmiş gibi yapıyorlar. Böylece yeni bir dil ortaya çıkıyor. Bu dilin ürettiği yepyeni bir içerik de oluşuyor. Bir sonraki aşamada ekspresyonizm yani dışavurumculuk artık. Mesela insanın suratı yeşil bütün proporsiyon bozuk, derinlik bozuk, perspektif bozuk yani uzaktaki kişiler büyük yakındaki kişiler küçük, her şey değişiyor. Ama önemli olan ne? Munch resmi gibi kendi varoluşsal sıkıntılarını resme yansıtma, mesela Egon Schiele gibi artık birebir temsilden iş çıkmış, kişinin varoluşundan duyduğu sıkıntının tabloya aktarılması başlamış. Ama süreç böyle gidiyor.
Duchamp’ı da şöyle söyleyeyim, 1915’te Duchamp şunu düşünüyor; “Bir şeyi sanat yapıtı kılan şey nedir?” Bence ilginç bir fikre varıyor ve diyor ki: “Bir şeyi sanat yapıtıymış gibi gösteren şey aslında onun bağlamıdır”.
Yani bu da şu, bir sanat galerisine eğer bir cam içerisine veya büyük bir sergileme standının üzerine bir şey koyarsam ve etrafta buranın bir sanat galerisi olduğuna dair veya bir sanat sergisi olduğuna dair alıştırmalar üretirsem buraya koyduğum şey bir sanat yapıtına dönüşür. Çünkü bu bağlama bırakılan her şey bir sanat yapıtıdır. Böylece bir pisuvarı alıp oraya koymayı deniyor. Tabii ciddi tartışmalar oluşturuyor. Bugünden baktığımızda da sanatı kırıyor. Çünkü ona göre artık bir pisuvar erkekler tuvaletinden çıkarıldığında hazır yapılmış, düşünün binlerce var aynı üretimden, binlerce olmasına rağmen, sadece bir tanesinin amacının dışında konumlandırılmasıyla beraber ve özellikle de onu sanat yapıtı kılacak göstergeler bağlamına oturtulmasıyla beraber onun bir sanat yapıtı olacağını düşünüyor. Tasarısı gerçekleşiyor. Doğru oluyor, çünkü o hazır nesne bir sanat yapıtı olarak çok tartışılmış olsa da zamanında kabul görüyor. Tabii bu da bizim kendi dışımızda sanata dair, sanatın ne olduğuna dair, fikrimiz değiştikçe sanat yapıtının hangisinin sanat yapıtı olduğunu da değiştiriyor. Ama tarihsel süreç içerisinde zamanında sanat yapıtı özelliği kazanmış olanlar bu özelliklerinden feragat etmek zorunda değiller. Ama bugün Mona Lisa’nın aynısını çizmek artık bize bir sanat yapısı vermiyor.
Mesela aynı şeyi, tabii bu benim kişisel düşüncem, hiper gerçekçileri tam anlayamıyorum. Yani hiper gerçekçi günümüzün bir çizgisi, hiper gerçekçilikte bir suratı, bir yüzü, bir çiçeği tamamen aynı şekilde aşırı gerçekçi şekilde çizme. Burada bir sanat göremiyorum. Eğer 19. yy öncesinde olsa harika bir zanaat olarak bir sanat olarak düşünmekle beraber bugün olamayacağını düşünüyorum. Çünkü, kavramsal hiçbir katkı yok. Artık fotoğraftan sonra sanat sanatçının kendi dünyayı görme biçimi olarak revize edildiği için ve hiper gerçekçilik ile sanatçının kendisini değiştirme olanağı sıfır olduğu için bir sanat olarak algılayamıyorum. Ama dediğim gibi 19. yy’dan önce olsaydı belki de en muhteşem sanat eseri onlar olacaktı.