Yaşlılık, bu hayat denilen oyunda uzun süre kalan herkesin uğradığı bir duraktır. Bazıları bu durağa gelmeden oyunu tamamlar, bazıları kaçınılmaz olarak oyunu bu durakta tamamlar. Çoğu insan çocukluk duraklarına dönmeyi ister ama neredeyse hiç kimse yaşlılık duraklarına erken gitmek istemez.

 

Hayatım boyunca hem çevremden hem de Flaps Club için yaptığımız röportajlar dolayısıyla birçok yaşlı insanla tanışma fırsatı buldum. Almanya’da dürüst bir işçi olarak geçirdiği kırk yılın ardından yurduna sadece anılarıyla dönen Ahmet amcanın da hikâyesini dinledim; dünyanın dört bir yanında dersler vermiş ve evine koliler dolusu kitaplarla dönen Celal hocanın da.

“Gençler ümitleriyle, yaşlılar anılarıyla yaşar.”

– Fransız Atasözü

 

Herkesin farklı bir yaşlanma hikâyesi var ama bazı hikâyeler birbirine çok benzer. Bunu geçtiğimiz aylarda bir fırının yaşlılar haftasına özel düzenlediği etkinliğin çekimlerinde fark ettim. Çekim, II. Abdülhamid’in fermanıyla 1895’te inşa edilen Darülaceze konukevindeydi ve ben de gerek çeşitli noktalardan alınacak görüntüler için gerek etkinliğin filmi için birçok yaşlı bireyin bugün bulundukları bakımevine nasıl geldiklerinin hikâyesini dinleme fırsatı buldum.

 

Birçoğu düşük gelir düzeyine sahip işlerde hayatları boyunca çalışmalarından ötürü kendilerine bakabilecek durumda olmadığından birçoğu da eşlerini erken kaybetmelerinden ötürü burada konakladıklarını ifade ettiler. Bazıları burada yaşamayı lüks olarak kabul ederken bazıları ise talihsizliklerinin bir bedeli olarak görmekteydi.

 

Yaşlılara değerli olduklarını ve unutulmadıklarını göstermek adına düzenlenen bu etkinlikten ayrılırken önceki günlerde tesadüfen izlediğim iki film beni daha çok düşündürmeye başlamıştı. İşin garibi bir tanesi sonradan en iyi film Oscar’ını alırken diğeri izlediğim en kötü filmlerden biriydi.

 

Önce kötü olandan ve size izlemenizi asla tavsiye etmediğim filmden bahsedeyim.

I Care a Lot yapımcısı Netflix’in olduğu, başrolünde Rosamund Pike’ın oynadığı ve yönetmenliğini Jonathan Blakeson’ın üstlendiği iki saatlik bir zaman kaybı. Filmin konusu kabaca, ABD hukukunun bir açığından faydalanan Marla Grayson karakterinin yaşlı ve zengin insanların devlet nezdinde yasal vasileri olup mal varlıklarını onları bir bakımevine yerleştirdikten sonra kendi kontrolüne almasından ibaret. Elbette her hikâyede olduğu gibi bir gün yanlış bir yaşlıya bulaşıyor ve başına kötü şeyler geliyor.

 


Diğer film ise birçoğumuzun belki izlediği belki de izleyeceği Chloé Zhao’nun Nomadland filmi.

Kısaca hikâyesinden bahsedecek olursak, 60’lı yaşlarındayken ekonomik çöküşte kocasını ve evini kaybeden Fern karakterinin, Nevada’daki hayatını bir karavana doldurup modern bir göçebe olma yolculuğunu konu alıyor. Düşük miktardaki emeklilik maaşının yanı sıra dönemsel olarak açılan işlerde çalışırken ABD’nin kırsal kesimlerinde seyahat ederek yaşamını sürdüren Fern, yolculuk sırasında kendisiyle aynı durumda olan birçok “nomad” ile karşılaşıyor ve onların hikâyelerini dinliyor. Filmin müziklerini Ludovico Einaudi’nun albümlerinden seçtikleri için de atmosferle beraber müziğin yarattığı ambiyans, konudan bağımsız herkesin görmek isteyeceği türden.

 

Aynı yaşlardaki insanların başlarına gelen olumsuz iki farklı hikâyenin anlatıldığı bu iki filme biraz uzaktan baktığımızda gördüğümüz şey, yaşlılığın hiç de kolay bir dönem olmadığı şeklinde yorumlanabilir. İster zengin olun ister evsiz fark etmez, her iki türlü de yaşamın bu son durağında işler sizin için pek de yolunda gitmeyebilir. Eğer bir de bu filmlerdeki gibi yalnızsanız artık “kimin hedefiyim?” diye düşünmeye bile başlayabilirsiniz.

 

Marla Grayson’ların kapınıza gelip mal varlığınızı elinden almasını da bekleyebilirsiniz, bir ekonomik krizin ardından Fern gibi ne zaman yollara düşeceğinizi de bekleyebilirsiniz. Bugünün dünyasında yaşamak biraz böyle bir şey.

 

Filmlerin kurgusallığından bilimselliğin gerçekliğine bir deney ile yazıyı bir sonuca erdirelim.

Stanford Üniversitesi’nde çalışan Hal Heshfield önderliğindeki bir grup araştırmacı 2011 yılında bir grup genç ile bir deney yapar. Gençlerin beynine takılan başlıklar sayesinde beynin çeşitli sorular sonrasında oluşan beyin dalgaları gözlemlenir.

 

İlk olarak günümüzdeki kendilerini hayal etmelerini isterler ve beyinde büyük bir alan aktif hâle gelir, daha sonrasında bir yabancının günümüzdeki hâlini ardından yabancının on yıl sonraki hâlini sorarlar ve beyinlerinde ufak da olsa bazı noktalarda nöron hareketleri gözlemlenir. Son olarak kendilerinin on yıl sonraki hâllerini sorduklarında ise çarpıcı bir şekilde neredeyse hiçbir nöron değişimi gözlemlenmez.

 

Deney bitiminde ise o zamanlar tabi bir Faceapp kadar iyi olmasa da kişilerin yaşlandırılmış bir şekilde modellemelerine sanal gerçeklik gözlükleriyle bakmaları istenir ve birçoğu deneyden çıktıklarında emeklilik yatırımlarına daha çok önem vereceklerini söylerler.

 

Nedense deneyde de gözlemlendiği üzere kendimizin geleceğine dair pek de fazla bir öngörümüz yok fakat bir şekilde kendimizi ve yaşlılığımızı düşündürecek herhangi bir etmenle karşılaştığımızda tedirginlik ve farkındalık baş gösteriyor.

 

Yazının başındaki Darülaceze deneyimim bende de bu deneyin deneklerine benzer etkiler uyandırmıştı ama asıl farkındalığa, I Care a Lot ve Nomadland gibi filmlerdeki daha uzun soluklu olarak hikâyelerde eriştim.

 

Hal Heshfield’ın deneyinde olduğu gibi birçoğumuz kendimizin geleceğinden bihaber şekilde günü kurtarmaya çalışıyoruz. Aynaya baktığımızda belki gelecekteki kendimizi göremiyoruz ama deneyin ikinci ve üçüncü aşamasındaki yabancıları hayal etme noktasındaki sonuçlardan ilham alarak belki filmler aracılığıyla başkalarının yaşlılıklarını izlerken kendi geleceğimizi de bir nebze olsun hayal edebiliriz.

emre zeros