“Bütün insanlar doğaları gereği bilmek ister.”

– Metafizik, Aristoteles

 

Diğer canlılardan sorgulayabilme yetisiyle ayrılan insanlar, Aristoteles’in de tespit ettiği üzere, bu yetilerini doğalarından gelen merak ve bilme isteklerine aracı kılmışlardır. Merak eden ve bilmek isteyen insan, nihayetinde medeniyeti inşa etmiş ve daha karmaşık, daha soyut meselelerle karşı karşıya kalmıştır. Bu meselelerden belki de en ulvi olanı insanın kendisinin ‘ne’liğine ilişkin yapmış olduğu düşünüştür.

 

İnsan, bu sorgulamanın öznesi olarak “kendi”sini seçmiş; kendisini “kendi” yapan ve kimliğini oluşturan etmenlerin ne olduğuna dair çokça kafa yormuştur. Esasında bir noktada bu sorgulayış, medeniyetin ve cemiyetin tekâmülünün beraberinde getirmiş olduğu zaruri bir ihtiyaçtan doğmuştur da denebilir. Felsefi tarafı bir yana, hukuki olarak da insanı eylemlerine bağlı kılanın ne olduğu yönünden “kimlik ve sorumluluk” gibi meselelerin tespiti açısından bu sorgulayış elzemdir.

 

Avrupa medeniyeti değerlerinin inşa edildiği Aydınlanma Çağı atmosferinde, bu çok önemli mesele büyük filozof John Locke’un gözünden kaçmamış ve felsefi açıdan bir kilometre taşı sayılabilecek İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme (An Essay Concerning Human Understanding) adlı eserinin “Özdeşlik ve Başkalık (Identity and Diversity)isimli bölümünü bu tartışmaya ayırmıştır. Kişinin “ne”liğini, yani kişisel özdeşliğini (personal identity), “kendilik – bilinç -bellek”(self-consciousness-memory) olmak üzere üç temele dayandırmış, bunların birbirleriyle ve kimlikle olan ilişkilerini detaylı bir şekilde irdelemiştir. Bir ilk ve temel metin olmasına karşın döneminde ve kendinden sonra birçok eleştirinin kurbanı olmaktan da kurtulamamıştır.

 

Okuyacağınız bu çalışmada ise; Locke’un bu eseri temel alınarak “kişi” ve “kişisel özdeşlik” üzerine yapmış olduğu tanımlamalara, birçok noktada yapılan eleştirilere ve belleğin bu tartışmadaki önemine yer verilecektir.

 

 

KİŞİSEL ÖZDEŞLİK


Locke, “özdeşliği” tanımlamadan önce onu nasıl algıladığımızı anlatarak söze başlıyor. Ona göre, özdeşliğe her şeyden önce zihnin “karşılaştırma (comparison)” yetisiyle ulaşırız. Belli bir zaman ve yerdeki bir şeyi, başka bir zamandaki kendisiyle karşılaştırarak “özdeşlik” idesine sahip oluruz. Yani o şeyin şimdiki varoluşuyla, o sıradaki varoluşunu karşılaştırıp hiçbir ayrım göstermemeleri durumuna “özdeşlik” diyoruz (Locke 2017: 226). Biraz karışık duran bu tanımlamayı şu örnekle toparlayacak olursak; belirli bir zaman ve yerde bir A kişisiyle tanışıp; sonra bir başka zamanda A kişisiyle karşılaştığımızda o anki kişinin eskiden tanıştığımız A kişisiyle özdeş olduğuna ancak bu “karşılaştırma” ile kanaat getirebiliriz. O hâlde özdeşliği algılayabilmede asıl araç mukayesedir.

 

Bu noktadan sonra, “özdeşliği” hangi koşulların sağladığı sorusu akla geliyor. Locke buna, cansız-canlı ayrımına giderek ayrı ayrı açıklama getiriyor. Locke’a göre, basit bir kütlenin özdeşliği, onu oluşturan temel parçaların -atomların- özdeşliğine bağlıdır. Bu parçalardan biri eksildiğinde veya yeni bir parça eklendiğinde, o cisim aynı cisim olmayacaktır. (Locke 2017: 229) En basit mantıkla düşünecek olursak; bir taşı yere atıp iki parçaya ayırdığımızda, bu eylemden önceki taş yeni taşların herhangi biriyle artık özdeş olmayacaktır. Ancak canlı bir varlığın özdeşliğini açıklamak bu kadar kolay olamayacaktır.

 

Canlı bir organizma, canlı olmanın tabiatı gereği cismen sürekli bir değişim içerisindedir. Kendisini oluşturan parçalarda -hücrelerde- bir devinim, eksilme-artma olayı mevcuttur. Fakat örneğin, yavruyken sahiplendiğimiz bir kedinin daha sonra büyüdüğünde onun yine aynı kedi olduğunu biliriz. O zaman denebilir ki canlı bir varlığın özdeşliği parçalarının aynılığına bağlı değildir ve bu değişiklikler özdeşliği etkilemez. Buradaki özdeşlik, sürekli değişen parçaların aynı/ortak sürekli yaşamı paylaşmasından başka bir şey değildir (Locke 2017: 230). Locke devamında insanın özdeşliğini de aynı ilkeyle açıklar ve temelde insanın özdeşliği ile herhangi bir canlının özdeşliği arasında ayrım gözetmez. Ancak insana dair bu noktaya kadar olan tespitler, onun “kendi”liğini, kişisel özdeşliğini, yükümlülüklerini açıklamaya yetmemektedir.

 

Buraya kadar Locke’un “kişisel özdeşlik” kavramındaki özdeşlik üzerinde yeterince durduk ve ayrımını yaptık. Şimdi ise “kişi”nin ne olduğuna dair belirlemelere ihtiyaç duyuyoruz.

 

“… benim görüşüme göre kişi düşünen, ussal bir varlıktır, uslamlaması ve düşünümü vardır, farklı zaman ve yerlerde kendini kendi olarak, yani aynı düşünen varlık olarak görebilir; bunu doğruca, düşünceden ayrılamaz olan ve benim düşünce için özsel olduğunu sandığım bilinç yoluyla yapar; çünkü algılamakta olduğunu algılamayan bir kimsenin algılamakta olduğu da söylenemez.” (Locke 2017: 233)

 

Bu ifadelerden anlamaktayız ki “kişi”, insanın bilinç vasıtasıyla kendi öz farkındalığına varmasıdır. Çünkü bilinç, herkesi “kendi”m dediği şey yapan ve kendini bütün başka şeylerden ayırt etmesini sağlayan şey olduğu için, “kişisel özdeşlik” ya da bir ussal varlığın aynılığı da bundan başka bir şey olmayacaktır (Locke 2017: 233). O halde “kişisel özdeşliği” bilinçlilik oluşturur diyebiliriz. Ancak henüz başta bu kuramı açıklarken kişisel özdeşliğin 3 temele dayandığından bahsetmiştik: “Kendilik (self) – bilinç (consciousness) – bellek (memory). Bu noktada diğer iki kavramın bilinçle çok ilişkili olduğunu söyleyerek Locke’un rehberliğinde konuyu biraz açmaya çalışalım.

 

“Bir düşünen varlık, geçmişteki bir eyleminin idesini hem ilk idedeki bilinçle hem de şimdiki bir eylemindeki aynı bilinçle yinelemeyi başarabildiği sürece o aynı kişisel ‘kendi’liktir.” (Locke 2017: 234)

 

Yani kişi aynı bilinçle geçmişteki eylemlerine uzanabildiği sürece aynı “kendi” olacaktır. O zaman “kendilik” farkındalığına sahip olmanın yolu bilinçten geçiyor, fakat bilinç tek başına yeterli olamıyor. Çünkü kişi, geçmiş eylemlerine ancak bir yolla ulaşabilir: Bellek. Zira geçmişin zihinde tutulması (retention) ve canlandırılması (revive) için belleğe ihtiyaç vardır. Tam da bu nedenle bellek, bir kişinin zaman boyunca süren aynılığını ya da özdeşliğini sağlayan temel dayanaktır.

 

Bütün bu tespitleri tek cümleyle özetlemek gerekirse; “kişisel özdeşlik”, kişinin “bilinci” vasıtasıyla “belleğinin” zihninde tuttuğu geçmişine uzanarak “kendilik” öz farkındalığına varmasıdır. Dolayısıyla kişisel özdeşlik bedene ya da ruha değil, bilincin sürekliliğine dayanır. Locke benzer şekilde insanın eylemlerinden doğan sorumluluğu ve bunun getireceği sonuçları da bu sürekliliğe bağlayarak Ödül ve cezanın bütün hak ve hukuku bu kişisel özdeşlik üzerine kurulmuştur; çünkü mutluluk ve mutsuzluk herkesin ‘kendi’sini ilgilendiren şeylerdir ve bu bilinçle birlikte olmayan ve onun etkisi altında bulunmayan bir cismin başına gelen şeylerin önemi yoktur.” (Locke 2017: 239) der. Uyanmış birini, uyurken yaptığı ve uyanıkken bilincinde olmadığı bir şey için cezalandırmanın; tek yumurta ikizlerinden birini, diğerinin yaptığı ve kendisinin habersiz olduğu bir şey için cezalandırmaktan farklı olmadığını savunur. İlk bakışta radikal bir yorum olarak algılanan bu örneği biraz daha açabilmek adına devam edelim.

 

“…yaşamımın bir bölümünün anılarını tümüyle ve bunları yeniden geri getiremeyecek biçimde yitirdiğimi, öyle ki, belki artık bunların hiçbir zaman bilincinde olamayacağımı kabul edelim; fakat bir zamanlar bilincinde olduğum o eylemleri yapan ve o şeyleri düşünen kişi, şimdi hepsini unutmuş olsam bile, yine de ben değil miyim? Buna karşı diyorum ki, burada ‘ben’ sözcüğünün neye uygulandığına dikkat etmemiz gerekir ve bu durumda bu, yalnızca insandır.” (Locke 2017: 239)

 

Bu noktada Locke, aslında “insan” ve “kişi” özdeşlikleri üzerine yapmış olduğu tanımsal ayrıma atıfta bulunuyor. Bu örnekte; bilincinde olmadığı eylemleri yapanla aynı “insan” olduğunu direkt olarak, aynı “kişi” olmadığını dolaylı olarak ifade ediyor. Çünkü her iki durumda da kendisini oluşturan parçacıkların aynı ortak yaşamı paylaşma durumlarında bir değişme olmadığından aynı “insan” olduğunu, ancak bilincin sürekliliği sekteye uğradığından da aynı “kişi” olamayacağını söylemek; Locke’un kendi belirlemeleriyle çelişmeyecektir. Felsefi olarak vardığı bu tespitin hukuki açıdan doğuracağı sorunların farkında olarak şöyle devam eder:

 

“Peki, bir insan sarhoşken ve ayıkken aynı kişi değil mi? Böyle olmasa, sarhoşken yaptığı ve sonradan hiç bilincine varmadığı bir şey yüzünden niçin cezalandırılsın? Bu tıpkı uykusunda yürüyen ya da başka şeyler yapan bir insanın aynı kişi olarak yapacağı kötülüklerden sorumlu olması gibidir. İnsan yasaları, bunlardan ikisini de, bilgi durumlarına uygun olarak cezalandırır; çünkü bu durumlarda neyin gerçek neyin yapmacık olduğu kesin olarak ayırt edilemez; böylece sarhoşluktaki ya da uykudaki bilgisizlik özür olarak kabul edilmez. Cezanın kişiliğe, kişiliğin de bilince bağlı olmasına karşın ve sarhoş belki de yaptığının bilincinde değilse de, yine de insan adaleti onu haklı olarak cezalandırır, çünkü aleyhteki olay kanıtlıdır, lehteki bilinçsizlik kanıtsızdır.” (Locke 2017: 240)

 

Locke için “kişi”, aynı zamanda bir hukuk terimidir. Bu “kişi”lik, şimdiki varoluşundan geçmiştekine bilinci aracılığıyla uzanır; geçmiş eylemlerini bilir, benimser ve dolayısıyla sorumlu olur. (Locke 2017: 243) Yukarıdaki örnekten hareketle belirli durumlarda yaptıklarının bilincinde olmayan insanlar yaptıklarından dolayı sorumlu tutulamaz ama bu farkındalığa sahip olmasalar bile cezalandırılmaları doğrudur. Çünkü mahkeme neyin bilinçli neyin bilinçsiz olduğunu bilememektedir. Yargı, her kişinin, hangi bedende görünürse görünsün ve bilinç hangi cisme bağlı olursa olsun, bu eylemleri ‘kendi’sinin işlemiş ve bu yüzden de cezayı hak etmiş olduğunun bilincinde oluşu yüzünden haklıdır.” (Locke 2017: 243) diyerek bu hazmetmesi hiç de kolay olmayan tartışmaya kitabında nokta koyar.

 

 

ELEŞTİRİLER


Özetle Locke, “Özdeşlik ve Başkalık” adını verdiği bölümde kişisel özdeşlik kavramını “kendilik-bilinç-bellek” temelinde ele almış, bu temelde “insan” ve “kişi” özdeşliklerinin ayrımını yapmış ve “kişi”yi sorumluluk-yargı bağlamında açıklayarak bir hukuk terimi olarak belirlemiştir. Yazmış olduğu bu temel metinle Locke, hâlâ bir başvuru kaynağı olsa da özellikle belleği bu teoride konumlandırdığı noktayla ilgili eleştirilerin kurbanı olmaktan kaçamamıştır.

 

Bunlardan ilki “belleğin yanılabilirliği” ile ilgilidir. John Searle, kişinin hatırladıklarının doğru hatıralar olduğunun kanıt gerektirdiğini ve bu nedenle döngüsel olduğunu düşünür. Bir başkasının yazmış olduğu kitabı kendisinin yazdığını hatırladığını iddia eden biri, o kitabın yazarıyla özdeş olduğuna dair bir yol açamaz. Bu yüzden ona göre bellek, benliğin bir kriteri olarak pek de işe yarar bir ölçüt olarak gözükmez.

 

Bir diğer eleştiri noktası ise unutabilirlik üzerinedir. Belleğimiz pekâlâ başımıza gelen olayları zihinde tutamayabilir. İskoç Aydınlanması’nın önemli figürlerinden olan Thomas Reid şöyle bir örnek sunar: Genç bir subayın, çocukken izinsiz girdiği bahçede yediği dayağı hatırladığını varsayalım. Ancak bu subayın general olduğunda artık bu dayağın bilincinde olmadığını düşünelim. Mantığa uygun olan, çocukla generalin aynı kişi olduğudur. Fakat Locke’ın doktrinine göre generalin bilinci bu olaya uzanamadığından general ile çocuk aynı kişi değildir. Ancak mantıksal olarak A (çocuk)=B (subay) ve B (subay)=C (general) ise A (çocuk)=C (general)’dir. Subay çocukla, general subayla kişisel özdeştir. Dolayısıyla general çocukla özdeş olmalıdır. Bu sebeple Reid, Locke’un tutarsız olduğunu öne sürer.

 

Roger Scruton bu itirazın Locke’un teorisini tümden çökertmediğini, sadece yaklaşımda bir düzeltmeye gidilmesi gerektiğini savunur. Ona göre, kişisel özdeşliği kişinin bütün eylemlerinin birbirine kenetlendiği bir anılar zinciriyle tanımlamak gerekir. Bir başka düşünür Roger Woolhouse’a göre ise Locke, bir kişiyi zaman içinde aynı kişi kılanın ne olduğuyla değil, daha çok birinin kendisi hakkında sahip oldukları, yani geçmişte yapıp ettikleri ve tüm bunların ahlaki yönleriyle ilgilenmiştir. Ve Reid’in örneğiyle ilgili olarak “Generalin çocukken ne yaptığını hatırlıyor olması onun için bir şey ifade etmez, onun yetişkin yaşantısında kendisi hakkındaki kavrayışında herhangi bir yeri yoktur ve dolayısıyla da ahlaki bir suç ya da övgü konusu değildir” der.

 

 

SONUÇ


John Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme isimli eserinde pek çok önemli felsefi-siyasi meseleye değinmesinin yanı sıra “kişinin ‘ne’liği”ne de yer vermiş, “kişisel özdeşlik” kavramını ortaya koymuştur. Bu kavramı “kendilik-bilinç-bellek” çerçevesinde temellendirmiş ve olası sorunları gözler önüne sermiştir. Bu niteliğiyle, 1660 yılında yayımladığı bu temel eser hâlâ bile güncelliğini korumaya ve bir ilk başvuru kaynağı olmaya devam etmektedir.

 

Bunlara rağmen, özellikle “belleği” kişisel özdeşliğin temel direklerinden biri olarak konumlandırışı yüzünden eleştiri oklarının hedefi olmaktan kurtulamamıştır. Buradaki temel problem aslında belleğin kusursuz bir araç olarak alınmasından ortaya çıkıyor. Locke’un “bellek” tasavvuru daha çok idealar dünyasından gibidir. Oysa gerçek dünyada bellek, yanılabilirlik ve yanlışlanabilirlik özellikleri dolayısıyla yer yer kendisine hiç de güvenilemeyecek bir araçtır. Şunu tekrar yinelemek gerekir ki bellek, elbette kişinin kendini tanımlaması noktasında çok önemlidir ama onun bu teorideki yerini hassas bir şekilde belirlemek daha da önemlidir. Aksi hâlde, bir kısmına yer verdiğimiz eleştirilerin ortaya koyduğu çelişkiler bu teoriye gölge düşürebiliyor.

 

Her şeye rağmen Locke’un 350 sene öncesinden diyebilecekleri de herhalde en fazla bu kadar olabilirdi. Çünkü “bellek” salt düşünce deneyleriyle kavranmaktan çok uzakta bir antitedir. Özellikle nörobilim alanında son yüzyılda yaşanan gelişmeler, insanlığın kat etmiş olduğu yol bizlere bellekle ilgili yeni bakışlar kazandırıyor ve “kendi”mizi anlamaya daha da yaklaşıyoruz. Şurası da bir gerçek ki insanlık var olduğu müddetçe insanın “kendi”sini arayışı hiç bitmeyecektir. Ne mutlu “kendi”sini arayanlara!

 

“Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.”

– Stefan Zweig

Harry Woodgate

  1. LOCKE, John (2017). İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme. çev. Vehbi Hacıkadiroğlu, İstanbul: Kabalcı Yayıncılık
  2. KLEIN, S.B. & Nichols, S. (2012). “Memory and the Sense of Personal Identity”. Mind. 121 (483):677-702.
  3. ÇIVGIN, A.G. (2019). “Locke’da Kişisel Özdeşlik: Kendilik, Bilinç ve Hafıza”. Kaygı. 18(11)2019: 375-390.