Her okuyucunun kendini bulabileceği, katmanlarında farklı okuma zevklerini barındıran incelenmesi gereken bir metin.


 

Kabil’in Habil’i öldürmesi ile insanoğlunun hayatına giren o kavram; Kaybetmek. Habil hayatını, Adem oğlunu, Kabil ise insanlığını kaybetmişti. Kaybedilen ilk şeyin bir televizyon kumandası yerine insanlık olması, daha yolun başında kaybettiğimizin açıkça bir göstergesi.

 

Kabil’in Habil’i Öldürmesi – Josep Vergara, 1788

 

 

Düzlüklerden, engebeli arazilerden, kimi zamansa tepelerden oluşan uzun bir yoldu aslında hayatımız. Her zaman en rahat olduğu için düzlüklerden gitmeyi istediğimiz bu süreçte, gözümüzü korkutan tepelerle karşılaşmak da mümkün. Büyük bir hevesle keskin ve acımasız yamaçlara tırmanırken, insanın en büyük motivasyonu tepenin ardında bir düzlük olması, artık önüne bir tepe çıkmayacağı ve düzlük arazilerde rahat ve mutlu bir yolculuk geçireceği inancıdır.

 

“Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahset.” – Amores Perros 

 

Tepeye ulaşan; yorgun ve bir o kadar inançlı olan insan için artık Tanrı’nın onun için yazdığı senaryoyla karşılaşma vakti gelmiştir. Karşısında baharın getirdiği, yemyeşil bir arazi, rengarenk çiçekler ve havada dans eden kelebekler beklerken; kocaman ve sonsuz derinlikte bir uçurum onu içine doğru çekmeyi bekliyordur. Artık çanlar, onun için yolun bittiğini ve tepeyi aşmak için girdiği onca zahmet sonucunda başarısız olduğunu, kaybettiğini göstermek için çalıyordur. Kimisi için artık geri dönme ve başka yollar arama vaktidir. Kimisi içinse artık yolun sonuna gelinmiştir ve kendisini sabırsızlıkla bekleyen uçurumun kollarına atlamak için saniyeler sayıyordur. Tepeyi hızlı ve rahat bir şekilde aşan kuşları gördükçe, çabasının ne kadar anlamsız olduğunu fark eder.

 

Kimi zaman sevmek için yıllarca emek harcamış olduğumuz bir insanı, kimi zaman kazanmak için gece gündüz çalıştığımız ve tek umudumuz olan bir yarışmayı, kimi zamansa uçurumun ucuna gelmiş hayatımızı kaybederiz o aşması yıllarca sürmüş tepeye ulaştıktan sonra. Tepenin ardındaki dünya ile ilgili hayallerimiz ne kadar büyük ve güzelse, karşılaştığımız uçurumda bir o kadar büyük ve korkutucu oluyor elbette. En büyük gözyaşlarını, hastanelerin yoğun bakım servislerinin önünde bekleyip uçurum haberini bekleyende ya da önemli bir sınavın yapıldığı okulun bahçesindeki sınava geç kalmış çaresiz bir öğrencide görebilirsiniz. Onlar da hayal kırıklıklarıyla dolu ıssız ve derin uçurumun bir parçaları. 

 

“Hayal kırıklıkları, sadece hayalini yanlış yere koyarsan olur.” – Mehmet Toner

 

Hoşgeldiniz uçurumun soğuk ve karanlık sessizliğine. Belki ağladın; belki bağırdın, çağırdın ve duvarları yumrukladın ama sonunda kaybettiğini kabul edip attın kendini uçurumdan aşağıya. “Artık olmaz.” diyerek geri döndün yolundan ya da. Ama en kötüsü ne atlamak ne de geri dönmek en başa. En kötüsü, uçurumun başında sessizce ve usulca beklemek. Sadece beklemek. Kaybedişine defalarca kez şahit olmak ve kendini kurtarmak için içinde herhangi bir umudun ve isteğin olmaması aslında. İşte o zaman gerçek uçurum seni derinliklerine çekmiş demek oluyor. Aradığın içgüdüsel hazzı, kaybetmenin kucağında hüzünlenerek buluyorsun.

 

Kaybedilen şey  en yakın dostundu ya da yıllardır emek verilen bir çalışma belki de ne farkeder! Kaybetmek için önce kazanmak gerekir. Sahip olunmayan bir şeyi kaybetmek mümkün değildir elbette. Hiç kimsenin ve hiçbir şeyin bizim olmadığı bu meşin yuvarlakta, neyimiz var ki kaybedecek? Hiçbir kayıp ne son olabilir ne de başlangıç. Her ne kadar cadının girmesiyle bitmiyorsa Pamuk Prenses’in masalı, “Beyaz Atlı Prens”in onu kurtarmasıyla da bitmemeli. O zaman bu prensesin değil prensin hikayesi olur. Hayat cümlemizin kalemi bizde olduğuna göre noktaları da biz koymalıydık.

 

“…

Sahi, sen neden üzüyorsun kendini hala

Kendini üzmek için sebep arama

Tam yenildim dediğin anda

Bak, güneş yeniden doğuyor

Tam pencerenden dışarıda.”

 

furkan arslantaş