Bir milletin kaderinin belirleneceği bir atmosferde; bir yanda istiklal ateşiyle milleti için yanıp tutuşan özverili bir kadro, öbür yanda ise risk alma cesaretinden yoksun manda savunucusu gruplar. Kurtuluş Savaşı sürecindeki bu fikrî hizipleşmeye ışık tutan detaylı bir inceleme.


 

 

Özet

Bu yazı Türk Kurtuluş Savaşı’nın Kongreler sürecindeki manda ve himaye meselesini ele almaktadır.  Bilindiği üzere; Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle mağlup devletlerin, özellikle Alman kolonilerinin ve Osmanlı’nın idaresinin ne olacağı önemli bir sorundu. Bu sorunun çözümü için mandacılık formülü önerilmişti. Yazımda, manda ve himayenin ne olduklarını ve farklarını açıklamaya çalışacağım.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun teslimiyet belgesi olan Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasıyla Anadolu için yeni bir dönem başlıyordu. Ateşkes sonrası savaşın galip devletleri tarafından Anadolu’da pek çok yerin işgali, Türk aydın ve idarecilerini memleketlerinin geleceği açısından endişelendirmekte ve çare yolu üzerine kafa yormalarına neden olmaktaydı. Bunun sonucunda üç farklı çözüm önerisi çıkmıştı: Bunların ilki, özellikle ABD Başkanı Wilson’un prensipleri ile Amerikan mandacılığı, Fransız, İtalyan ve İngiliz olmak üzere manda ve himaye yoluydu. İkincisi, Bolşevizm idi. Üçüncüsüyse bölgesel kurtuluş hareketleriydi.

 

1918’den 1919 Eylül ayına kadar manda ve himaye destekçileri gerek kurdukları cemiyetlerle gerekse siyasi partilerle mandacılık fikrinin propagandasını yapmışlardır. Mustafa Kemal Paşa ve onun ekibi, Kurtuluş Hareketini başlattığında ilk başlarda fazla benimsenmeyen bölgesel kurtuluş hareketleri ve onun cemiyetleri Sivas Kongresinde tek bir çatı etrafından birleşmiş ve manda ve himaye görüşlerini reddederek Anadolu ve Rumeli’nin savunulmasını temel ilke haline getirmişlerdir. Bu kapsamda yazım, Sivas Kongresine kadar olan süreçte manda ve himaye destekçilerinin neden manda ve himayeyi bir çıkış yolu olarak gördüklerini ve Milli Mücadele’nin ana kadrosu olan ekibin Sivas Kongresine kadar manda ve himayeciliğe olan bakış açısının değişimini ele almaktadır.

 

Giriş

 

Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’ndan çekildiğini ve müttefiklerini teslim ettiğini tüm dünyaya duyurdu. Bu teslimiyetle birlikte Müttefikler birçok stratejik bölgeyi işgal etmeye başladılar.

 

“Osmanlı Devleti’nin varlığını koruması için birçok çözüm çareleri aranmaya başlanmıştı. Tartışılan yöntemlerden biri işgalci ve sömürgeci amaçlar gütmeyecek güçlü bir ülkeden ekonomik ve askeri yardımlar almaktı.”[1]

 

Bu arayışlardan bazıları manda veya himaye yoluyla hasta ve ölmekte olan Osmanlı İmparatorluğun ömrünü uzatmak isteyenler ve ölmekte olan Osmanlı İmparatorluğun küllerinden yeni bir Türk devleti kurmak isteyenlerden oluşuyordu. Paris Barış Konferansı’ndan sonra, galip devletlerin dünya barışını korumaları ve mağlup devletlerin topraklarını yönetmeleri için yeni bir formül ortaya çıktı. İlk formül; muzaffer devletler tarafından belirli bir süre kendi kendilerini yönetmekten yoksun bırakılan halkların yönetimini ve bu halkların yönetim sırasında kendi kendilerini yönetme yetkilerini hedefleyen bir zorunluluktu. İkincisi, tarihte birçok büyük imparatorluk tarafından uygulanan himaye sistemiydi.

 

Bu yazıda neden manda ve himayenin çözüm olarak sunulduğu ve Kurtuluş Savaşı’nın ana kurmaylarında manda ve himaye konusunun neden Kongreler sürecine kadar belirsiz bir konu olarak kaldığıdır. Yazı dar anlamda dönemin manda ve himaye tartışmalarını, geniş anlamda ise Kurtuluş Savaşı’nın ana kadrosunda yer alan ekibin Kongrelere kadar manda ve himaye konusundaki görüşlerini ortaya koymakla ilgilenmektedir.

 

 

Mondros’tan sonra Anadolu’nun kurtuluşu için iki yol görünüyordu. Bunlardan ilki Anadolu’da silahlı bir direniş örgütleyerek işgalcilere karşı savaşmaktı. İkinci olarak, savaşın ülkeden aldığını kabul edip çareyi, ülkenin ekonomik, idari ve dış politikada onarılmasına yardımcı olmak için galip devletlerin himayesinde manda ve himayede aramaktı. Manda ve himaye destekçilerinin bunu bir kurtuluş yolu olarak önermelerinin iki ana nedeni vardı ki bunlardan ilki, doğrudan nedenler olan yabancı (zorunlu) idari ve ekonomik yardım ve koruma olmadan ülkenin ayakta kalamayacağı inancıydı. İkincisi ise dolaylı neden olan Ermeni Sorunu idi. Manda ve himayecilik meselesinde sadece bir Amerikan mandası yoktu. Ayrıca İtalyan ve Fransız mandaları da gündemdeydi. Ama o zamanlar en çok tercih edilen ve kötülerin en iyisi olarak görülen Amerikan mandasıydı. Bunun temel nedeni şuydu; Osmanlı entelijansiyası mandayı sömürgeci veya işgalci niyeti olmayan bir ülkeden yardım almak olarak görüyordu. Bu kapsamda ABD Başkanı Wilson tarafından yayınlanan ilkelere göre; kendi kaderini tayin hakkı ve Türk hâkimiyetindeki bölgelerin Osmanlı İmparatorluğu’nda kalması gerektiği gerçeği, Türk kamuoyunda ABD’ye karşı sempati yarattı. Ancak müttefikler vaatlerini yerine getirmeyerek haksız işgali ve Amerika’nın Anadolu’daki mandacılık arzusundan uzaklaşmasını sürdürdüler; bölgesel kurtuluş hareketlerine ilgi arttı. Bu ilgi giderek ulusal kurtuluş mücadelesine doğru arttı. Sonunda Kongreler sırasında bölgesel kurtuluş hareketleri ulusal bir kurtuluş hareketine dönüşerek ulusal bağımsızlık, kırmızı çizgi olarak ilan edilmiş ve manda veya himaye tartışması sona ermiştir.

 

Bu yazı iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde dönemin manda ve himayecilik fikirleri ele alınırken, manda ve himaye taraftarlarının görüşlerini açıklar. İkinci bölümde ise; Kurtuluş Savaşında önemli kişilerin, toplulukların ve siyasi partilerin manda ve himayecilik hakkındaki görüşlerini özetlemektedir. Keyifli okumalar dilerim.

 

 

Manda ve Himaye Kavramına Kısa Bir Bakış

 

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Paris Barış Konferansı’nda mağlup devletlerin sömürgelerinin yani Afrika ve Uzak Doğu’daki Alman kolonilerinin ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan çıkan bölgelerin yönetimi için yeni bir idari formül bulundu. Bu formül, Milletler Cemiyeti himayesinde, kendi kendini idare edemeyecek durumda olan halkları, anlaşmalar ışığında, büyük güçler tarafından belirli bir süre yönetilerek, geliştirmeyi amaçlayan mandacılık idaresiydi.

 

Manda: Kelimenin kökeni Latince mandatum’dan gelir ve vekâlet manasını taşımaktadır. Mandaterlik ise mandater ülke tarafından kendisini yönetmekten aciz olan halkın egemenlik yetkisini devralıp; o halkın kendisini yönetebilecek yetkinliğe ve müreffeh bir konuma ulaşabilmesi için Milliyetler Cemiyeti denetiminde yardımcı olmasıdır.

 

Himaye: Himayeciliğin tarihi Eski Çağ’a kadar dayandığından mandaterliğe göre daha eski bir yönetim tarzıdır. Gelgelelim himayecilik 19. yüzyılda emperyalist devletlerin yaygın olarak kullanmaya başladığı bir yöntem haline gelmiştir. Himayecilik tanımı itibariyle; zayıf bir devletin karşılıklı anlaşma ya da teamüllere uygun olarak kendisini savunma ve dış politika konusunda kendisinden daha güçlü bir devletin koruması altına girmesi şeklinde açıklanabilir. Yani himayeci devlet, himaye ettiği devletin iç ve dış güvenliğini sağlamak zorundadır.

 

Manda ve Himaye Arasındaki Farklar

  • Mandaterlik yönetiminde devlet kendisini daha da geliştirebilmek için (çağdaş bir devlet olabilmek için) egemenliğini karşılıklı anlaşmalar ve Milletler Cemiyeti’nin gözetiminde belli bir süreliğine mandater devlete devreder. Ancak himayecilikte mandaterlikte olduğu gibi belirgin anlaşmalar, gözetimler ve süreler yoktur. Hami devletin mandaterlikte olduğu gibi toplumu eğitme ve hami edilen devleti çağdaş bir devlet yapma gibi bir amaç taşımamaktadır.
  • Mandaterlik sisteminde mandater devletinin vekâleti varken, himayecilikte hami devletin zayıf devleti koruması vardır.
  • Mandaterlikte, Milletler Cemiyetine ve mandaterlik altındaki devletin meclisine yükümlülükleri söz konusuyken, himayecilikte böyle bir yükümlülük söz konusu değildir.
  • Mandaterlik sisteminde çift taraflı anlaşmalar ve süreler varken, himayecilik sisteminde yükümlülükler ve şartların sınırları net ve belirgin değildir.
  • Mandaterlikte, Milletler Cemiyetine göre türlere ayrılmaktadır. Fakat himayeciliğin bir tür ayrımı yoktur.
  • Mandaterlikte, mandater devletin vekâleti altındaki devletle olan ilişkisi süreyle sınırlıdır. Lakin himayecilikte genel olarak böyle bir süre sınırı yoktur.
  • Himayeciliğin tarihi Roma İmparatorluğuna kadar dayanmaktayken, mandaterlik Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkmış yeni bir yönetim tarzıdır.
  • Mandaterlikte, mandater devlet vekâleti altındaki ülkenin topraklarını kendi ülkesi gibi yönetmekteyken; himayecilikte sadece hami devletin koruması söz konusudur.
  • Mandaterlikte, Milletler Cemiyetinin denetimi varken, himayecilikte hami devleti denetleyecek bir denetim yoktur.

 

 

Türk Entelijansiyası Mondros’tan Sonra Çıkış Arıyor

 

Manda tartışmalarının temeli, Amerikan Başkanı Woodrow Wilson’ın I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru 8 Ocak 1918’de Amerikan Senatosu’na gönderdiği 14 maddelik açıklamaya dayanmaktadır.[2] Mondros sonrası Anadolu’daki müttefik devletlerin işgallerinin başlaması ve bu işgallere 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgalliyle Yunanistan’ın da katılmasıyla, Türk entelijansiyasi ve yöneticilerindeki endişe artmaktaydı. Osmanlı’nın içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar, yıllarca süren savaşlar sonucu hem ekonomide hem de toplumda oluşan derin yorgunluklar ve umutsuzluklar, dış borçlar, azınlık isyanları ve ordunun dağıtılması Türk entelijansiyasi ve yöneticilerinin önemli bir kısmı için mandaterlik veya himayecilikten başka bir kurtuluş yolunun olamayacağı düşüncesine neden olmuştu. Eğer çözüm yolu mandaterlik ya da himayecilik olacak ise hangi devletin mandaterliği ya da himayesi olması sorusunun yanıtı ise birden fazlaydı.

 

1918’in sonuyla 1919’ların Eylül ayına kadar mandaterlik düşüncesi arasında en çok benimsenen Amerikan mandaterliğiydi. Bunun yanı sıra Fransız ve İtalyan mandaterliğini savunanlar olsa da, eğer bir mandaterlik üzerinden gidilecekse memleket için en sağlıklısının çeşitli nedenlerden dolayı Amerikan mandaterliği olacağı yönündeki görüş daha baskın haldeydi. Himayecilik görüşündeyse en çok benimsenen İngiltere’nin himayesine girmekti.

 

Ulusal Bağımsızlık Savunucularının Argümanları

Savaş öncesi dönemde manda ve himayeyi kabul etmeyen ve desteklemeyenlerin sebepleri şunlardır:

  • İlk olarak ülkenin toprak bütünlüğü korunmalıydı. Bazı Türk aydınları, Osmanlı İmparatorluğu’nun manda ve himaye altında daha hızlı bölüneceğini öngörüyor ve bundan dolayı endişeleniyordu.
  • Mondros ile müttefikler, Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgeleri de işgal edebilirdi.
  • Mondros Mütarekesi’nden sonra başlayan işgaller. Özellikle İzmir’in işgali Milli Mücadelenin en önemli olaylarından biridir. Aslında Türk aydınlarını ve insanlarını harekete geçiren olaydır. Türk toplumu üzerinde pek çok duygu uyandıran bu durum, aydınları ve yöneticileri farklı kurtuluş yolları aramaya iten en önemli nedendir.
  • ABD veya İngiliz mandası kabul edilirse, “Ermeni Meselesi” adı altında Büyük Ermenistan’ın kurulması riski çok yüksekti.

 

Manda ve Himaye Savunucularının Argümanları

Mondros’un imzalanmasından sonra müttefiklerin Anadolu’yu işgal ve nüfus alanı olarak paylaşması, Türk yöneticilerinin en çok korktuğu senaryo olan ülkelerinin bir bütün olarak parçalanması korkusuna neden oldu. Türk aydınlarının ve yöneticilerinin önemli bir kısmı, vatanlarını parçalamamak ve mevcut siyasi, idari, ekonomik ve güvenlik sorunlarını çözmek için manda ve himayeyi akılcı bir çözüm olarak savundular. Kansız ve risksiz bir çözüm olarak görülen manda ve himayenin daha fazla kişiye yayılması için gazeteler, dernekler ve siyasi partiler propaganda aracı olarak kullanıldı. Yetki ve himayenin destekçileri genellikle aşağıdaki argümanları kullandılar:

  • Osmanlı’nın ekonomik durumu çok kötü bir dönemdedir. Kapitülasyonlar ve dış borç nedeniyle, dışarıdan yardım almazsa mali durumu daha da derinleşebilir.
  • Anadolu’da kalan azınlıklar ülkenin istikrarına zarar verebilir. Bu soruna adil bir çözüm için batılı bir devletin hakemliğine ihtiyaç vardır.
  • Batılı devletlerin rehberliği ve eğitimi Türkler için fayda sağlayacaktır. Batılı bir devletin manda veya himaye süresi sona erdiğinde, geride güçlü, müreffeh, kültürlü ve eğitimli bir Türk insanı bırakılabilir.
  • Türkiye’nin kalifiye insan gücü yok denecek kadar azdır. Ülke, dışarıdan teknik ve idari destek olmadan inşa edilemez.
  • Türkler bu büyük sorunlarla tek başlarına baş edemeyeceklerdir. Bu nedenle, manda ve himaye ya da dış yardım esastır.
  • Osmanlı ordusu dağıtıldı ve kalan ordu Müttefiklere karşı bir savaşta direnecek kadar güçlü değil. Ayrıca Türk milleti yıllarca süren savaşlardan bıkmıştır. Dolayısıyla yeni bir savaş da elimizdeki Anadolu’nun gidişine neden olacaktır.

 

Mandaterliği ve Himayeciliği Savunan Partiler, Dernekler ve Kişiler

Mondros’tan sonra Türk aydınları ve yöneticileri kendi görüşleri doğrultusunda örgütlenebilmek ve fikirlerini daha geniş kitlelere yayabilmek için bir toplum oluşturmaya başladılar. Bu dernekler ve partiler mandacı, korumacı ve milli bağımsızlık yanlısı olarak üçe ayrılmaktadır. Yazımın bu kısmında manda ve himayeyi destekleyen toplumları, siyasi partileri ve kişileri kısaca inceleyeceğim.

 

Mandaterlik Yanlısı Cemiyet ve Fırkalar

Wilson Prensipleri Cemiyeti: Kuruluş yeri ve tarihi tartışmalı olmakla 14 Ocak 1919 olarak söylenebilir. 5 Aralık 1918’de ABD Başkanı Wilson’a “Help” başlıklı bir bildiri yollayarak manda talebinde bulunmuşlardır. Başkan’a kısaca, Osmanlı’nın ve Türk halkının sosyal, ekonomik ve siyasal yapısındaki sorunları kendi kendini yönetebilecek kapasiteden yoksun ve geri kalmış olmasından dolayı; geri kalmışlığı sonlandırıp ileri bir memleket olmak için en az 15 ve en fazla 25 yıllık bir sürede ABD’nin mandaterliğini talep etmişlerdi[3].

 

Milli Ahrar Fırkası: 1919’un Mayıs ayında Cami Bey, Asaf Muammer Bey, İsmail Suphi Bey, Bekir Sami Bey, Abdülhak Şinasi Bey ve Mehmet Refik Bey gibi tanınmış önemli kişiler tarafından küçük bir parti olarak kurulan Milli Ahrar Fırkası kendisini İttihat ve Terakki’nin tam karşısında konumlandırmıştır. Parti siyasal yelpazede kendisini liberal ve milliyetçi olarak tanımlamıştır. Milli Ahrar Fırkasına göre; Wilson Prensipleri Türkler için uygulanmalı ve Türkler kendi yurtlarına çekilmelidir. Ermeni meselesiyle ilgili de çoğunluğunun Ermenilere ait olduğu yerleri kapsayan bir Ermeni devleti tanınabilir ve böylelikle Ermeni sorunu da çözüme kavuşacağı düşünülmüştür. Ardından yurdun kalkınması için Anglo-Sakson eğitim modeli örnek alınmalıdır. Partinin önemli isimlerinden olan Refik Halit ve Bekir Sami Beyler Sivas Kongresine kadar açıkça Amerikan mandaterliğini savunmuşlardır.

 

Vahdet-i Milliye Cemiyeti: Cemiyet 6 Mart 1919’da kurulmuştur. Partinin önemli kurucu ve yöneticileri; Ahmet Rıza Bey, Cevat Paşa, Nabi Bey, Reşit Sadi Bey ve Celalettin Arif Bey’dir. Partinin en önemli ismi geçmişte Meclis-i Mebusan’da (Millet Meclisi) vekillik ve Meclis-i Ayan’da (Ayan Meclisi) meclis başkanlığı yapmış eski bir İttihat Terakkici Ahmet Rıza Bey’di. Mondros Ateşkes Anlaşmasından sonra cemiyet faaliyetlerini artırmış ve savaşın galip devletlerine hitaben Wilson Prensiplerinin Türkler için adaletli bir şekilde uygulanmasını talep etmiştir. Arap bölgesiyle ilgili de Osmanlı içinde kalarak geniş bir özerklik verilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Ayrıca Ermeni meselesiyle ilgili taviz yanlısı bir tutum sergilemiştir. Vahdet-i Milliye Cemiyetini diğer cemiyetlerden ayıran temel konu Amerikan mandaterliği yerine cemiyet başkanı Ahmet Rıza Bey’in Fransız Mandaterliğini savunmasıydı. Cemiyet Ahmet Rıza Bey’in Avrupa’ya gitmesiyle etkinliğini yitirmiştir.

 

Türk – Fransız Muhipler Cemiyeti: Cemiyetin kuruluş amacı; Türk ve Fransız milletlerinin dostluklarını geliştirilmesi ve sürdürülmesi olarak açıklansa da daha çok Fransız mandaterliğini savunanların merkeziydi. Fakat cemiyet Fransızlardan istenildiği üzere destek alamadığı için pek etkili değildi.

 

 

Himaye Yanlısı Cemiyet ve Fırkalar 

 

Hürriyet ve İtilaf Fırkası: Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından İttihat ve Terakki Partisinin feshiyle, başını Damat Ferit Paşanın liderlik ettiği eski muhalifler bir araya geldiler ve 14 Ocak 1919’da Hürriyet ve İtilaf Fırkasını yeniden kurdular. Hürriyet ve İtilaf Fırkası ideolojik olarak liberal bir parti olmakla birlikte dış politikada da İngiliz yanlısıydı. Özellikle Mondros sonrası Osmanlı’nın geleceğiyle ilgili belirsizlik döneminde müzaheret adıyla İngiltere’yle eski dostluk ve İngilizlerin diğer Müslüman milletlere de ev sahipliği yaptığı vurgulanarak kapalı bir şekilde İngiliz himayesi talep edilmiştir. Partinin resmi basın organlarında özellikle İstanbul basınında etkili olarak sürekli İngiliz himayeciliği propagandası yapılmaktaydı. 1922’de Büyük Taarruz ile Ankara hükümetinin hem Kurtuluş Savaşını hem de İstanbul hükümetiyle olan iktidar savaşını kazandığı anlaşılıncaya kadar Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İngilizlerle iyi anlaşarak ve onların verdikleri emirlere sadık kalarak Osmanlı’nın daha güvende kalacağına ve daha iyi bir idarede yaşayacağına inanmışlardı. Fakat Büyük Taarruz sonrası partinin yöneticileri, İngilizlere sığınarak memleketi terk ettiler.

 

Nigahban Cemiyet-i Askeriyesi: İttihat ve Terakki muhalifi eski subay ve askerler tarafından 7 Ocak 1919’da Alemdar gazetesinde kuruluşu bildirilen bir cemiyettir. Mütareke sonrası oluşan anarşi ortamında İstanbul hükümeti tarafından kapatılsa da 1922’ye kadar illegal olarak Hürriyet ve İtilaf Fırkasıyla özellikle İngiliz himayeciliği ve Anadolu’daki milli mücadeleye karşı ortak tutum içerisindeydi.

 

İngiliz Muhipler Cemiyeti: Cemiyet milyonlarca Müslüman nüfusu kendi bayrağı altında tutan İngilizler ile Osmanlılar arasında “öteden beri var olan derin” dostluk bağlarını pekiştirmek ve kuvvetlendirmek amacıyla 20 Mayıs 1919’da kurulmuştur. Cemiyet amacını gerçekleştirebilmek için Hürriyet ve İtilaf Fırkasıyla paralel bir şekilde çalışmıştır ve genellikle Hürriyet ve İtilaf Fırkasının etkin olduğu bölgelerde (başta İstanbul) örgütlenebilmiştir. Cemiyette yer alan önemli kişilerden birkaçı şu şekildedir; Padişah XI. Mehmet Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Ali Kemal Bey, Mahmut Paşa, Ali Rüştü Efendi,  Sait Molla, Ressam Ahmet Paşa ve Rahip Frew’dir. Cemiyet 1922’ye kadar İngiltere’nin maddi ve manevi desteğiyle faaliyetlerini sürdürse de Büyük Taarruz’un sonuçlanmasıyla Türklerin savaşı kazandığı anlaşılmış ve İstanbul’la Ankara arasındaki iktidar çatışmasının galibi Ankara’daki ulusal kurtuluş yanlıları olmuştu. Böylelikle derneğin birçok kurucusu ve mensubu ya İngiltere’ye sığınmış ya yurtdışına çıkmış ve çıkartılmış ya da İstiklal Mahkemelerinde yargılanmıştır.

 

Bolşevizm Yanlısı Cemiyet ve Fırkalar

Bu cemiyet ve fırkalarını diğerlerinden ayıran temel mesele Rus mandası veya himayeciliğini istemeleri değildi. Onlar tüm dünyayı kapsayan bir sosyalist enternasyonal düzende Türkiye’nin de Sovyetler Birliği’nin desteğiyle bir sosyalist devlet olması için çabalamaktaydılar.

 

Sosyal Demokrat Fırka: Fırka 1918 ile 1919 arasında etkindir. ABD Başkanı sosyal demokrat ve sosyalist olduğunu varsayarak Wilson prensiplerinin özellikle halkların kendi kaderlerini tayin yetkisini temel alarak Türk halkı için yararlı olacağını vurgulamışlardır. Ayrıyyeten sosyalizmin Türk halkı için aleyhte değil lehte olacağını ve İttihat Terakki’yi kast ederek küçük bir grubun yaptığı hatayı tüm Türk halkına mal edilemeyeceğini belirtirler.

 

Türkiye Sosyalist Fırkası: 20 Şubat 1919’da Hüseyin Hilmi Bey tarafından kurulan parti, 1919 seçimleri sonrası başarılı olamayıp liderinin öldürülmesi sonrası etkinliğini yitirmiştir.

 

Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası: 22 Eylül 1919’da Hamdullah Suphi önderliğindeki birkaç Türk genci Berlin’de dönemin Bolşevik Devriminden de etkilenerek Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkasını kurmuşlardır. Fakat İstanbul’un işgali ve Anadolu’da ulusal bir kurtuluş hareketi başladıktan sonra partide fikir ayrılıkları başlamış ve bu da beraberinde İstanbul ve Anadolu ekibi olarak bölünmelere neden olmuştur. 1919 seçimlerinin başarısızlığı ardından Anadolu’ya geçenler Ankara hükümetine emperyalizme karşı savaştıkları için destek vermişlerdir.

 

 

Manda ve Himaye Formülleri

Mondros sonrası Anadolu’daki müttefik devletlerin işgallerinin başlaması ve bu işgallere 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgalliyle Yunanistan’ın da katılmasıyla, Türk entelijansiyası ve yöneticilerindeki endişe artmaktaydı. Osmanlı’nın içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar, yıllarca süren savaşlar sonucu hem ekonomide hem de toplumda oluşan derin yorgunluklar ve umutsuzluklar, dış borçlar, azınlık isyanları ve ordunun dağıtılması Türk entelijansiyası ve yöneticilerinin önemli bir kısmı için mandaterlik veya himayecilikten başka bir kurtuluş yolunun olamayacağı düşüncesine neden olmuştu.

 

Milli Mücadelede mandacılık konusuna nereden bakılırsa bakılsın, tarihi olayların olduğu dönemin şartları içinde incelenmesi gibi bir zorunluluğunun olduğunun unutulmaması gerekir. Çünkü o dönemde gerek İstanbul’daki aydınlar ve devlet adamları gerekse Anadolu’da Milli Mücadeleden yana olanlarca geçici bir süre için güçlü ve sömürgeci-işgalci olmayan bir devletin koruması altına girerek İngiliz sömürgesi olmaktan ve onun maşası durumundaki uzantılardan korunabilmek için mandacılığı kabul etmek pragmatist bir idealdi.[4]

 

Eğer çözüm yolu mandaterlik ya da himayecilik olacak ise hangi devletin mandaterliği ya da himayesi olması sorusunun yanıtı ise birden fazlaydı. 1918’in sonuyla 1919’ların Eylül ayına kadar mandaterlik düşüncesi arasında en çok benimsenen Amerikan mandaterliğiydi. Bunun yanı sıra Fransız ve İtalyan mandaterliğini savunanlar olsa da, eğer bir mandaterlik üzerinden gidilecekse memleket için en sağlıklısının çeşitli nedenlerden dolayı Amerikan mandaterliği olacağı yönündeki görüş daha baskın haldeydi. Himayecilik görüşündeyse en çok benimsenen İngiltere’nin himayesine girmekti.

 

Amerikan Mandaterliği

Paris Barış Konferansı görüşmelerinde İngiltere ve Fransa tarafından Amerika’ya başta tüm Anadolu’yu ardındansa Ermenistan, Boğazlar ve İstanbul’u da kapsayacak şekilde kapsayacak bir mandaterlik bölgesi teklif edilmişti. Bu teklifi ABD Başkanı Wilson kabul eder gibi gözükse de ABD Senatosu’nun kararı net değildi. Müttefiklerin bu teklifinin arkasında yatan esas neden ise; İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı toprakları üzerinde net bir şekilde uzlaşamaması ve Bolşevik Devriminin Orta Doğu’ya yayılmaması için Amerika’yı bir jandarma olarak bölgede görmek istemesi olarak yorumlanabilir. Paris Barış Konferansı sonrası toplanan Londra ve San Remo Konferanslarında ABD’nin Anadolu üzerinde üstleneceği mandaterlik meselesine karşı tavrı belirginsizleşmiş ve Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketinin büyümesiyle bu belirginsizlik kendini olumsuzluğa yöneltmiştir. Özellikle Amerikan senatosu ve ABD’li devlet adamları bu mandaterlik macerasının İngiltere’nin petrol bölgesi ve Bolşevik tehdidine karşı Amerikan’ın bölgenin bekçisi olacağını ve bunun da ABD’ye bir şey kazandırmayacağını belirtmişlerdi.

 

Amerikan Mandaterliğinin Nedenleri

Mondros’un imzalanmasından sonra, müttefiklerin Anadolu’yu işgal ve nüfus alanı olarak paylaşmasıyla Türk yöneticilerinin en çok korktuğu senaryo memleketlerinin bütünü ile parçalanmasıydı. Türk entelijansiyasi ve yöneticileri; ABD’nin diğer müttefik devletler gibi bir emperyalist ve istilacı hedeflerin olmadığı düşünülüyor ve eğer bir Amerikan mandaterliği kabul edilirse, memleketin parçalanmasının önüne geçileceği savunuluyordu.

 

 

ABD Başkanı Wilson’un yayınladığı ilkelere göre; self determinasyon ve Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin Osmanlı’da kalması gerektiği, Türk kamuoyunda ABD’ye karşı bir sempati oluşturmuştu. Diğer bir husus ise, on yıllardan devam eden Ermeni Meselesi idi. Mondros sonrası Ermeni Meselesi’nin ne olacağı belirsizken hem Batı ve Karadeniz’de Rumlar hem de Doğu’da Ermeniler bağımsızlık için ayaklandılar. Türklerin on yıllardır çözmek istediği bu mesele, aslında onlar için bir var oluş meselesiydi. Eğer Anadolu’daki azınlık isyanları çözülemez ise barış anlaşması yapılsa dahi azınlıklarla çıkacak sorunlar ve onların bağımsızlık talepleri bitmeyeceği için Osmanlı dışarıdan müdahalelere açık olacaktı. Bundan dolayı; Amerikan mandaterliğinin kabulüyle bu sorunun kalıcı olarak çözüleceği düşünülüyordu.

 

Ordunun terhis edilmesinden dolayı güvenlik ciddi bir sorundu. Amerikan mandaterliğini kabul edilmesi durumunda ülkenin dış güvenliği ABD’ye bırakılacağı için bu sorunun da çözüleceği düşünülmekteydi. Diğer nedenlerden biri de ekonomik ve iktisadi sorunlardı. Savaş sonrası ülkenin ekonomisi nerdeyse bitme noktasına gelmişti. Bu sorunları çözmek için bir dış yardıma ihtiyaç duyuluyordu. Amerikan mandaterliğine geçilmesiyle ülke ekonomisinin toparlanacağı ve iktisadi olarak güçlü bir devlet olacağına inanılmaktaydı. Ayrıca kapitülasyonlar ve borçlar da ciddi sorunlardandı. Avrupalı devletlere verilen kapitülasyonlarının çözümü için Avrupalılardan yardım beklenemezdi. Bundan dolayı Avrupa’nın dışında ve ekonomik anlamda güçlü bir devlet olan Amerika’nın bu sorunu çözebileceği düşünülüyordu.

 

Son olarak, ABD’nin Uzak Doğu’daki kolonilerine ve yerli halklara karşı uyguladığı sakin tutumdu. Osmanlı’daki Amerikan mandası taraftarlarının en büyük argümanlarından biri Filipinler örneğiydi. ABD, Filipinler gibi ilkel bir toplumu zaman içerisinde medeni bir topluma dönüştürmüş ve bu dönüşümü gerçekleştirirken İngiltere ya da Fransa gibi sert politikalar uygulamamıştı. Bundan sebeple eğer Amerikan mandaterliğine geçilirse; Amerika, Türk toplumunu ve devletini modernleştirme görevini üstlenecek ve belli bir süreden sonra Türkler de Avrupalılar gibi çağdaş olacaklardı. Bu nedenlerden dolayı mandaterlik yanlısı Türk entelijansiyası ve yöneticilerinin büyük bir kısmı Amerikan mandaterliğini desteklemekteydi.

 

 

Fransız Mandaterliği

 

Türk entelijansiyası ve yöneticilerinin bir kısmı da kurtuluşun Fransız mandaterliği ile olacağını savunmaktaydı. Bunun gerekçeleriyse; Fransa’nın büyük bir siyasi devrimi gerçekleştirerek diğer milletlere örnek olması, milli eğitim ile hem ulusunun eğitim seviyesini yükseltmiş hem de güçlü bir ulus yaratması, ticari ve iktisadı ilişkilerin İngiltere’ye göre daha iyi olması ve en önemli neden memleketin toprak bütünlüğünün korunması şeklinde özetlenebilir.

 

Paris Barış Konferansında sadece Amerika’ya değil Fransa’ya da Anadolu üzerinde bir mandaterlik teklif edilmişti. Daha sonra konferanslarda Anadolu ve İstanbul’un ne şekilde taksim edileceği üzerine görüşmeler yapılırken Fransız Yüksek Komitesi, İstanbul hükümetine “Memleketinizin bölünmesini istemiyorsanız güçlü bir şekilde Fransız mandaterliğini talep etmenizi tavsiye ediyoruz.” tarzında görüşlerini iletmişlerdir. Bu görüşler içerisinde mandaterliğin bir ilhak olmadığı, padişah ve halifenin korunacağı, Fransızların İslam’a saygılı olduğunu ve bütün İslam coğrafyasının İngilizlere bırakılmasının hem Fransızlar hem de İslam halifesi için doğru olmayacağını belirtmişlerdir.

 

Fransız mandaterliğini en çok savunan kişilerin başında Damat Ferit Paşa Hükümetinin Eğitim Bakanı Ali Kemal Bey ve Ahmet Rıza Bey gelmekteydi. Onlara göre; memleketin toprak bütünlüğü ve halkın en iyi şekilde eğitimini yalnız Fransızlar yapabilirdi.

 

İtalyan Mandaterliği

Mandaterlik görüşleri arasında en az ilgi ve taraftara sahip olan İtalyan mandaterliğiydi. İtalyan mandaterliğini savunanların başında; Moralı Halit Bey ve İstanbul’da Millet Meclisi’ndeki Arnavut milletvekilleri Şahin ve Ahmet Dino kardeşlerin kurduğu Türk-İtalyan Dostluk Cemiyetiydi. İtalyan mandaterliğinin esas amacı ise İzmir’de olası bir Yunan işgalini önlemek amacıyla İzmir’in İtalyan mandaterliğine geçmesi ve böylelikle de Yunanistan’ın olası bir İzmir ilhakının önüne geçileceği düşüncesiydi. Ancak İzmir’in işgali ve İtalyan’ın müttefikler arasında yaşadığı sorunlar sonucunda Ulusal Kurtuluş yanlılarını desteklemesi bu mandaterlik fikrinin ölü doğmasına neden olmuştur.

 

 

İngiliz Himayeciliği

Manda ve himaye taraftarı Türk entelijansiyası ve yöneticileri tarafından Amerikan mandaterliğinden sonra en çok benimsenen görüş İngiliz himayeciliğiydi. Bunun nedenleri ise şu şekilde özetlenebilir:

  • İngilizler medeni bir millet ve devlettir. İngiliz himayesi kabul edilirse, Türk milleti ve devleti de İngilizlerin yardımlarıyla medenileşebilir.
  • Müttefik devletler arasında hem siyasi hem askeri hem de ekonomik en güçlü devlet İngiltere idi. Osmanlılar İngiliz himayesini kabul ederse Mondros Antlaşmasının şartları yumuşatılır ve barış antlaşması İngiliz himayesindeki Türklerin lehine olabilir.
  • İngiltere daha önce Rusya’nın bölgede daha da güçlenmemesi için Osmanlı’yı korumuştur ve iki devlet arasında tarihsel önemli bir dış politika ilişkisi vardır. İngiliz himayesine geçilmesi halinde, İngilizler Osmanlı’nın topraklarını parçalama politikasından; Osmanlı’nın topraklarını koruma politikasına geçebilir. Yani Osmanlı’nın dış güvenlik sorunu ve toprak bütünlüğü İngiliz himayesinde düzelebilir.
  • Hilafet ve saltanatın korunması çok önemlidir. Bunun korunması hem Türkler hem de İngilizlerin Hindistan ve diğer Müslüman memleketlerdeki hâkimiyeti için kazan-kazan anlamına gelebilir.

 

Bu gerekçelerden dolayı bir kısım Türk aydın ve yöneticileri, İngiliz himayesinin mantıklı ve gerçekçi bir çözüm olarak görmüş ve savunmuşlardır. İngiliz himayesini savunan gazetelerin başında Alemdar gazetesi ve Sabah gazetesi yer almaktaydı. Fakat İngiliz himayesini isteyenler tek parça halinde değillerdi. Bir kısım aydın ve idareciler İngilizlerin ekonomik, askeri ve teknolojik yardımını isterken, bir kısım aydın ve idareciler de Milletler Cemiyeti’nin denetimine bağlı olmayan İngiliz himayesini talep etmişlerdir. Doğrudan İngiliz himayesini talep edenlerin başında Hürriyet ve İtilaf Partisi ve İstanbul Hükümeti gelmekteydi.

 

İngilizlerin Himaye Önerisi

İngilizler, 30 Mart 1919’da Damat Ferit Paşa Hükümetine bir işgal ve himaye önergesi sunmuşlardı. Önergeye göre; Osmanlı’nın 15 yıl bağımsızlığını ve güvenliğini koruma karşılığında, İngilizlerin istedikleri bölgeleri işgal izni verilecekti. Sonra, Doğu Anadolu’da İngilizlerin istediği şekilde bağımsız bir Ermenistan devleti oluşacaktı. Daha sonra Çanakkale ve İstanbul boğazlarının kontrolü İngilizlere devredilecekti. Ardından, 15 yıl süreliğine her vilayete bir İngiliz konsolosluğu açılacak ve bu konsolosluklar valiliklere müşavirlik edecekti. Son olarak, İngilizler hem başkent hem de illerde mali denetim yetkisine sahip olacaktı.

 

Sonuç olarak; İngiltere’nin barış konferansları sürecinde uzlaşılmaz tutumu ve ABD’nin Monroe Doktrine dönerek Avrupa siyasetinden çekilmesi, Türk aydın ve idarecileri arasındaki manda ve himaye yanlılarının argümanlarını zayıflatmıştır. Akabinde Anadolu’da başlayan Ulusal Kurtuluş hareketi giderek güçlenmiş ve Türk halkı çözümünü, işgalcilere karşı memleketini kurtarmak yönünde deklare etmiştir.

 

Yazımın ilk kısmı burada sona eriyor, gelecek ikinci kısmında ise Kongreler sürecinde önemli figür ve siyasi grupların manda-himayeye dair görüşlerini inceleyeceğim.

 

sezai berat ünal

 

[1] Lütfi Arslan, “Milli Mücadele Döneminde “Manda ve Himaye” Tartışmaları ve Mandacılık Yaklaşımları”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 64/2 (2019): 5.
[2] Hasan Türker, “İstanbul Basınında King-Crane Heyeti’nin Türkiye’deki Faaliyetleri ve Mandaterlik Tartışmaları (1919)” , Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi/Journal of Modern Turkish History Studies, 18 (2018): 209.
[3] Mine Sümer, “Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson’a Gönderdiği Bir Muhtıra”, Tarih Araştırmaları Dergisi, (4-5/1965): 237.
[4] Lütfi Arslan, “Milli Mücadele Döneminde “Manda ve Himaye” Tartışmaları ve Mandacılık Yaklaşımları”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 64/2 (2019): 2
Akalın, Selçuk. “Milli Mücadele Dönemi Türk Basınında Tarihsel Bir Tartışma: Manda Mı? Himaye Mi? Bağımsızlık Mı?”. Yüksek Lisans Tezi, Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2004.
Armaoğlu, Fahir. Türk Siyasi Tarihi. İstanbul: Kronik Yayınları, 2017.
Arslan, Lütfü. “Milli Mücadele Döneminde “Manda ve Himaye” Tartışmaları ve Mandacılık Yaklaşımları”. Atatürk Yolu Dergisi (2019 ): 1-38.
Atatürk, Gazi M. Kemal, “Atatürk’ün Bütün Eserleri (III)”. Haz., Ulusoydan Fikret. İstanbul: Kaynak Yayınları, 2003.
Atatürk, Gazi M. Kemal. Nutuk. Ankara: Kaynak Yayınları, 2015.
Aytepe, Oğuz. “Milli Mücadelede Manda Sorunu ve Mustafa Kemal’in Yaklaşımı”. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 24 (1999): 475-486.
Baykal, Bekir. Erzurum Kongresi ile ilgili Belgeler. Ankara: Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, 1969.
Demirel, Kenan. “Milli Mücadele Liderlerinin Anıları Işığında Manda ve Himaye”. Anasay Dergisi. 6 (2018): 39-62.
Gollaoğlu, Mahmut. Sivas Kongresi – Milli Mücadele Tarihi II. İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2017.
İğdemir Uluğ, Sivas Kongresi Tutanakları, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1986.
Karabekir, Kazım. İstiklal Harbimiz (I-II). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2020.
Karabekir, Kazım. Paşaların Kavgası. İstanbul: Truva Yayınları, 2019.
Kasalak, K. “Erzurum Kongresinin Yapıldığı Günlerde Manda ve Himaye Konusunda Komutanlar Arasında Yazışmalar ve Basında Tartışmalar”. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi 8 (1992 ): 397-408.
Kasalak, Kadir. “Sivas Kongresi Öncesinde Manda ve Himayenin Türk Basınında Tartışılması ve Komutanlar Arasında Yazışmalar”. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 3(10), 60-71.
Kasalak, Kadir. Milli Mücadele’de Manda ve Himaye Meselesi. Ankara: Genelkurmay Basımevi, 1993.
Kırzıoğlu, Fahrettin. Erzurum Kongresi. Ankara: Kültür Ofset Yayınları, 1993.
Orbay, Rauf. Cehennem Değirmeni (Siyasi Hatıratlarım). İstanbul: Emre Yayınları, 1993.
Sümer, Mine. “Wilson Prensipleri Cemiyetî’nin Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson’a Gönderdiği Bir Muhtıra” Tarih Araştırmaları Dergisi, (4-5/1965): 224-251.
Türker, Hasan. “İstanbul Basınında King-Crane Heyeti’nin Türkiye’deki Faaliyetleri ve Mandaterlik Tartışmaları (1919)”. Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 18 (2018): 187-219.

Inonu War in Its Centenary – Selçuk Ören