Mine Söğüt’ün eserinde tasvir edilen psikolojik ve ruhsal hastalıkların derinlikle çözümlendiği bir çalışma.


 

Mine Söğüt’ün Deli Kadın Hikâyeleri adlı öykü kitabından hareketle yazımızın ikinci kısmında Hatmi Çayı, İçinde Ateşe Yakın Bir Şey Olan Kadın ve Maharetli Pembe El adlı üç öyküyle devam edeceğiz. Aleksitimi, şizoid kişilik bozukluğu, şizofreni ve gebelik öncesi ve sonrası gerçekleşen postpartum depresyon adlı hastalıklar üzerinden hikâyeleri değerlendireceğiz.

 

Hatmi Çayı

 

Hatmi Çayı, yatalak bir babaya bakma mecburiyetinde olan hatta ondan başka kimsesi olmadığı için yanından ayrılamayan bir kızın hikâyesini anlatmaktadır. Babası henüz sağlıklı zamanlarındayken alkol ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklarından dolayı kızına çok kez zarar verir. Yatağa düştükten sonra kızının merhametine ve bakıcılığına muhtaç kalır. Fakat bu hastalık onu yalnızca elden, ayaktan düşürmekle kalmaz, konuşma yetisini de engeller. Çünkü hikâye yalnızca kızının ağzından anlatılmakta ve babasına sorduğu soruları kendi cevaplamaktadır. Bunca yoksulluğa ve kötü muameleye rağmen babasının ayaklarına kapanmış ve kendisini terk etmemesini dilemiştir.

 

Öykünün adı olan ‘Hatmi Çayı’ ise genç kızın sürekli kaynatmakta olduğu bitki çaylarından gelmektedir. Yapacak çok bir şeyi olmadığı için bulduğu her türlü çiçeği kaynatan genç kız, en çok hatmi çayının kokusu ve tadı üzerinde durur. Evlerinin yoksulluğundan kaynaklanan ve evdeki demirlerin pas tutmasından dolayı eve yoğun bir pas kokusu hâkimdir. Genç kız ise hatmi çayının tadını ve kokusunu bu pas kokusuyla özdeşleştirmiştir.

 

Hikâye boyunca babasına bakma mecburiyetinde olan genç kız, bütün kusurlarına rağmen babasını sever ve ona bakmayı kendine bir yük olarak görmez. Fakat bu süreç içerisinde konuşacak kimsesi de olmadığı için monologlarında kurduğu cümlelerle artık sağlıklı bir akla sahip olmadığı görülür ve bu delilik içinde yaşamını sürmeye devam eder. Eserde genç kızın yaşamakta olduğu psikolojik rahatsızlığı ise duygu körlüğü anlamına gelen aleksitimi hastalığıyla görürüz.

 

Duygu Körlüğü: Aleksitimi

 

Duygular, insanlığın varoluşundan bu yana kendimizi ifade etmedeki en büyük araçlardan biridir. Karşı bir cinse nefret ya da sevgi duyguları besliyor olmamızın yanı sıra bunu karşıya doğru biçimde aktarmamız da duygularımız kadar önem arz etmektedir. Fakat kimi insanlar bu duyguları doğru biçimde ifade etmekten ziyade hiçbir şekilde söyleyememektedir. Psikiyatri hastalıklardan biri olan aleksitimi ise tam olarak bu ifadesizliğin tanımını içermektedir. Aleksitimi hastaları, duygusal işlevlerinde ve kişiler arası ilişkilerinde duygularını göstermeye yönelik güçlükler çeker. Başka bir dünyadan gelmiş gibidirler. Duygu ve düşünce arasında bağ kurup bunları ifade etmekte sorun yaşarlar.

 

Zihinsel ve fiziksel hastalıklara sahip olan bireylerle birlikte sağlıklı bireylerde de görülebilen aleksitimi, ilk kez 1972’de Peter E. Sifneos tarafından kullanılmış bir kavram olup duygular için söz yokluğu anlamına gelmektedir (Şenkal, Palabıyıkoğlu, 2015: 8). Genel olarak bu kuramda, aleksitimik özellikler gösteren kişinin duygularını anlamada ve düzenlemede zorluklar yaşadığı ifade edilmektedir. Bu zorluklar, duyguları isimlendirememek ve ifade edememek, duygularını birbirinden ayrıştıramamak veya duygularını farkında olmaksızın yaşamak şeklinde özetlenebilir. (Yalçın,  2010: 33).

 

Bu hastalığın izlerine Hatmi Çayı öyküsünde yer alan ve yatalak babasına bakmakta olan genç kızda rastlarız. Evin geçimiyle beraber bütün ev işlerine babasının baktığını ondan öğreniriz:

‘‘Biliyorsunuz, yemekleri siz yapardınız, ben sizi seyrederdim. Bulaşıkları yıkardınız. Ben sizi seyrederdim. Çamaşırları makineye atışınızı, sonra onları salonun ortasına duvara gerilmiş naylon ipe asışınızı, sonra tam kurumadan nemli nemli toplayıp gelişigüzel dolaba tıkışınızı…’’(Söğüt, 2012: 34).

 

Evde hiçbir iş yapmadığı için ve ev işlerini öğrenemediği için babası tarafından birçok kez dövülür. Fakat genç kız bunlara rağmen babasını sevmekten vazgeçmez. Babasını izlediği her anında kendisini sevip sevmediğini düşünür. Önceki zamanlarında babasına duyduğu sevgiyi, merhameti ve muhtaçlığı anlatabiliyorken mevcut olan zamanda bunlardan bahsetmez. Ona karşı sevgi ifade eden sözler kullanmaz. Duyduğu ve gördüğü neler varsa geçmiş zamana aittir.

 

Babasıyla arasındaki mesafeyi kendisine muhtaç duruma düşmesine rağmen bozmaz ve değiştirmez. Sizli bizli cümleler kurarak onunla sohbet etmeye devam eder. Yaptığı eylemlerden, davranışlardan ve kendisine karşı olan tutumundan bahseder:

‘‘Ne çok delik vardı vücudunuzda! Yaralar yaralar yaralar… evimiz bazen kan ve irin ve kusmuk ve ter kokardı hatırlıyor musunuz? Bazen de enginar, lahana ve soğan. Mutfağa girdiğiniz zaman gerçekten güzel yemek yapardınız. Ama girdiğiniz zaman!’’ (Söğüt, 2012: 34).

 

Hikâyenin anlatıldığı zamanda bir sevgi, nefret ya da öfke gibi hislerin olmadığını görmekteyiz. Duygu körlüğü olarak adlandırılan aleksitimi hastalığı genç kızın üzerinde bu şekilde karşımıza çıkar. Geçmişte babasından dayak yiyen ve kötü bir şekilde yetiştirilen genç kızda sevgi bile göremiyorken bir parça bile olsa nefret gibi hisleri de görememekteyiz. Duygularının ve hislerinin büyük çoğunluğunu kaybetmiş ve yalnızca yaşamaya endeksli hayat içinde olduğunu görürüz.

 

Aleksitimik bireyler, duygularını ifade etmek için uygun kelimeler bulmakta zorlanırlar, sürekli fiziksel belirtilerinden bahsederler, tekrarlayıcı ve ayrıntılı konuşmaları vardır, bağımlı ya da mesafeli kişiler arası ilişkilere sahiplerdir, çok az hayal kurarlar ve düşlem yaşantısından yoksunlardır (Şenkal, Palabıyıkoğlu, 2015: 9). Genç kızda hayal kurma, geleceğe dair düşünceler ya da bulunduğu evden dışarıya çıkıp hayata karışma gibi durumlar da söz konusu değildir. Doğup büyüdüğü evde babasına bakarak yaşamına devam ederken aralarındaki ciddiyeti ve geçmişin gerçeğini de korumaya devam eder.

 

‘‘Kızın delirdiğine dair görüntüler ve anlatımlar yoktur ama onun dilinde, ilgisizliğin, sevgisizliğin, korkunun acısı ve kahrı vardır. (…) Ama öykünün kendi zamanındaki babanın durumu genel felci de göstermektedir. Kızın bu durum karşısında üzülüp üzülmediği anlaşılmamaktadır. Babasına hâlâ çay içirmeye, yedirmeye çalışırken durmadan konuşmakta, adeta bir acının kahrını sayıklamaktadır.’’ (Narlı, 2013: 255).

 

Öykü boyunca genç kızın, bu sayıklamalar içinde hiçbir hissini göremeyiz. Yalnızca kalan yaşamını babasına bakarak geçireceği gerçeğini ondan dinleriz.

 

İçinde Ateşe Yakın Bir Şey Olan Kadın

 

İçinde Ateşe Yakın Bir Şey Olan Kadın adlı öykü iki kişinin, şair olduğu ve delirdiği söylenen bir kadın hakkındaki konuşmaları üzerine başlar. Delirdiği söylenen kadın hakkında bilgi veren falcı kadın, hemen hemen her kokunun ve bulunduğu evlerin dilini bilmektedir. Onun gördüklerine göre bu evde yaşamış ve delirmiş olan kadın aynı zamanda bir şairdir. Güneşe çıkmayı, yemek yemeyi ve sevişmeyi sevmemektedir.

 

Uzun boylu, uzun boyunlu, kuş bakışlı, beyaz tenli, kırmızı saçlı, ince bilekli asabi bir kent şairidir. Yaşadığı evlerin pencereleri onun için önemli değildir ve bu evde yaşamakta olduğu süre boyunca pencereden hiç bakmamıştır. Ölürken bile sırtı pencerelere dönük kalmıştır. Yaşantısı ağaçtan, buluttan, parktan, bahçeden kısaca dışarıdaki hayattan çok uzaktadır. Sadece geceleri dışarı çıkar. Uzun ve kırmızı saçlarını örter, boynuna renksiz eşarplar sarar, uzun şifon elbiseler giyer ve uzamış tırnaklarıyla geceleri sokaklarda dolaşır. Gündüzleri sokağa çıkmamasının nedeni sakat veya çirkin olmasından değil, tersine bir hayatı ve deliliği sevmesindedir. Anlatıcı, kadın şairin hayatı sevdiği fikrine, yatağının bulunduğu odanın tavanında birkaç kanca bulunduğundan yola çıkarak varır. Anlatıldığı üzere ölmek fikriyle yaşayanlar fakat intihar edemeyenler, yaşamayı ve kendini her şeyden çok sevenlerdir.

 

Son gece evinden çıkmadan gardırobundaki bütün elbiselerini giyerek renkleri belirsiz yığınla eşarbı üst üste giyinir ve bütün küpelerini, bileziklerini, yüzüklerini takınıp evden çıkar. Çıktığı o gece bir erkekle şiir üzerine konuşur. Dışarı çıkmış olduğu bu son gece çocuk çığlıklarının, orospu kahkahalarının arasından geçerek deli bir prenses gibi sokaklarda dolaşır. Karşısına daha önce hiç görmediği genç bir adam çıkar. Adam, onun hayat kadını olduğunu sanır. Cebinde hiç parası kalmadığını fakat kendisini yalnızca bir kere öpmek istediğini söyler. Kadın şair, genç delikanlının elinde gördüğü bir paket jilet karşılığında kendisini öpebileceğine karar verir. Genç delikanlıdan jileti aldıktan sonra evine döner ve jiletle kendini keserek intihar eder:

‘‘Dirseklerini masaya dayadı. Elinde bir tıraş bıçağı. Önce sağ bileğini kesti. Sonra sol bileğini. Sonra sağ ayaklarının damarları, sonra sol ayaklarının. Sonra boynunu kesti. Sonra yine bileklerini, ayaklarını, boynunu, bileklerini, ayaklarını, boynunu, bileklerini, ayaklarını, boynunu… Kapıyı günler sonra kırarak içeri girdiler. Gözleri açıktı. Koltukta dimdik oturuyordu.’’ (Söğüt, 2012: 45).

 

Şizoid Kişilik Bozukluğu

 

Hikâyede apaçık görülen psikolojik belirti şizoid kişilik bozukluğu üzerinedir. İlişki kurmakta isteksizlik ve içe kapanma bu hastalığın en belirgin özelliğidir. Duyguları hissetme, ayırt etme ve gösterme yetileri sınırlıdır. Çekingen yapıları nedeniyle ilişkilerini yönetmekte zorlanırlar ve sosyal hayata katılmakta isteksizdirler. (Alioğlu, 2019: 10). Çevrelerine ve hayata yabancı kalan bu kimseler, iletişimlerini en alt seviyeye indirir ve mümkün olduğunca topluma uzak kalmaya çalışırlar.

 

İçinde Ateşe Yakın Bir Şey Olan Kadın adlı öyküde, ana karakter olarak çizilen kadın şairimiz, toplumdan uzak, yalnızca geceleri dışarı çıkan, pencerelere bile bakmayan ve çevresinde hiç arkadaşı olmayan bir bireydir. Fakat bu hastalığın temelinde yatan başka bir gerçek vardır. O da karakterimizin henüz çocuk yaşta tecavüze uğraşmış olmasından kaynaklıdır:

‘‘(…) bir erkek tarafından ilk öpüldüğünde henüz küçücük bir kız çocuğu olan, o öpücüğün ardından gelen korkunç şeyleri kimseye, doktor denen o yaşlı adam her eve geldiğinde neden kaskatı kesilip bayıldığını anlayamayan annesine, ablasına, babasına anlatamayan(…)’’ (Söğüt, 2012: 45).

 

Ana karakterimiz olan kadın şairimizin yaşamış olduğu şizoid kişilik bozukluğu, kendiliğinden ortaya çıkan bir durum değildir. Yaşamış olduğu taciz ve korku, onu toplum dışına itmiştir ve ötekileştirmiştir, insanlardan kaçmasını gerektirmiştir.

 

‘‘Bu öyküdeki gibi genetik kaynağı işaret etmediği öyküler de vardır. Fakat her iki durumda da kadınlar ve delirmek bağlamında yazar için asıl vurgulanmak istenen kadınların, kadınlıklarından dolayı maruz bırakıldıkları aşağılanmalar, baskılar, korkular ve her türlü dışlanmışlıklardır. Küçük yaşta tecavüze uğramakla, güven duygusunu ve sevmeyi kaybeden birinin, dış dünyanın nasıl devam edebildiğini anlayamaması doğaldır.’’ (Narlı, 2013: 257).

 

Yaşamış olduğu bu kişilik bozukluğu, hayattan bir türlü tat alamadığını, yaşamak için bir nedenin olmadığını gösterir. İçindeki birikmişliği ve nefreti yalnızca şiir yazarak atmaya çalışır. Yine de bu durum onu daha fazla kaçıramayacaktır. Çoğunlukla etrafına duvarlar ördürür ve insanlardan uzaklaştırır. Çözüm için yollar düşünemez; onun için en iyi olan şey, insanlardan uzak durmaktır, gün ışığından kaçmaktır, bütün elbiselerini giyip de kendini sevmeye çalışmaktır. Her ne kadar bu yaşantısıyla insanlardan kaçmaya çalışsa da bu kaçışın beyhude olduğunun ve sonunun gelmeyeceğinin farkına vararak intiharı seçer.

 

Maharetli Pembe El

 

Maharetli Pembe El, bir elinin bir kancaya dönüştüğünü sanan bir anne üzerinden anlatılır. Kadın, Allah’la konuştuğunu, kancayı eline onun taktığını hatta karnına bir de çocuk koyduğunu söyler. Çocuğunu sevemediği için ona bakamayacağını düşünür. Sürekli zarar verir. Bebeklik zamanlarında bile çocuğuna süt vermeyi keser, yalnızca elinin kanca olduğunu söyleyerek bu delilik içinde hayatını yaşar. Kocası ise her defasında çocuğunu ondan korumaya çalışır. Karısını sevmektedir; onun bu deliliğine rağmen beraber bir yaşam sürmeye çalışır. Kadın, delilik ve sayıklamalar içinde geçen hayatının sonunda kasap olan kocasının dükkânındaki kancaları alıp bileklerine batırarak intihar eder. Öykünün sonunda ise hikâyenin, sonradan büyüyüp çocukluğunu ve annesini anlatan bebeği tarafından yazıldığını görürüz.

 

Şizoforeni ve Postpartum Depresyon

 

Şizofreni kelimesi 1908 yılında İsviçreli psikiyatrist Eugen Bleuler tarafından kullanılmıştır. Kelime Yunancadaki skhizo (bölünme) ve phren (akıl) kelimelerinden türetilmiştir. (Özcan, Gürhan, 2016: 337).

 

Günümüzde şizofreni olarak bilinen bozukluğu dikkatli bir şekilde tanımlayan kişi ise Alman psikiyatr Emil Kraepelin (1856-1926) olmuştur. Kreapelin, yaşamın erken dönemlerinde başlayan ve hepsi bir tür zihinsel bozulma sergileyen bir grup durumu anlatmak için 1896 yılında dementia praecox terimini kullandı. (Butcher, Mineka, Hooley, 2013: 854).

 

Şizofreni genellikle genç yaşta başlayan, kişinin alışılagelmiş algılama ve yorumlama biçimine yabancılaşarak, kendine özgü bir kapanım dünyasında yaşadığı duygu, düşünce ve davranışlarda önemli bozukluklarla giden ruhsal bir hastalıktır.     (Çam, Engin, 2004: 411). Şizofreni, bireylerde yalnızca duygu ve davranış bozukluğuna yol açmakla kalmayıp çevresine de ciddi derecede zarar veren hastalıklardandır. Kişilerarası ilişkinin bozulmasına neden olur, bu durum en uzak biriyle olan ilişkisinden kendi çocuğuna kadar uzanabilen bir süreci başlatır.

 

Öte yandan öykü içerisinde yine karakterimiz üzerinden değerlendireceğimiz bir diğer hastalık da postpartum depresyondur. Gebelik ve postpartum dönem ile ilgili çalışmalar incelendiğinde postpartum depresyonun klasik depresyondan ayrı, özel bir bozukluk olduğu ve “atipik depresyon” şeklinde tanımlandığı görülür (Eren, 2007: 10). Postpartum depresyon, anne ve çocuğun sağlığını ciddi şekilde etkileyen ve dikkate alınması gereken bir hastalıktır. Anneler postpartum depresyonu kontrol edilemeyen endişe, suçluluk ve obsesif düşüncelerle dolu bir kâbus olarak tanımlamışlardır. Kadınlar yalnızca kendilerine değil çocuklarına da zarar vermeyi planlarlar (Eren, 2007: 10).

 

Maharetli Pembe El adlı öyküde ellerinin kanca olduğunu düşünen kadının, Allah’la konuştuğunu ve kancayı eline onun taktığına dair sanrılarını ve söylemlerini görürüz. Ancak bir sanrı neticesinde gerçekleşebilecek olan bu olay, karakterimizin şizofreni hastalığı içerisinde bulunduğunu göz önüne getirir. Öncelikle kadının elinin yerine bir kancanın varlığını kabullendiğini görürüz:

‘‘Sanki bileklerinden itibaren pembe avuç içli, beş parmaklı maharetli bir eli yoktu da karşısındakini korkutan ve bir o kadar da heyecanlandıran –ki bu korkudan kendisi de karşısındaki gibi hem acıyla, hem cesaretle beslenirdi– ucu kanca biçiminde soğuk sivri kara gri bir eli vardı. Kancadan bir eli vardı sanki. Eski zaman masallarındaki korsanların elleri gibi.’’ (Söğüt, 2012: 57).

 

Kadının yaşadığı şizofreni sanrılarını ilk olarak bu noktada, hikâyenin başlangıcında görmekteyiz. Daha sonraki süreçlerde ise Allah’la olan konuşması ve doğuracağı bebeği karnına yerleştirenin o olduğunu söylemektedir:

‘‘Az önce kadın Allah’ı gördü.

Allah ona kızgın mı?

Hayır değil.

Sağ elinin ucuna bir kanca takan o.

İstemediği hâlde karnına bir çocuk koyan da o.

Hiç ama hiç sancı çekmeden ve bebek karnında tam büyümeden, henüz minicikken onu doğurtan da o.

Olmamış, yaşaması zor, narin, hayatla bağı ince bir bebekle baş etmesini, onu emzirmesini, ona hayat vermesini, ona dayanmasını, onu öldürmemesini emreden de o.’’ (Söğüt, 2012: 58).

 

Bu sanrılar devam ederken ilerleyen süreçlerde ise gebelik dönemi ve sonrasında yaşanan postpartum depresyon durumları görülmektedir: ‘‘Aldılar bebeği kucağından. Sustu. Verdiler bebeği kucağına bağırdı. Aylarca ağladı. Ucunda kanca olduğuna inandığı sağ eliyle hiçbir iş yapamadı. Sütler memelerinde dondu. Aldırmadı.’’ (Söğüt, 2012: 58)

 

Kadın, yalnızca çocuğunu sevmemekle kalmaz; onu kabullenmez, beslemez ve zaman zaman da zararlar verir. Bu postpartum depresyon hâlindeki hastanın bakamayacağını düşündüğü çocuğa zarar verme eğiliminden kaynaklıdır. Her durumda onu alt etmeye, saf dışı bırakmaya çalışır. Kendine çeşitli zararlarda bulunurken çocuğuna da zarar verir.

 

‘‘Kadınlar yalnızca kendilerine değil çocuklarına da zarar vermeyi planlarlar. Hayatlarının bir daha normale dönmeyeceği korkusuyla kuşatılan postpartum depresyon hastaları, çocuğa bakmanın gerektirdiği sorumluluk hissini bunaltıcı bulurlar ve kimi zaman hayatta kalabilmek için kendilerinin çocuklarında fiziksel ve psikolojik olarak tamamen koparırlar.’’ (Eren, 2007: 11).

 

Öyküde yer alan kadının, çocuğuna zarar verdikten sonra artık kendine ve yaşama katlanamadığı görülür. Sanrıların devam ettiği süreç içerisinde de kasap olan eşinin dükkânında olan kancaları alıp bileklerine batırarak intihar eder.

 

Igor Panchuk

KAYNAKLAR

  • Alfred, A. (2002). Sosyal Duygunun Gelişiminde Bireysel Psikoloji. çev. Halis Özgü. İstanbul: Hayat Yay.
  • Alioğlu, S. (2019). Narsisistik, Sınır ve Şizoid Kişilik Bozukluklarına Yatkınlıkta Duygusal Farkındalığın İncelenmesi. Yüksek lisans tezi, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, İstanbul.
  • Atmaca, S. (2016). Paranoya: Bir Vaka Değerlendirmesi ve Klinik Uygulamalardaki Farklılıklar. AYNA Klinik Psikolojisi Dergisi, 3(3), 1-9.
  • Butcher J. N., Mineka S. ve Hooley J. (2013). Anormal Psikoloji. çev. Okhan Gündüz. İstanbul: Kaknüs Yay.
  • Çam O., Engin E. (2004). Ruh Sağlılğı ve Hastalıkları Hemşireliği Bakım Sanatı. İstanbul: Tıp Kitapevi. 2004.
  • Eren, T. İ. (2007). Postpartum Depresyon Prevalansı ve Sosyodemografik Risk Faktörleri. Uzmanlık tezi. Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul.
  • Freud, S. (1996). Düşlerin Yorumu I. çev. Emre Kapkın. İstanbul: Payel Yay.
  • Humanite Tıp Merkezi. (2018). Kişilik Bozuklukları (1. Baskı) [Broşür]. Özkan, Sedat: Yazar.
  • Kırpınar, İ. (2007). Psikiyatrik belirti ve bulgular, Psikiyatri Temel Kitabı. Ankara: Hekimler Yayın Birliği.
  • Oktay, B., Durak Batıgün, A. (2014). Aleksitimi: Bağlanma, Benlik Algısı, Kişilerarası İlişki Tarzları ve Öfke. Türk Psikoloji Yazıları, 17(33), 31-40.
  • Özcan T., Gürhan N. (2016). Ruh Sağlığı ve Psiyatri Hemşireliğinin Temelleri. Ankara: Akademisyen Tıp Kitabevi.
  • Narlı, M. (2013). Edebiyat ve Delilik. Ankara: Akçağ Yay.
  • Sayar, K. (2012). Ruh Hali. İstanbul: Timaş Yay.
  • Söğüt, M. (2012). Deli Kadın Hikâyeleri. İstanbul: Yapı Kredi Yay.
  • Şahin, D. (2009). Psikiyatri: Kişilik Bozuklukları. Klinik Gelişim Dergisi, 22(4), 45-55.
  • Kocal, Y., Karakuş, G., Sert, D. (2017). Şizofreni: Etyoloji, Klinik Özellikler ve Tedavi. Arşiv Kaynak Tarama Dergisi, 26(2), 251-267.
  • Şenkal, İ., Palabıyıkoğlu, R. (2015). Çocukluk Çağı Travmaları ve Aleksitimi. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 4(8), 7-24.
  • Şevik, A.E., Özcan, H., Uysal E. (2012). İntihar Girişimlerinin İncelenmesi: Risk Faktörleri ve Takip. Klinik Psikiyatri Dergisi, 15(4), 218-225.
  • Yüksel, N. (2006). Ruhsal Hastalıklar. Ankara: Özyurt Matbaacılık.
  • Yalçın, S. B. (2010). Üniversite Öğrencilerinin Duygularını İfade Edebilmelerinin Aleksitimi ve Psikolojik İhtiyaçlarına Göre İncelenmesi. Doktora tezi, Selçuk Üniversitesi, Konya.