Boğazın serin sularında güneşten bir parça yansıma hâli, ancak bir harf boyutunda fark edildi. Boğazlarının düğümlendiğini fark ettiğinde ise çoktan gözlerini hafif aralamıştı. Başucunda yanan ışığı fark ettiğinde daha önce görmediği bir şiiri okurcasına heyecana kapıldı ve gözlerini saniyeler içerisinde milyonlarca kez kırpmayı başardı. Dizlerinin üzerinde bir mini etek ve mini eteğine eşlik eden ve birbirleriyle flört edercesine açılmış gömlek düğmelerine bürünmüş bir Şairane’yi gördü. Şairane; korkuyla uyanan bu kimsenin, alnından ve göğüslerinden akan terleri dudaklarıyla öpmeye çalıştı ve kulağına eğilerek, “Hatırlıyor musun?” diyerek fısıldadı. Sessizliğine bürünen kimse, mum ışığının karanlığında yanan bu lambanın altında yer alan çekmeceden bir paket sigara çıkardı ve gözlerinden akan yaşları göstererek “Hatırlamak ve benlik gözyaşlarımın notalarıdır, tıpkı en kıvrak müzik aletlerine yakışan notalar gibi, benliğime eşlik etmekte ve onlarla sevişmektedir.”

 

Şairane, kıvrak bir hareketle paketin içerisinden bir sigara yakmaya yeltendi ve gözlerini saliselere mücadele edercesine kırpmamayı denedi, sigarasını yaktı.

 

“Ey kimse! Gözyaşların gözlerimin içerisinde yer alan benliğimde ve geçmişinde yatıyor. Senin geçmişin benim. Kaderin ise dudaklarıma esir. Şiir ve şarkı, ancak seni büyülü otel odalarında etkilediği zaman benliğini hatırlayabilirsin. Hatırladığında ise kaç yaşında olursan ol, tıpkı o anına geri dönersin. Sen, hatırlamak istediğin anını, tekrardan yaşatmak için o şarkıyı açarsın. Zamana karşı ancak benliğini kullanarak savaş açabilirsin.”

 

 

Kimse elinin altında duran şiir defterini çıkardı ve dudaklarından şu mısraları, ağır ağır dokunan bir kadın edasında fısıldayıverdi:

Hiç yıldız düştü mü bu gece yanağına Ahu,

Baban sana bir türkü söyledi mi?

Gurbette tekiliz sen de görüyorsun,

Sen orada, ben altta,

Kopamıyordu göğüs kafeslerimiz,

Ne sen ne ben

Algılarımıza yetişemiyor,

Otel odalarında birleşiyorduk.

Söyle bana Ahu, yardım edecek misin gönül yaralarıma,

Tenimden akan sarı renk kana bak Ahu,

El veremiyorsun artık bana,

Şiirlerimi okuyamıyorsun,

Zihnim, ruhum ile dans ediyor günah dolu gecelerimde,

Sen sadece izliyorsun Ahu,

Söyle bana,

Kaç sokak daha yürüyeyim ben,

Hangi şehirleri daha terk etmeli mahlasım,

Bana bir sigara yak,

Zihnim düşüyor sabaha karşı.

 

 

Sen uyurken, odanı saran bu büyülü ve dört tarafı cam kaplı kütüphanenin aralarında dolaştığımda ne düşündüm biliyor musun? İnsan ancak dört tarafı cam kaplı bir kütüphaneyi, ziyaretçilerinden intikam almak için tasarlayabilir. Kimse, “neden” diye soramadan, odanın duman dolu esrarengizliğinde, Şairane’yi kaybettiğini fark etti. Şairane sözlerine devam ederken bir anda mum ışığının beyaz yansımasında, buz mavisi gözleriyle yeniden belirdi.

 

“Cam saflığı temsil eder, lakin altın, akan kanların ve savaşların sebebidir. İki kelimenin bir tarafı siyah diğeri ise beyazdır. Ama fark edilemeyen bakir bir anlam daha vardır. O ki cam aslında biraz da ters düzlemdir, paralel evrende. Çünkü cam, saflıkken aynı zamanda da özü temsil eder. Yani insanın insanda yer alan tüm çıplaklığını yansıtır ve ona benliğini hatırlatır. Kütüphanenin camlarında da bu iki karmaşık duygu bütünlüğü yatmaktadır. Seni sana hatırlatır. Kendi gözlerinin içerisinde yatan tüm günahları sana gösterir. İnsan, ne günahkâr bir varlıktır ki soyut ve kurumuş bir sarmaşık gibi tüm bedenimizi sarar”.

 

“Hâlâ kütüphanenin tozlarını alamıyorsun bu yüzden. Sen tozları almaya her yeltendiğinde, kendi tozlarınla karşılaşıyorsun”

 

Kimse, bir kadını ilk öpüşündeki heyecan içerisinde dudaklarını ilk defa hissederek dudaklarından “Büyülü kadınlar, büyülü şehir ve şiir” cümlesini çıkardı.

 

 

Sabaha karşı uyanan insanların telaşlı sesleri boğaza, martılara, vapura ve sabah ezanının sesiyle birlikte dans ediverdi; bir anda sönmesine saliseler kalan mumun son damlasının akmasıyla sabah ezanı aynı anda başlayıverdi. Odaya tüyler ürperten bir sessizliğin buhranı çöktüğünde, Şairane, odada devrilmiş şarap şişelerinin yanında duran pikaba doğru birkaç adım attı ve pikapların da toz içinde olduğunu fark ettiğinde Kimse’ye, onun fark edemeyeceği bir konumdan bakış attı.

 

Pikabın yanında yer alan koleksiyona bakarken aklının bir köşesine trafikte el ele tutuştukları anı düşüverdi. Düşüvermesiyle birlikte sormak zorunda kaldığı bu soruyu, tok bir ses ile hatırlıyor musun, dedi. Bu sırada Kimse, yerinden kalkamayacak kadar yorgun hissetmekte ve gözleri camdan dışarda patlayan havai fişeklere eşlik etmekteydi. On saniye kadar bir süre geçmeden pikap, tozdan dolayı çıkardığı tıpkı kanser hastasının son günlerinde akıttığı kanlı bir öksürük sesiyle cızırdamaya başladı.

 

Odanın içerisinde “Sil baştan, başlamak gerek bazen…” sözlerini haykıran genç bir kadının sesi duyulmaya başladı. Kimse, kendini hiç çıkamayacağı bu yatakta, yatağın başlığına doğru doğrultarak “Hatırlıyorum” dedi. “Soğuk bir hava eşlik ederken öpüşlerimize ve etrafımızdakileri umursamadan vedalaştığımız bir anının parçasıydı bu şarkı. Bazı şarkıları seni unuttuğum hâlde tekrar tekrar dinlemek isterim, çünkü notalar beni her seferinde sana götürür. Çünkü notalar beni, zihnimde karşılar ve benliğime giden yolda elimden tutar. Ben ise bu yolda her zaman korkarım ve bu, senin bende şikâyet ettiğin tek bir parçadır ve bu, benim sana yaklaşmamda yatan korkuyla aynıdır.

 

“Başlangıçlar her zaman korkutur” diyerek de ekledi Şairane. ‘‘Oysa bizi öldüren de birleştiren de belleğimizdi. Çünkü sen, yaşananları hiçbir zaman unutamadın; o geceyi, o rüzgârlı sokağı ve beni izleyişini.’’

 

Kimse ise yüksek bir sesle, “Sen ise benim bu dünyada tanıdığım tek unutabilen insansın.” Şairane, Kimse’nin cümlesi bitmeden sözünü yarıda kesiverdi. “Hayır tek değilim. Sen bir kişi daha tanıyorsun. Dakikalar, saatleri kovalamaya başlamadan unutabilen”.

Güneş odanın camından, sessizce içeri girerken, odanın içerisinde, “Gidiyorum gözüm yaşlı, sen sev yağmurları, yağmurlar yağsın üzerine” sözcükleri duyulmaya çoktan başlamıştı.

 

 

Cihangir’in puslu ve sigara izmaritleriyle dolu caddesinden yokuş yukarı sallandığında, Galata’nın yolunu tuttuğunu fark etmeden, dakikalarca yürüdü. Bir süre ayakkabısından çıkan sese kulak vererek sokakları dinledi, ayakkabısının topuğundan çıkan ses, ona otel odalarında konakladığı geceleri anımsatıyordu. Otel odaları da onun belleğinde derin yaralar barındırmaktaydı. Eşlerini aldatan erkekler, fahişelerin topuklarının sabaha karşı takırdamaları ve ruj lekeleriyle dolu asansör camları. Beyoğlu, Kimse için kirli ifşalar barındırmaktaydı, yalnızlığını her terk etmek isteyişinde, Beyoğlu’nun otel odalarına sarılır, sabah gitmesi gereken mesaisini düşünmeden, otel odalarında tanımadığı kadınlara sabahlara kadar vals ile eşlik ederdi. Kimse, nefesinin yetmeyişini anladığında Galata’nın yokuşuna vardığını çoktan anlayıvermişti. Kafasını kırk beş derecelik bir açıyla araladığında, bir kitabevinin bahçesinde olduğunu fark edip dergilere ve kitaplara göz gezdirmeye başladı. Göz gezdirdiği sayfalarda, kendinden derin yaralar ve izler aramaktaydı. Mürekkebin kirli gözyaşlarıyla konuşmayı denedi. Sigarasından bir nefes aldı ve şu dizeleri içinden okudu:

 

“Bellek yavşak bir düşman gibi davranıyor bazen… Canını yakacak şeyleri tamamen unutmana izin vermiyor.”  (A. Lidar)

 

Bu cümleyi uzun uzun düşünmesi için daha vakit vardı. Ama onun hayatta almak istediği nefes kapasitesi gittikçe azalmakta ve hikâyesinin son paragraflarına yaklaşmaktaydı. Çünkü kendisini artık evrende bir karıncadan daha ufak ve ezik hissediyordu. Galata’nın etrafında flört ederken ancak burjuvazinin içeride ön masalara oturabildiği bir kafeteryanın önünde bekleyiverdi. Flört ettiği sokaklar ona, puslu ve karlı bir yazarın romanını hatırlatıyordu. Yazar ise onun hayatında oldukça mühim bir yer edinmekteydi. Yazarın ilk kitabı ona hediye gelmiş, o dönemden sonra da kitaplara uzun bir süre küsmüştü. Bu kitabı ilk eline alışındaki heyecan ve ön sayfasına karaladığı şiir onun bir dönemine nefes verirken, kalan dönemine ise eziyet etti.

           

Kitabı her kütüphanesinde gördüğünde, kutulara kaldırılan eşyaları hatırladı. Bir dönem kutulara hiç dokunamadı, önünden geçti, kütüphanesini temizledi ama kutuların hiçbir zaman o ilk kaldırılışındaki bakireliğini bozmadı. Yıllar sonra, yazarın müzesine başka bir gönül arkadaşıyla eş olarak gittiğinde eşyalara; romanın karakterlerine can veren eserlere büyülü büyülü gözlerle bakabildi. O anda cesaretini topladığını anlayarak artık hayatın daha cesurca ve iffetsizce yaşanması gerektiğini kavrayabildi. O günden sonrada yazarın diğer kitaplarını tıpkı bir koleksiyoner gibi sakladı ve kendi diğer öz kitaplarından daha korumacı bir tavırla sarıldı. Düşünme vakti geldiğinde, gerçekten bellek yavşak bir kimseydi. Hatırlamak istediğini hatırlayamaz ama hatırlamak istemediği acılarla dolu hatıraları, ansızın anımsayabilirdi.

                                                                       …

Rakı kadehinden kendini izlediğinde, şehrin siren seslerinin ona doğru yaklaşmakta olduğunu hissediyordu. Amansız bir korkuya kapılmış, son dakikalarını yaşıyormuş hissi içerisinde şu dizeleri karalayıverdi:

 

“Eskisi kadar okuyamıyor ve yazmaya çalıştığımda sanki bedenim dün gibi esrarlı bir olayı hatırlıyor. Esrar kelimesi ne acayip bir iz düşü! Acı verici, sancılı ve gerçeklerden uzakta. Beni, büyülü rüyalarıma ve tüm zihnimin çıplaklığına taşımakta. Bir bakıma da günahlarımı bana sorgulatmakta. O bakışı attığım her gece bir daha aynı hüznü yaşamadım ve aynı saflıkta kalamadım. Fizik, kimya ve matematik bir daha bir araya gelemedi.”

 

Yan tarafına döndüğünde uzun, zayıf ve sakalları beyazlamış bir kimsenin ona doğru baktığını fark etti. Adamın rakı kadehine baktığında kendisini görmekte, kendi rakı kadehine baktığında ise o adamı görmekteydi. Bir rüya içerisinde olduğunu zannetti ama gerçektiler; tüm çıplaklığıyla ortadaydı. O hâlde bu bir bellek yanılsaması olabilirdi, diye düşündü. Dışarda klarnet çalan çocuklar, tüm dikkatini dağıtıverdi. Çocuklar kendi aralarında el şakaları yapıyor, en önde yanaklarından kan damlayan abileri ise klarnetini çoktan çakır keyif olmuş insanların kadehlerine çalıyordu. Dinlenmek istediğini fark etti ve gözlerini yumdu.

 

    

Gözlerini açtığında, mum ışığı ilk gözüne çarpan metafordu ve yine karşısında sandalyede oturan buz mavisi gözleriyle kendisine bakan o kadını görüverdi. Şairane olduğunu hatırladı ve sessizce yorganı yüzüne doğru çekiverdi.

 

Şairane, “Kendini saklama, kendinden ve günahlarından kaçma, geçmiş bir lekedir bazen ama gelecek hiçbir zaman da bakir değildir. İnsan, ilk gözlerini açtığında kanlar içerisinde doğmuştur. Oysa bebekler hep masum olarak anlatılır. Ama insanoğlunun ilk kirlendiği an, anne rahminden çıktığı, kan lekeleriyle dolu vücudunda yatmaktadır. Sen sadece kısa bir bellek turu attın, zihninde. Oysa saatlerdir uyuyordun ve farkında değildin. Şiirlerinin içerisinde, İstanbul’un tutkulu sokaklarında ve insanların arasında biraz kirlenmek istedin yalnızca. Fakat yine en başa, bu odaya geri döndün. İşte belleğin anlamı bundan ibarettir. Sen kaçmak isterken, o seni başa döndürür” sözlerini fısıldadı.

 

 

Şairane, güneşin battığını, odanın içine vuran izdüşümlerinden fark ettiğinde, güneşin batışına bir şarkı ve şiir ile eşlik etmek istedi ve şu sözler odada yansıdı:

Müzeyyen’e

Ben böyle bir adam değilim Müzeyyen,

Sen gittiğinden beri kırkıncı orucumu tutuyorum,

Senin olmadığın her gün için kırk bahar açtı,

Gökyüzü aydınlığını, pınarlar sularını unuttu,

Sen böyle bir kadın değilsin Müzeyyen,

Sahil kasabalarının çıngırağı,

Eflatun kokusunun terk edilmiş dimağı,

Rüzgârın dalgalara tutuklu bakışı gibisin.

Masum gecelerimin ışığı, bekaretinin namusu,

Şiir kaplı sayfaların yalnızısın.

Bir şiir yaz Müzeyyen,

Tüm İstanbul, sussun bu gece,

Göz kapaklarıma âşıksın biliyorum,

Tüm gecelere bedel bedenin,

Dudakların doğan güneşe susuz,

Hasreti çölün ortasında bir maşuk bu gece.

Ben böyle bir adam değilim Müzeyyen,

Beyoğlu’nun sessiz sokaklarını,

Bir gece yarısı terk edemezdim.

Ben öyle bir adamım işte Müzeyyen,

Cihangirin yokuşunda seni öylece terk ettim.

Şiirler yazılır, şiirler silinir ve geriye bellek ardı kalır. Gökyüzü bu gece bir resim çiziyor, ufuklarda bir resim beliriyor ve sadece geriye anılarımız kalıyor. Odada yalnızca tiz bir ses belirdi ve Şairane, şarkıyla birlikte kayboldu.

 

“Beni hatırladın mı? Yüzümdeki çizgilerimi, ressamı hatırladın mı? Bu benzersiz eserini…” (Birsen Tezer).

Gosti K.