Gri bir zihinde artık her anın rengi kırmızı olduğunda siz ne yapardınız? Renkler ile yazılan bir hikaye ve kelimeler ile çizilen bir resim.
Bütün cumartesiler kırmızıdır, saflığın cinayetinde, aşkın vahşetinde ve intiharın eşliğinde. Ruh varlıktan, düşünceler sessizlikten korkar. Aşk aldatılmaktan, bedenimiz varoluşumuzdan korkar. Kırmızıdır intiharın tonu, acıdır bir tebessümün yokluğu. Bütün biranın iki yudumu, gökyüzünün parçalı bulutu gibiydi o akşam. Sarhoş olanların haliydi bu. Olacağı belirsiz, olması imkansız olan metaforlar dahilinde bir akşamdı. Hali hatır bir müşteri, girdi içeriden ve kırmızıyı sordu? Soru cümlesi içerisinde, soru barındırmayan bir cümleden oluşuyordu, kurduğu cümle.
Kırmızı belirsizliğin, acı tonunun rengiydi o akşam. Masada oturduğunda önünde biranın markasında kırmızı yazıyordu. Döndü başka bir renk barındıran farklı bir bira istedi. Garson, “Yalnızca renk körü olmayanlara farklı renkte bira verebiliyoruz” dedi. Bu durumu fark ettikten sonra dudaklarına yapışan sigarasını önünde duran küllüğe bastırdı. Daha sonra içinden “Hep böyledir, bütün kırmızılar unutulur. Sadece renk körleri kırmızıyı hatırlar” dedi. Bilmediği ve tanıyamadığı bir rengi bir insan nasıl hatırlayabilirdi? Acayipti.
Yalnızlığımız sokak çocuklarının adlarını bilmememiz kadar acı verirdi insanoğluna. Bir sokak köpeği bile sokak çocuğundan daha değerli olan bu dünya içerisinde, insanın kendisini sorgulaması gerekirdi. Izgara partilerinden artık olarak kalan kemiklerin verilerek beslendiği, kimi çocuğun “Anne eve götürelim mi?” sorusunun nesnesiydi sokak köpekleri. Oysa bir insan evladı sokak köpeği kadar değerli olamıyordu kimi zaman. İnsanoğlu affedilebilir varlık mıydı? Yoksa hatalarından ders çıkaramadığında kovulabilen bir varlık mı? Felsefe insanoğlunu anlatırken, hatalarından ders çıkarabilen varlıklar olarak tanımlar. Oysa kırmızı hatalarından ders almak istemiyordu. Hatalar insana tecrübe katardı. Ama bir o kadar da vicdansızlaştırırdı. Vicdansızlaşmak, hatalarımızdan ders çıkarmaktan daha mı iyiydi? Daha mı kötüydü?
O gece, Neşet Ertaş türküsü dinleyerek uyuyakaldı. Uykuya dalmadan önce tüm sözleri kulaklarından geçirerek, beynine giden kanallarda, kelime süzgeçlerinden geçirdi. Türkünün sözleri ona unutamadığı gerçekleri hatırlattı. Gözünü kapatmadan önce de “Unutamadığımız gerçekler ancak Neşet Ertaş dinleyerek anlaşılabilirdi” cümlesini hatırladı. Bu cümlenin aklına nereden düştüğü hakkında bir fikri yoktu. Belki de uyku öncesi izlediği bir belgeselden aklında kalmıştı. Belgeselde rem üzerine birkaç safsatadan bahsediliyordu… Gözlerini kapadı…
Bilmediği, tanımadığı evlerde uyanmaya alışık bir pozisyonda uyandığını hatırladı. Yastığının kenarında ve boynunda dün geceden kalma bir ruj lekesi vardı. Geceden kalma kırmızı renkte viskisini yudumladı, yanında tanımadığı ama tüm akıbetini belirleyen o kadın vardı. Bütün kadınlar hayatında yara açmıştı. Tüm yaraların rengi kırmızıydı. Ama ilk defa bir kadının açtığı rengin sarı olduğunu fark etti. Belki de bu yüzden yanında yatan kadın onu terk etmemişti. Terk eden tüm kadınlar susardı onun gözünde. O ise sadece yazarak tüm kadınlara elveda derdi… Aklından geçen son cümleyi bir yerlerde okuduğunu hatırladı. Not defterine baktı. Hatırladığı cümlenin altında akıbetini belirleyecek o insanın imzasını gördü. İmzanın altında, “Bu sayfalar ince, kalbim taşımıyor artık” yazıyordu.
Geçmiş tozlu sayfaları silmek kadar boğucu bir eylemdi. Ciğerlerinden alamadığı nefesleri, Maltepe sigarasıyla daha da boğucu hale getiriyordu. Doktorun söylediğine göre dört yıl daha sigara içerse, sigaradan ciğerlerini bir öksürme sırasında eline alabilirdi. Keşke tüm metaforlar tıpçıların sözleri kadar keskin olsaydı. Kitaplarda yazan tıp, hukuk ve kaideler hayat terazisinde bir ölçü birimi olarak belirlenemezdi. Doktora, “Kırmızının ömrü ne kadar?” diye sordu. Doktor felsefe romanından çıkmış bir karakter edasında ona, “Kırmızının ömrü, belirsiz mezar taşları arasında en uzun olanıdır.” dedi.
Zaman, mekan ve hız ekseninde caddelerde rüzgarı kucaklayarak yürüyordu. Kafasını kaldırdığında bir mezar taşının önüne geldiğini fark etti. Fark ettiği şey sadece bir mezar taşı değildi. Mezar taşları üzerinde ilk dikkatini çeken, kırmızı renkte gül desenleriydi. Boyalar o kadar ucuz bir maldı ki. Soğuğa ve tinerci çocukların darbelerine dayanamamış silikleşmişti. Tekrar düşündü… Kırmızı gerçekten de ucuz bir renkti. Fahişe kadınların ruj markalarının adi oluşundan tut da mezar taşları üzerindeki gül desenleri için kullanılan boyaya kadar ucuzdu. Dudaklarının kenarına yapışan sigarasını, önünde duran mezarın mermerlerine silkti, sonra gökyüzüne baktı. Bulutlar, yağan yağmur sonrasında kırmızı bir hale dönmüştü.
Kapak Görseli: GOSTI
Yazarın kalemine sağlık. Yine çok başarılı bir eser. Edebiyat işçiliğinde her geçen gün yol katediyor. Kaleminin keskin, yolunun açık olmasını dilerim.
Ruj (rubeus, latin > rouge, fr) : kırmızı, kırmızımsı.
“ Yastığının kenarında ve boynunda dün geceden kalma bir ruj lekesi vardı.”
(…)
“Tüm yaraların rengi kırmızıydı.”