Bu yazı Flaps Club ve CogIST arasında 2020-2021 boyunca gerçekleşen
FLAPSHIP iş birliği bağlamında yayınlanmıştır.

Müzik, bir çoğumuz için sistemli yaşantılarımız içerisinde kristalize olmuş bir deneyim. Bu açıdan bakıldığında, müziğin bölünmez duygusal bütünlüğünü fiziksel yaşantıya indirgemek ve onu algı, bellek ve öğrenme gibi bilişsel psikoloji kavramlarıyla yan yana getirerek müzikal deneyimi çeşitli kalıplara dayandırmak, zor olabiliyor. Öte yandan, bilim insanları müzikal bileşenleri de birer çevresel uyaran olarak ele alıp, müzik deneyimini algı ve bellek süreçleri içerisinde açıklayabiliyor. Bu bağlamda, bellek yapısı ile ilişkili olarak sistemli bir biçimde birikmiş müzik deneyimleri, söz konusu zihinsel süreçlerin yapılandırılmasında etkin olabiliyor.


 

Yeniden Yapılandırıcı Yönüyle Bellek


Bellek, bilgilerin kaydedilmesinden ve mevcut yapıya uyumlanmasından, zihinsel organizasyona dahil edilmesine ve gerektiğinde geri çağrılmasına kadar uzanan sürecin kavramsal bir karşılığı olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla bilgiler birebir karşılıklarıyla depolanmak yerine, mevcut yapıyla ilişkilendirilerek yeniden yapılandırılırlar. Esasen, söz konusu işleyiş, bu yönüyle sindirim sistemine benzetilebilir. Bellek süreçlerinde de tıpkı sindirim sürecinde olduğu gibi, bilgileri direkt bir şekilde değil, sindirip özümsemeyerek sisteme dahil ederiz. Dolayısıyla bilginin, mevcut organizasyona uyumu söz konusudur.

 

Belleğin yapılandırıcı niteliği, Cambridge Üniversitesi’nin deneysel psikoloji alanında ilk psikoloğu olan Bartlett tarafından 1932 yılında öne sürülmüştür. Bartlett’ın deneysel çalışmasında, katılımcılara kendi kültürlerine ait olmayan bir hikaye sunulmuş ve daha sonra bu hikayeyi nasıl hatırladıkları incelenmiştir. Katılımcıların, hikayeyi kendi kültürleriyle ilişkili ögeleri kullanarak aktarma eğiliminde oldukları gözlenmiştir. Bu bakımdan, hikayenin bazı kısımlarını yanlış aktarmışlardır.

 

Şüphesiz ki, Bartlett’ın araladığı kapı, pek çok bilim insanına esin kaynağı olmuştur. Öyle ki, günümüzde “bellek yanılsaması” (false memory) şeklinde tanımlanan fenomen de belleğin yeniden yapılandırıcı niteliğinden ileri gelmektedir. Belleğin yapılandırıcı yönünün “görgü tanıklığı belleği” bağlamında ele alındığını söylemek mümkün. Çünkü Bartlett’ın çalışmasında olduğu gibi, bellek yanılsamaları; kendi içerisinde pek çok detay barındıran, birilerinin anısı ya da kendi anımız olabilen “hikayeler” olarak düşünülebiliyor. Bu bağlamda, şahit olduğumuz, bizzat yaşadığımız ya da dinlediğimiz bir olayın yanlış ya da doğru hatırlanmasından bahsedilmekte. Belleğin bu yönünü görgü tanıklığı ile ilişkili düşünerek adli vakalara kafa yormak belki de kulağa daha heyecanlı gelebiliyor. Ancak esasında belirli bir uyaran özelinde de farklı algı ve bellek süreçleri söz konusu olabilir; bu süreçleri belirli bir uyaranla ilişkili düşünmek de meseleyi başka bir boyuta taşıyabilir. Nitekim pek çok bileşeni olan ve herkes için belirli bir anlam ifade edebilen bir dizi olayın farklı şekillerde algılanmaları beklendik bir durum. Tek başlarına herhangi bir anlam yüklemediğiniz bileşenleri farklı şekillerde algılayabiliyor olmamız ise kulağa bir parça tuhaf geliyor.

 

Öğrenmenin Müzik Deneyimini Farklılaştırması


Bu yazıda hem herhangi bir anlam yüklemediğimiz pek çok bileşeni olan hem de bütün olarak belirli anlamlar atfedilebilen işitsel bir dizi olay olarak, müziği ele alalım. Tek başlarına sadece işitsel birer uyarandan ibaret olan her bir notaya dair farklı zihinsel süreçler yaşadığımızı düşünelim. Bu durumda, işittiğimiz (bize dinletilen) ve algıladığımız her bir müzik bileşeni arasında bir ölçüde farklılık olup olmadığı merak konusu. Eğer ki bir parçanın t anında işittiğimiz kısmına dair bir bilgi sorulduğunda cevaplarımız başkalarının cevaplarıyla farklılaşabiliyorsa, müzik “evrensel bir dil” olmaktan çıkıyor olabilir. Bu durumda tıpkı diller arasında olduğu gibi, birtakım farklılıklar gözleniyor olabilir.

 

Evrensel bir konuşma dili var olmadığından, farklı anadillerin konuşucuları arasında kültürel öğrenmelere bağlı farklılıklar olacağı açık. Öyle ki, dünyayı algılama biçimini şekillendiren temel yapı anadili üzerine inşa edilir ve ikinci bir dil gelişimsel açıdan kritik dönemlerin sonrasında öğrenildiğinde, bu dildeki anlamlar anadili üzerinden yorumlanıp algılanır. Dolayısıyla bu süreç, bilgilerin birebir karşılıklarıyla işlenmesi yerine, mevcut yapıyla ilişkilendirildiği sürece işaret etmektedir. İkinci dil, gelişim açısından kritik dönemlerde öğrenildiğinde, yani “edinildiğinde” ise bu dil de temel yapının bir parçası haline gelir. İki farklı dili birden edinmiş olan bu kişiler, ikidilli (billingual) olarak adlandırılırlar. Madem ki farklı anadillerin konuşucuları arasında kültürel öğrenmelere bağlı farklılıklar olacağı açık, o halde ikidilliliğin ifade ettiği anlamı idrak etmek de zor olmasa gerek. Öte yandan, müziğin evrensel bir dil olduğu varsayımıyla böyle bir ayrım olmasını beklemediğimizden, “iki farklı müzik dili” üzerinden bir değerlendirme yapılması da enteresan olurdu. Peki o halde, “çift-müzik dilli” (bimusical) kavramını daha önce duydunuz mu? Çift-müzik dilli bireyler basitçe, iki farklı kültürün müzikal yapısını da algılayabilen bireyler olarak tanımlanır. Peki bu müzikal yapılar nasıl farklılaşır? En temel düzeyde, batı müziği ile doğu müziği arasındaki kırılımdan ve yapısal açıdan da tonal/atonal müzikler arasındaki ayrımdan bahsedilebilir. Bu noktada asıl yakalamamız gereken ise, tıpkı farklı dillerde olduğu gibi farklı müzik kalıpları için de algı ve bellek süreçlerine etki eden bir farklılaşma meydana geldiğidir. Öyle ki, ikinci bir kültürün müzik dilini algılayıp algılamamak, hatta belki de onu beğenip beğenmemek, o müzik diline hakim olmayı gerektirmektedir.

 

Algı ve bellekte yeniden yapılandırma süreci, mevcut organizasyondan ileri gelen beklentilerimiz doğrultusunda ilerler. Beklentilerimizin temelinde ise, zihnimizde halihazırda var olan bilgilerin oluşturduğu temel yapı vardır. Bir müzik parçasını bir bütün olarak ve bir araya geldiği her bir notayı dahi nasıl deneyimlediğimiz de beklentilerimizle ilişkilidir. Bu beklentilerin temeli, çeşitli seslerin belirli bir müzik sistemiyle ilişkili olarak gruplandırılmasına ve yorumlanmasına dayanır. Dolayısıyla belirli bir kültürün müzikal kalıplarıyla şekillenen öğrenme ve bellek süreçlerinde, süregelen deneyimlerimizi de bu kalıplar üzerinden algılamaya başlarız. Yani algılanan müziğin var olan işitsel uyaranla örtüşmediği durumlar olabilir. Beklentimize- süregelen deneyimlerimize — uymayan kesitleri ve bunlardan kaynaklanan boşlukları, beklentilerimizi karşılayacak şekilde doldurmaya eğilim gösterebiliriz. Bununla birlikte, beklentilerimizi karşılayan bir müzik parçasını beğenirken, sistemine hakim olmadığımız bir parçayı beğenmeyebiliriz. Bu durumda, onu hoşlanılır ya da bazen tahammül dahi edilemez kılan şey onun estetik değeri değil, zihnimizdeki karşılığıdır. Bu karşılık biçimi ise genel itibariyle, kültürel öğrenme ile şekillenmektedir. Örneğin, atonal yapıda bir müzik dinlediğimizde, belki de parçanın sonunu getiremeyenler olacaktır. Elbette ki bu durum, o parçanın güzel olup olmamasıyla değil, onun diline aşinalık düzeyimizle ilgilidir.

 

Bharucha ve Olney’in, giriş ve çıkışları eş sinir ağı (auto-associative network) üzerinden çalıştığı modele göre, müzikal bağlantıların öğrenilmesinin ve içselleştirilmesinin altında yatan süreç, nöral ağlarla ilişkilidir. Buna göre beyin, kromatik dizi olarak tanımlanan dizideki 12’li derecelendirmeyi başlarda rastlantısal bağlantılar üzerinden sağlar. Fakat sonrasında, Hebbian öğrenme– birlikte tetiklenen nöronlar arasındaki bağlantıların güçlenmesi– sürecinde, ilgili bağlantılar etkin hale gelir. Mevcut beklentileri doğrulayan her bir dinleme de bu bağlantıların, dolayısıyla beklentilerin gücünü daha da arttırır. Sonuç olarak, aynı müzikal kalıplar üzerinden tekrarlanan öğrenmeler, bu kalıplara gelecek yorumlanmalar için algısal bir zemin hazırlar.

 

Bir müzik parçasının kendine içkin bir estetiğinin olup olmaması ya da dinleme sırasında zihnimizde tüm olup bitenin onunla kurduğumuz etkileşimler üzerinden temellenip temellenmediği, psikoloji alanında tartışılagelen bir konudur. Müzik algısı üzerine deneysel çalışmaların, notaların ve ölçeklerin estetik değerlerini psikoakustik özellikleriyle (frekans oranları gibi) ilişkilendiren Helmholtz ile başladığı söylenebilir. Helmholtz’un asistanı ve deneysel psikolojinin kurucularından kabul edilen Wundt, müzikle birlikte değişen duygularını bir metronom ile eş zamanlı olarak gözlemlediği çalışmalar yapmıştır. Wundt, söz konusu değişimlerin, uyaranın karmaşıklık düzeyi ile ilişkili olduğunu öne sürmüştür. Estetik hazla ilişkili uyarılmanın, orta karmaşıklık düzeylerinde maksimum seviyede olduğunu savunmuştur. Buna göre bir diziyi olduğu gibi çıkarsamak ya da hiçbir şekilde çözümleyememek, maksimum uyarılmayı ve zevki sağlayamamaktadır. Bu görüşe paralel bir biçimde; Hanslick, Helmholtz ve Meyer, algısal beklentilerin yanlışlandığı ya da doğrulandığı bir kompozisyon içerisindeki gerilim ve çözülüm desenlerinin müzikal beğeniyi oluşturduğunu öne sürmüşlerdir. Söz konusu beklentiler; bir melodide birbirini takip eden perdeler, armonik yapı ya da seslerin zamanlamaları üzerine olabilmektedir.

 

Dinleme sırasındaki deneyimin zihinsel beklentilerle şekillenmesi, bir müzik parçasının kendine içkin bir estetiği olmadığı görüşünü yok saymayı gerektirmez. Örneğin; Aristoteles’in de dediği gibi güzelliğin ölçütünün matematiksel örüntüler yani uyum olduğu koşulda, belirli bir uyum barındıran melodilerin beğenilmesi, yani müzikal yapıların öznel yorumdan bağımsız şekilde estetik bir değere sahip olmaları söz konusudur. Öte yandan, müzik için ister uyum ister başka bir güzellik ölçütü var olsun, bu ölçütlerin verili olmadığı düşüncesi üzerinden ilerlemek makul olabilir. Belki de tarihteki ilk müzikal yapıyı oluşturan kişi (!) doğada var olan uyumdan ilham alarak, güzelliğe dair ölçütün temelini atmıştır. Dolayısıyla ölçüt kabul ettiğimiz ve yapıların kendilerine içkin olarak gördüğümüz nitelikler de esasında, süregelen aşinalığın yani bellek süreçlerinin bir çıktısı olabilirler. Bu durumda, her iki ihtimal de öğrenme süreçlerine işaret ediyor gibi görünüyor.

 

Şimdi de müzikte kültürel yapının, öğrenmenin, dolayısıyla algı ve bellek süreçlerinin davranış düzeyinde desteklendiği bir çalışmaya yakından bakalım. Curtis ve Bharucha’nın bu çalışmasına katılan kişilerin tamamı batı müziği kültürüne aşinadır ve hiçbiri mutlak kulak yetisine– herhangi bir referans noktası olmadan sesleri anlamlandırma yetisi– sahip değildir. Katılımcılara bir dizi dinletilmiş ve her diziden sonra gelen 1000 ms sessizliğin ardından bir test tonu verilmiştir. Bu test tonunun dizide olup olmadığına ilişkin karar vermeleri (“evet” ya da “hayır” şeklinde tıklamaları) istenmiştir. Deney sonucunda, test edilen tonun dinletilen dizi içerisinde sunulmadığı (doğru yanıtın “hayır” olduğu) durumlarda, batı müziği formuyla uyumlu olduğu koşulda, uyumlu olmadığı koşula göre daha yüksek oranda hatalı cevap verilmiştir. Aynı zamanda, test tonunun Hint müziği formuyla uyumlu olduğu koşulda, uyumlu olmadığı koşula göre daha düşük oranda hatalı cevap verilmiştir. Test edilen tonun dinletilen dizi içerisinde sunulmadığı durumlar için tepki sürelerine bakıldığında, batı müziği formuyla uyumlu olduğu koşulda, uyumlu olmadığı koşula göre daha yavaş tepki verilmiştir. Hint müziği formuyla uyumlu olduğu koşulda ise, uyumlu olmadığı koşula göre daha hızlı tepki verilmiştir. Bu sonuçları toparlamak gerekirse, katılımcılar kültürel öğrenmelerine karşılık gelen beklentilerle uyumlu (batı müziği formula uyumlu) tonları reddetmeleri (“hayır” demeleri) gerekirken, bunu yapmadıkları durumda hata oranları yükselmiştir. Fakat beklentileriyle uyumlu olmayan (Hint müziği formuyla uyumlu) tonları reddetmek konusunda daha başarılı olmuşlardır. Aynı zamanda, beklentileriyle uyumlu olan tonları reddetmeleri gerektiğinde tepki süreleri uzarken, beklentileriyle uyumlu olmayan tonları daha hızlı bir şekilde reddedebilmişlerdir.

 

Çalışmanın sonuçları, aynı zamanda bu yazının sunduğu bakış açısı, müzikte tinselliğe gölge düşürüyor gibi görünüyor; bu açıdan pek manidar. Zira müzik algısı eninde sonunda öğrenme süreçlerine, bilişsel yapılara ve belirli kalıplara dayanmış oluyor. Öte yandan, bu durum müziğe özgü bir durum değil. Nitekim bizim duygusal bir anlam atfettiğimiz ancak ampirik veriyle açıklanabilen başka olaylar ve durumlar da var elbettte. Hatta ironik olarak, “duygusal” sözcüğünün bizi psikoloji bilimi içerisinde götürdüğü nokta dahi birtakım nörokimyasal süreçlere dayanabiliyor. Dolayısıyla “duygusal” yerine “meta-fiziksel” demek daha doğru olacak. İşte tam da bu noktada, müzik algısıyla ilişkili bahsedilen bilişsel süreçlerin müzikle ilişkili “duygusallığa” gölge düşürmediğini söylemek, mümkün hale gelebilir. Çünkü müziğin duygusal etkilerini psikolojik veya nörokimyasal açıdan araştıran pek çok araştırma da mevcuttur. Örneğin Salimpoor ve arkadaşları, müzikal beklentilerin yeni bir dinlemede eşlenmesi durumunda, beyinde ödül mekanizmasıyla ilişkili dopaminerjik sistem aktivasyonu gözlenebileceğini ifade etmiştir. Diğer bir örnek olarak Greer ve arkadaşları, müzikteki ritim, tını, armoni gibi ögeleri belirli duygularla ilişkilendirerek, dikkat mekanizması üzerinden dinleyicilerin o müziğe gösterebilecekleri tepkileri modellemiştir. Bu gibi çalışmalardan çıkarılabilecek sonuç ise şudur: Bilim insanları müziğin duygusal etkilerini yadsımamakta, aksine bu etkileri meta-fiziksellikten uzağa taşıyarak operasyonel hale getirmektedir.

 

Ayşe Nur Genç, Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunu. Şimdilerde nörogörüntüleme yöntemleriyle kullanıcı ve tüketici araştırmaları yürüten bir şirkette çalışıyor. Dil-düşünce ilişkisi, müzik algısı ve özne-nesne etkileşimleri gibi alanlar ilgisini çekmektedir.

İstanbul Üniversitesi Dilbilimi Bölümü son sınıf öğrencisi olarak lisans eğitimine devam ediyor. Yüksek lisansında insan belleğinin işlemsel modelleri üzerine çalışmak istiyor.

Salvador Dali — Seven Lively Arts, Music, Red Orchestra

  • Brattico, E., & Pearce, M. (2013). The neuroaesthetics of music. Psychology of Aesthetics, Creativity, and the Arts, 7(1), 48.
  • Curtis, M. E., & Bharucha, J. J. (2009). Memory and musical expectation for tones in cultural context. Music Perception, 26(4), 365–375.
  • Greer, T., Ma, B., Sachs, M., Habibi, A., & Narayanan, S. (2019, October). A Multimodal View into Music’s Effect on Human Neural, Physiological, and Emotional Experience. In Proceedings of the 27th ACM International Conference on Multimedia (pp. 167–175).
  • Özcan, Ç. Biçimsel Bir Dil Olarak Müzikte Anlam. Felsefe Arkivi, (51), 187–201.
  • Patel, A. D., & Demorest, S. M. (2013). Comparative music cognition: Cross-species and cross-cultural studies.
  • Pearce, M. T., & Wiggins, G. A. (2012). Auditory expectation: the information dynamics of music perception and cognition. Topics in cognitive science, 4(4), 625–652.
  • Salimpoor, V. N., Zald, D. H., Zatorre, R. J., Dagher, A., & McIntosh, A. R. (2015). Predictions and the brain: how musical sounds become rewarding. Trends in cognitive sciences, 19(2), 86–91.
  • Stevens, C. J. (2012). Music perception and cognition: A review of recent cross‐cultural research. Topics in cognitive science, 4(4), 653–667