Yemek yemek…

İnsanoğlu için hayatta kalmanın en vazgeçilmez eylemi…

“Yemek, bir medeniyetin aynasıdır” nitelemesinin kabulü aslında hiç de yanlış bir kabul olmayacaktır. Çünkü insanlar benzer eylemleri doğrultusunda içtimai bilinç oluşturacaklar ve bu bilinç ise içtimai bir muhayyile meydana getirecektir.

 

Genel olarak yemek yemek insanoğlunun en derin güdülerinden biri olan “iştah”tan kaynaklanmaktadır. İştah kelimesi Arapça’daki Ar iştihāˀ (arzulama, arzu), Ar şahā (şiddetle arzuladı) kökünden gelmektedir.1 Yani hayatımızı sürdürmemizi sağlayan iştah güdümüz, yemek yeme eylemiyle taçlanmaktadır.

 

Belki de aynı güdü, aslında insanoğlunun en ilkel güdüsüdür. İnsanoğlunun sonu gelmez iştahının/doyumsuzluğunun varlığını fark eden kimi din ve düşünce sistemleri, iştahtan kaynaklı hayvanî güdülerini törpülemeyi amaç edinen bazı kurallar getirmiştir. Yani birbirlerinden farklı da olsalar inançların her birinde, insan hayatını düzenleyen emir ve yasakların yemek yeme üzerinden getirildiği görülmektedir. Anlaşılan o ki yemek yemek sadece hayatta kalmanın biyolojik bir ihtiyacı değil, aynı zamanda kültürel bir sistemi de ortaya çıkarmaktadır.

 

Örneğin İslam, Hristiyanlık ve Musevilik gibi dinlerin yemek yeme ve içme konusunda ilk tavsiyesi/emri israftan kaçınmaktır. “Ey Âdemoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.” (Araf 31) Yirmi iki ayette de israfın yasak olduğu ve müsriflerin kınanarak cezalandırılacağı vurgulanmaktadır.

 

Tasavvufta ise “çile” makamı vardır. Çile kelimesinin kökeni Farsça bir sayı olan “çihil(kırk)” kelimesinden gelmektedir. Kırk gün boyunca küçük ve sakin bir yerde(çilehane/halvethane) bulunan derviş, çok az yiyip içmenin yanında uykusunu azaltır, tefekkür ve ibadetler ile nefsini köreltir, iştahının yarattığı hayvanî güdüleri törpüleyerek bilgelik yolunda mesafe kat etmeye çalışmaktadır.

 

Yemek yeme eyleminin sembolizm gücü o denli yüksektir ki üç ilahî dinin başlangıç süreci Adem ve Havva’nın yasak elmayı yemesiyle ile gelişmiştir. Yine aynı şekilde kimi dinler, ona inananlara bir dizi yasak/helâl yemek kuralları da getirmektedir. Örneğin İslam’da kan, domuz eti ve alkollü yiyecek/içecekler yasaklanmıştır. Musevilikte de tıpkı İslam gibi kan ve domuz eti yemek yasaktır. Bu nedenle Musevilikte az pişmiş etin tüketildiğini görmek imkânsız gibi bir şeydir. Çünkü etin iyice pişmiş ve kanının temizlenmiş olduğuna karşı mutmain olmak istemektedirler. Bir diğer örnek ise Hindulardır. Bu inanışa göre hayvan eti yasaktır ve vejetaryenlik ahlâklı ve erdemli olmanın bir ön koşuludur. 

 

Örneğin İslam, Hristiyanlık ve Musevilik gibi dinlerde ve bunların birbirinden farklı mezheplerinde yılın belli dönemlerinde veya haftanın belli günlerinde oruç tutulur, bunun sonrasında ise hep beraber yemekler yenilerek oruçlar açılır ve bu yolla bir araya gelinir. Keza üç semavî dinin atası Hz. İbrahim ise tek başına asla yemek yemeyen birisidir ve günün birinde tek başına yemek yemek yerine sokaktan hiç tanımadığı birini çevirerek sofrasına oturtmuş ve ekmeğini onunla bölüşmüştür. Yemeğini/rızkını herkesle bölüşmesiyle bilinen bu peygamber, bizim toplumumuzda da “Halil İbrahim Sofrası” bilincinin oluşmasını sağlamıştır.

 

Hristiyan öğretilerinde de Hz. İsa çarmıha gerilmeden önceki son gecesinde tüm havarilerini toplar ve hep birlikte yemek yerler. Bu yemeğin en önemli bölümü ise Hz. İsa’nın, kendisine ihanet eden bir havarisinin olduğunu ve aslında Rabb’ın insanlarla yeni bir bağ kuracağı için kendisinin ölmesi/şehit olması gerektiğini belirtmesidir. Bunları ifade ettikten sonra ise yine dinlerdeki yemek sembolizmini görmemize örnek olan bir olay gerçekleşir. Hz. İsa eline ekmek ve şarap alarak ekmeği gösterir: “Bu benim bedenimdir…” ve şarabı göstererek “Bu benim kanımdır…” demiştir. Her ne kadar Hz. İsa aralarından ayrılmış olsa da o gün, o yemeğin birleştirici güç sembolizminin tam ortasında bulunan havariler Aziz Petrus önderliğinde Hristiyanlığı tüm dünyaya yaymışlardır.

 

İsrailoğulları Mısır’da ölümden kaçıp çöle sığındıkları zaman kendilerine Rab Yahova tarafından mucizevî şekilde verilmiş iki yiyecek vardır: men ve selva. “Man, Sînâ yarımadasında sadece İsrâiloğulları’nın bulunduğu bölgeye gece boyunca çiğ gibi yağmış, çölde kaldıkları kırk yıl süresince bir rivayete göre Ken‘ân diyarı sınırına, diğer bir rivayete göre ise Gilgal’e gelinceye kadar man yemişlerdir.”2 Burada bulundukları sırada Rabb’dan talepleri üzerine selva/selav denilen bıldırcın yumurtası akşemleyin orduların üzerini kaplamı/yağmıştır.

 

Görüldüğü üzere yemek yeme eyleminin içtimai bir bilinç oluşumunda etkisi inanılmaz derecede yüksektir. Mesela bizim toplumumuzda cenaze yemeği çok önemli bir birleşme aracı olarak görülmektedir. En üzüntülü anımızda bile insanlarla bir araya gelir, yemeğe oturur ve bağlarının hâlâ kopmadığını birbirlerine gösterirler. Yine aynı şekilde düğünlerde de ziyafetler verilir ve bunun bereket getireceğine inanılarak, en mutlu günde hep beraber yemek yeme eylemi gerçekleştirilir ya da başına kötü bir olay gelen kimseler, bu kötülüğü ortadan kaldırmaya yarayacağına inanarak ihtiyaç sahiplerine verilmek üzere yemekler yapar, kurbanlar keserler.

 

Keza bu eylem gerçekleştirilirken topluluk içinde statüsü en yüksek kişi genellikle en başta oturur ve o eylemde tüm gruba psikolojik liderlik yapar. Bu durum bizlere yemek yerken toplumda verilen roller ile gerçekleşen bir sembolizmi, buna bağlı olarak ise oluşan bilince dair bir başka örnektir.

 

Yemek yeme eyleminin bu denli kutsal görülmesindeki en büyük etkenlerden biri ise insanın yemek yeme eylemini “rızıklanma” inancına çevirmesi ve bunu kutsal bir yere koymasıdır. Hayvanların yemekleri ağzını götürürken, insanlar yemekleri ağzına getirmektedir. Yani biri güdü ile hareket ederken diğeri bunu bilinçli bir eylem hâline getirmektedir. Aradaki bu eylemsel/iradî farklılık ise insanların bu eylemlerini Tanrıya dayandırmasına neden olmaktadır. Örneğin İslam’da yemekten önce Allah’ın adı anılır ve rızkın ondan geldiği hatırlanır, yemek sonunda ise hamd olsun diyerek, verilen nimetler dolayısıyla Allah’a şükredilir. Aynı eylemi hem Hristiyanlar hem de Yahudilerde yemek öncesi yemek duası ve sonrasında ise şükür duası olarak görmek mümkündür.

 

Ünlü Türk düşünür/yazar Dücane Cündioğlu yemek yeme eyleminin toplumda oluşturduğu bilinci irdeleyerek şu çıkarımı yapmaktadır: “Birlikte yemek yiyen insanlar, birbirleri için ölmeyi de göze alabilirler. Yani birlikte yemek yemeyenler birbirleri için ölemez. Doğumda, evlilikte, ölümde yemek olmazsa olmazdır. Bu çıkarımın doğru olduğu aşikârdır. Özellikle bizim toplumumuzda İbn-i Haldun’a ait olan asabe kültürünün yoğun yaşandığı yaşam alanları köylerdir. Buralarda hayatta kalmak toprağını korumak ve geliştirmek üzerine kurulu olduğundan akrabalık/kavmiyet/asabiye duygusu hayatta kalmanın ilk şartı hâline gelmektedir. Buralarda tüm akrabalar sürekli olarak kalabalık hâlde yaşamakta, her gün birbirlerini görmekte ve hep beraber kalabalık şekilde yemekler yemektedir. Yani bu yaşam alanında birlik duygusu en ciddi şekilde yaşatılmaya çalışılır ve yemek sofrasına beraber oturan insanlar, birbirlerine karşı çok daha sıkı bir duygusal bağ içinde bulunurlar.

 

Ancak modernitenin hâkimiyet alanı olan şehirlerde dünya küçülmüş fakat yine de insanlar asabe duygusundan uzaklaşmıştır. Hayatta kalmak için korunması gereken bir toprağa değil, yapılması gereken herhangi bir işe ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle onun için duygusal olarak korunmaya değer bir asabe duygusu içinde yaşamamakta ve bu duygu durumu her geçen gün zayıflamaktadır. Hâl böyle olunca şehrin insanı zayıflamış asabe duygusu içinde kalabalık bir sofraya oturmaya vakit bile bulamamakta ya da birlikte oturduğu insanlarla kurduğu yüzeysel bağlar nedeniyle birlikte yeme yeme eyleminin oluşturduğu içtimai muhayyileden uzak bir yapıya sahip olmaktadır.

 

Türk şair İsmet Özel de insanın eşref-i mahlûkat vasfını nitelendirirken, bunu yemek yeme hadisesi üzerinden tanımlamıştır. Büyük üstat şöyle demiştir: “Biz insanız. İnsan da eşref-i mahlûkattır. Tercihler yapabilen varlıktır. Ağzına yiyeceğini getiren, yiyeceğine ağzını götürmeyen yaratıktır.”

 

Özetle, yemek yemenin sadece biyolojik bir devamlılık oluşturduğuna inanmak, bu eylemin anlamını tam olarak kavrayamamaya sebep olacaktır. Yemek yemek, toplumun en derin inançları, duyguları ve bağları ile çok yakın ilişkide olmakla beraber, aynı zamanda tüm bunları tasarlayarak kimi eylemleri gerçekleştirmeye ya da durdurmaya sebep olan bir niteliğe sahiptir. Bu niteliği ise insanoğlu için en az biyolojik yönü kadar ehemmiyete sahiptir.

 

Hasılı kelam, hem biyolojik hem de içtimai sembolizm açısından Alman filozof Feuerbach dediği gibi: “İnsan, yediği şeydir.”

Kim Salt

KAYNAKLAR