Bu teknikler dışında, gölge ve yansımaları kalıcı hale getirmek, insanoğlunun en büyük hayallerinden birisi olmuştur. Doğadaki bazı nesnelerin renk değiştirdiğini gözlemleyen insanoğlu zaman içerisinde ışığa duyarlı maddenin varlığı konusunda aşama kaydetmiştir. Doğadaki nesneler üç boyutlu olmasına karşın yüzey üzerinde oluşan izdüşüm(silüet) görüntüleri iki boyutludur.
Nesnenin görüntüsünün tıpkı insan gözünün algıladığı gibi detaylarıyla bir yüzey üzerine düşürülmesini sağlayan basit aygıta Camera Obscura(Karanlık Kutu) adı verilir. Camera Obscura adı Latincede “Karanlık Oda” anlamına gelmektedir. İngiliz dilinde iğne deliği(pinhole) olarak da bilinir. Dört tarafı kapalı karanlık bir odanın bir duvarının tam ortasına bir delik açıldığında, delikten içeri giren güneş ışığı deliğin tam karşısındaki duvara ters olarak yansır.
Tarihsel süreçte yaşamış Mo Ti (M.Ö. V. yüzyıl ). Aristoteles, İbnü’l Heysem, Leonardo da Vinci ve birçok bilim insanı bu aygıtın çalışma prensibi üzerinde araştırmalar yapmıştır. Karanlık kutu üzerindeki deliğin önüne konulan mercek ile elde edilen görüntünün kalitesini arttırmıştır. Cabir İbn Hayyan, gümüş nitratın güneşin etkisi ile renk değiştirdiğini gözlemleyen kişi olmuştur.
Işığa duyarlaştırılmış bir yüzey üzerinde fotoğrafla bir görüntü elde ederek onu sabitlemeyi başaran kişi Fransız Joseph Nicephore Niepce(1765-1833) olarak tarih sayfalarında yerini almıştır. Fotoğrafın keşfine esas teşkil eden Helyografi tekniği Yunanca güneş çizimi anlamına gelmektedir. Bu teknikle, ışığa duyarlı bir madde ve karanlık kutu kullanılarak güneş ışığı altında sekiz saat pozlandırma sonucu görüntü elde edilmiştir.
Duyarlı madde olarak yahuda bitümü(yer sakızı da denen bir tür zift ) kullanmıştır. Elde edilen görüntü pozitiftir. Bu fotoğrafın keşfidir ve bu onur J.N.Niepce’ye aittir. 1826 yılında kaydedilen ve “La Gras’da Pencereden Görünüm” adıyla tanınan helyografi levhası halen ABD’nin Austin şehrinde bulunan Humanities Research Center’da sergilenmektedir.
1839 tarihinde Niepce ile ortaklığa giren Mandir Daguerre(1787-1851) merceklerin kullanımına daha önem vererek ışıklandırma süresini 3 dakikaya indirdi. “Daguerreotype” adını verdiği buluşunu 19 Ağustos 1839 tarihinde duyurmuş oldu. Bu teknikle ışığa duyarlı yüzey üzerine düşürülen optik görüntü yüzey üzerinde kalıcı hale getirilmiştir. Elde edinilen görüntü pozitif özelliktedir.
Daguerrre’ye ait 1833 ya da 1839 yıllarında çekildiği düşünülen “Tapınak Bulvarından Görünüm”(Paris) adlı fotoğraf, insan görüntüsü içeren ilk fotoğrafı olmakla birlikte çekim süresi 10 dakikadan fazla olduğundan yolda hareket halindeki araçlar ve kaldırımdaki yürüyen insanlar yansımamış ancak ayakkabı boyacısı ve ayakkabısını boyatan insan, fotoğrafın sol alt köşesinde yerini almıştır.
Daguerre’nin yönteminin yaygınlaşması ile bu yöntem portre alanında büyük bir ticari başarı yakalamış, ülke ve kıta sınırlarını hızla aşmıştır. Londra’da stüdyo sayısı 1851’de 12 tane iken bu sayı, 1860 yılında 200 civarına ulaşmıştır. New York’ta ise 1853 yılında üç milyonun üzerinde stüdyo mevcuttu. Portre resim geleneği büyük ölçüde yerini portre fotoğrafçılığına bırakmıştır.
Daguerre ile aynı tarihlerde çalışmalarını sürdüren İngiliz William Henry Fox Talbot, görüntü elde etmekte ilk defa negatif fotoğraf tekniğini ortaya çıkararak aynı görüntünün birden çok baskısının yapılmasını sağlamıştır. İcat ettiği sisteme eski Yunanca “Calos” (güzel)dan gelen Calotype (kalotip) adını vermiştir. Kalotip tekniği ile birlikte içinde fotoğrafların yer aldığı kitapların basılması mümkün olmuş ve Talbot tarafından yayınlanan “Doğanın Kalemi (1844-1846 The Pencil of Natura)” adlı kitap bu alanda bir ilk olarak tarihe geçmiştir.
Julia Margaret Cameron 1860 yılında, 48. yaş gününde kızının kendisine hediye ettiği fotoğraf makinesiyle tesadüf eseri fotoğrafçılığa başlamıştır. Yaşadığı evin bir bölümünü stüdyo olarak kullanan Cameron kendine özel üslubu ile usta bir portre sanatçısı olmuştur. Gerçeğin doğrudan temsili yerine netsiz odaklamaları tercih etmiş ve oluşturduğu üslubuyla etkileyici fotoğraflara imzasını atmıştır. Cameron portrelerinde genel olarak karanlık bir fon tercih ediyor, verdirdiği zarif duruşlarla yüzleri şiirsel bir güzellikle aydınlatıyordu.
Cameron’un fotoğraflarda kullandığı modellerin çoğu kendi yakın çevresindeki insanlardan oluşmaktaydı. Ayrıca aralarında evrim teorisi ile tanınan Charles Darwin’in de bulunduğu birçok ünlünün portrelerini çekti.
20. yüzyılın başlarına ulaşıldığında fotoğraf teknolojisi belli standartlara kavuşmuştu. Kodak firmasının kurucusu George Eastman, modern fotoğrafçılığın başlangıcını işaret eden saydam selüloid tabanlı rulo filmi geliştirmiştir. 35 mm film ile fotoğraf çekilmesine olanak veren bu makine hepimizin bildiği LEICA’dır. Bu şekilde an yakalanabiliyor, matbaalarda çoğaltılabiliyor yaygınlaştırılıyor olması, beraberinde haber fotoğrafçılığını doğurmuştur.
Fotojurnalizmin babası Henri Cartler-Breson’dur. Breson, fotoğrafın “an yakalama” gücünü fark ederek bu alana yöneldi ve savaştan yorgun düşmüş Avrupa’nın toplumsal değişimini unutulmaz karelerle kaydederek daha sonraları Robert Capa(1913-1954), David Seymour(1911-1956) ve George Rodger (1908-1995) ile birlikte dünyanın en etkili belgesel fotoğrafçılarını bir araya getirdiği” MAGNUM PHOTOS” fotoğraf ajansını kurdu(1974).
Fotoğrafın gelişim süreci olan 18. yüzyılın ortalarına doğru Osmanlı İmparatorluğu’nu yöneten II. Abdulhamit, oluşturduğu okul ve kurumlar aracılığı ile Amerika ve Avrupa’da bulunan önemli büyük şehirlerin fotoğraflarını kaydettirmiş, ülkede görev yapan büyükelçiler için imparatorluk sınırlarında çekilmiş fotoğraflardan yapılmış albümler hazırlatmıştır.
29 Ekim 1923 tarihinde cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte kültürel sanatsal anlamda geniş perspektifte çalışmalar da başlamış oldu. Fotoğraf eğitimi, Almanya’da eğitim görmüş Şinasi BARUTÇU’nun 1932 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü’nde yazı, grafik sanatları, fotoğraf öğretmeni olmasıyla başlamış oldu. 1957-1958 ders yılında, şimdiki adı Marmara Üniversitesi Güzel Sanatları Fakültesi olan Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda Vehbi YAZGAN tarafından da okutulmaya başlamıştır. 1960 sonrası fotoğraf dernekleri ve federasyon çalışmaları hız kazanmış, bir bakıma sivilleşmiştir.
IFSAK(İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği) 29 Kasım 1959 tarihinde kurulmuş ve sonrasında birçok dernekle birlikte Türkiye’de ilk defa bir sanat dalına ait federasyon olan TFSF (Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu)’nin kurucu derneklerinden birisi olarak yerini almıştır.
6 Eylül 1996 tarihinde Balıkesir ilimizde, Altuğ OYMAK önderliğinde “Fotoğraf Makineleri ve Malzemeleri” müzesi açılmıştır. Fotoğraf sanatı, gelişen teknolojiye paralel olarak günümüzde ilgi odağı olmaya devam etmektedir.
ayfer erdoğan
Dijital dünya ile her an elimizde bulunan kameralar aracılığıyla çektiğimiz binlerce fotoğrafın geçmişini harika bir metin ile okumuş olduk. Hocamızın yeni yazılarını bekliyoruz. Emeğine sağlık 😊
Bir fotoğraf tutkunu olarak tarihsel süreci birçok kaynaktan okumama rağmen, yeni şeyler öğrendiğim ve diliyle de süreci kronolojik olarak çok doğru kullanan şahane bir metin olmuş Ayfer. Birkaç tane metne dair eklemek istediğim şey var, bunları seninle paylaşmak isterim. “New York’ta ise 1853 yılında üç milyonun üzerinde stüdyo mevcuttu.” bu sayının doğruluğundan emin değilim çünkü hali hazırda şu anki nüfus 8.6 milyon, kontrol edilmesinde fayda var. Diğer bir konu ise Ahmet Hamdi Tanpınar Müze Kütüphanesi’nde her gittiğimde açıp karıştırdığım, II. Abdülhamid’in Dünya şehirlerin fotoğraflarından oluşan kitabıdır. İlk zamanlar gerçekten padişahın kalkıp buraları gittiği düşündüm ama sonrasında bu görüş tabii ki saçma geldi ve fotoğrafları karıştırmayı bırakıp okudum ve senin de ifade ettiğin şekilde albümün hazırlandığını öğrenmiştim. Tekrardan bu güzel tarihsel anlatı için teşekkürler, yeni içeriklerini heyecanla bekliyor olacağım.
fotoğrafla ilgili hızlı ve keyifli bir yolculuk olmuş. hareketli objelerden dolayı sokalarin boş göründüğü fotoğraf ise benim için ilginçti. görsel olarak yer alması güzel olmuş. teşekkürler