Kissinger’ın perspektifinden diplomasi sanatına bir bakış.


 

Henry Kissinger’ın ‘Diplomasi’ kitabı, uluslararası ilişkiler alanında önemli bir eser olarak kabul edilir. Kissinger, kitabında diplomasi tarihini ve stratejilerini ustaca bir üslup ve derinlemesine analizlerle sunar. Bu denemede, kitabın ilk bölümlerinin ana temaları ve Kissinger’ın analizleri incelenecektir. Bu kitabı uluslararası ilişkilerle ilgili teknik bir kitap olarak sınırlamak haksızlık olacaktır. Siyasetteki en hassas ve en fazla güç birikiminin olduğu alan olan diplomasinin tarihi üzerine odaklanmış bir siyaset tarihi kitabı olarak tanımlamak daha adil olabilir. Kissinger, ‘Diplomasi’ kitabında okuyucuyu içine çeken ustaca bir üslup ve içerik kullanmıştır. Bu şekilde kendi fikirlerini aklın işletilmesiyle varılacak ortak kararlar gibi hissettirmeyi amaçlar.

 

Peki, bu kitap hangi maksatla okunabilir? Genel geçer, jenerik bilgilerin ötesinde tarihteki olay ve olguların altında yatan ince detayların, önemsiz gibi gözükse de yaptıklarıyla kaldıraç noktası yaratanların ve bunu nasıl yaptıklarının, nedenlerin etkilediği ve etkilendiği koşulların öğrenilmesi niyetiyle okunabilir. Daha kısa ifade edecek olursak, temel hedef ister keyfi bir merak ister siyaset üzerine bir bilgelik kazanmak olsun, sebepleri, süreçleri ve sonuçları uyum içinde kavramakta kilit yeti olan kişisel sağduyunuzu geliştirme niyetine sahipseniz kitap ilginizi çekecektir.

 

18. ve 19. yüzyılların dönüm noktaları üzerine derinlemesine analizler barındıran bu kitap, 20. yüzyılın en etkin iki olayı olan dünya savaşlarının öncesindeki ve sonrasındaki uluslararası ilişkileri içine çeken bir ilgi uyandırarak okuyucuya aktarır. İyi bir hikâye anlatıcı hikâyesini genellikle karşıtlıklar üzerinden kurgulayıp ilgi çekici hale getirmekle ilgilenir. Kissinger kitabında birbirine zıt görünen manevralarda bulunmuş aynı dönemden insanları ele alarak iyi bir yapı oluşturmuştur.

 

Kitap, geçmişten günümüze uzanan diplomasi tarihine geniş bir fotoğraf çekip o fotoğrafın vurucu detayları üzerine bir inceleme ile başlar. Amerika ile Avrupa’nın diplomasi anlayışlarını şekillendiren olayları inceler. Soğuk Savaş sonrası uluslararası düzenin geleceği üzerine analizler yapar. Sonrasında ise Amerikan tarihinde uygulama açısından birbirine aykırı gibi gözüken 2 adamı: Theodore Roosevelt ve Woodrow Wilson’u ele alarak devam eder. Roosevelt’in ve Wilson’un dış politikalarını uygularken sahip oldukları motivasyonlar üzerine incelikli analizler barındırır. 

 

Takip eden bölümler, Avrupa tarihinin önemli isimlerinden Kardinal Richelieu’nun o güne kadar temeli evrensel laik bir imparatorun ve evrensel Katolik Kilise’nin kadim olacak egemenliğinin sağlanması amacıyla birlik yolunda çabalayan Habsburgların, Fransa’nın varlığına yönelik tehdidine yanıt olarak ortaya attığı yepyeni bir görüşü, yani ‘raison d’état’ (ulusal çıkar) ve yarattığı etkileri ele alarak devam eder.

 

Aslında ulusal çıkar kavramının devlet kavramının ortaya çıkması ve karşısında rakip bir devlet belirmesinden bu yana var olduğu iddia edilebilir. Ancak zamanla, dünyada büyük kitleleri etki altına alan güçlü inanç sistemleriyle birlikte evrensel kilise ve evrensel krallık gibi yeni yaklaşım tarzlarının doğuşundan dolayı önemini yitirmiştir. Herkesçe bilhassa dini gerekçelerle aykırı bulunduğu için uygulanamaz gibi görülen bir yaklaşımın yeniden uygulanması, Richelieu ve çağdaşları için devrimci bir yaklaşımdır ve sonuçları da devrimci olacaktır.

 

Richelieu, Katolik bir kardinal olmasına rağmen, Katolik Kutsal Roma İmparatorluğu’nun güçlenmesinin Fransa’nın aleyhine olacağı görüşüyle, Kutsal Roma İmparatorluğu ile savaşan Protestan Alman Prensliklerini önce maddi olarak, daha sonra Fransa’yı savaşa dâhil ederek bilfiil desteklemiştir. Bu anlayışı, aynı mezhebe mensup dindaşları tarafından sert bir şekilde eleştirilmiştir. Ancak Richelieu’ye göre bir bireyin ahlak anlayışları ile devletin yönetilmesinde başvurulan ahlak anlayışları birbirinden farklıdır. Ona göre insan ölümsüzdür ve kurtuluşu öbür dünyadadır. Devlet ise ölümsüz değildir ve onun kurtuluşu ya şimdi sağlanır ya da hiçbir zaman.

 

Richelieu ile tekrar diplomaside egemen yöntem olan ulusal çıkar kavramı ile kuvvetlerin serbest bırakılması ve dengeleyici hiçbir ilkenin olmaması Avrupa’ya büyük bir yıkım getiren 30 Yıl Savaşları’nın sebebi oldu. Almanya’nın ulusal birliğini neredeyse iki yüzyıl geciktiren ve Orta Avrupa’ya dehşet verici bir yıkımı getiren 30 Yıl Savaşları, Kardinal Richelieu’nun stratejisi sayesinde Fransa’nın savaş öncesinde son derece tehlikede olan konumunu Avrupa’nın en büyük karasal gücüne ve en nüfuzlu devletine dönüştürmüştü.

 

Vestfalya Antlaşması ile sona eren 30 Yıl Savaşları’nı takip eden on yıllar, salt güç dengesi üzerine kurulu diplomasi anlayışının ne gibi yıkımlar getirebileceğinin işaret fişeğiydi denebilir. Vestfalya sonrasında, raison d’état politikasını Fransızlar haricindeki yöneticilerin uygulamaya başlamasıyla herhangi bir devletin baskın güç olsa dahi egemen güç olmasına engel olması için diğer ülkelerce koalisyonlar kurulmuştur. XIV. Louis döneminde Fransa’nın genişleme politikasının karşısına koalisyonlarla çıkılması, henüz bitmiş denilebilecek savaşların akabinde eski müttefiklerin düşman, eski rakiplerin müttefik olduğu bir döneme ilham veren bir görüş olmuştur.

 

Güç dengesi kırılgan bir yapıya sahiptir çünkü güce değer biçmek son derece zor bir iştir. Dolayısıyla güç, zaman zaman yapılan savaşlar aracılığıyla sınanarak kestirilir. Görkemli Devrim ile Britanya Kralı olan Oranjlı William, kıta Avrupası’nda Fransa’nın Belçika ve Hollanda limanlarını ele geçirmesine engel olmak amacıyla ülkesini çeşitli koalisyonlara sokmuştur. Bu stratejinin altında yatan motivasyon Britanya adasının işgalini sağlayacak limanların ve tersanelerin Fransızların eline geçmesini önlemek idi. Oranjlı William’ın ülkesini zayıf koalisyonlardan yana olacak şekilde denge unsuru olarak kullanması ve bunun Avrupa’daki güç dengesinin tesisi konusunda ülkesinin dış politikasının mihenk taşına dönüşmesi, dönemin en kayda değer olaylarındandır. Oranjlı William’ın mirası yüzyıllar boyunca yaşayacaktır. Bu aynı zamanda, ortak ahlaki ilkelerin olmadığı uluslararası ilişkilerin temel dinamiğinin tümüyle güç dengesi üzerine yükseleceği anlamına gelmektedir. O dönemlerde güç dengesi üzerine yapılan iyimser yorumlar, Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan tarihin en çarpıcı isimlerinden birisi sayesinde sınanmıştır.

 

Tarihin en kayda değer figürlerinden olan Napolyon’un liderliğindeki Fransa, 1805-1815 arasında Avrupa’yı sil baştan tasarladı. Yeni krallıklar kuruldu, kadim imparatorluklar çöktü, muazzam zaferler ve büyük mağlubiyetler yaşandı. Bu dönemde, anlatılmaya değer birçok hikâye doğdu ve Avrupa’daki siyasi dengeler alt üst oldu. Napolyon’un Waterloo’daki mutlak yenilgisinden önce, çalkantılı geçen Viyana’daki barış görüşmeleri, Napolyon’un Elbe’deki sürgününden kaçıp Fransa’yı yeniden barışa tehdit unsuru haline getirmesiyle önemli bir hale geldi. Bu durum, fikir ayrılıklarının aşılması gerektiğinin fark edilmesine yol açtı ve Waterloo’da alınan mutlak galibiyetle dönülen barış görüşmeleri, benzer bir durumun tekrardan yaşanmaması için bazı neticelere ulaştı. Bu neticeler, devlet bütünlüğünün korunması (ki bu, Fransız Devrimi’nin yol açabileceği iç isyanları bastırmak için bir diğer devletin isyan çıkmış devlete yardım amacıyla müdahalesini sağlamak anlamına geliyordu), çatışmaların büyümeden çözümlenmesi ve çözümlerin savaşlar yoluyla değil, düzenli kongreler yoluyla yapılmasını sağlamayı içeriyordu.

 

Viyana Kongresi, büyük ölçüde Avusturya Dışişleri Bakanı Metternich’in jeopolitik motivasyonları ve İngiliz Başbakanı William Pitt’in eseri olarak ortaya çıkmıştır. Bu sistem, ufak çatışmalar ve Kırım Savaşı hariç tutulursa, o güne kadarki Avrupa tarihindeki en uzun barış dönemini yaratmıştır. Viyana Kongresi’nin özündeki başarı, tarafları sadece güç ve jeopolitik hesaplar üzerinden değil, aynı zamanda ortak değerler üzerindeki bir uzlaşma ile dengeye oturtmasından ileri gelmektedir. Avusturya, Prusya ve Rusya’dan oluşan Kutsal İttifak, muhafazakâr devletleri bir araya getirmiş ve Fransız Devrimi’nin etkilerini azaltmak için ortak bir misyon duygusu yüklemiştir.

 

İki ayrı sistemden çıkarılacak dersler vardır. İlk olarak, Vestfalya Anlaşması ile salt güç dengesi üzerine kurulu işleyen sistem Avrupa’yı sürekli savaşların yaşandığı bir alana çevirmişti. İkincisi ise Viyana Kongresi, hem güç dengesinin sağlandığı, hem adalet duygularının tesis edildiği, hem de ortak değerler üzerine yükseldiği için barışın kurulup sürdürülmesi yönünde etkili olmuştur. Kissinger (1994) bu olayları anlattığı bölümün sonunda çarpıcı bir tespitte bulunmuştur: Güç dengesi, uluslararası düzeni yıkma kapasitesini sınırlar; ortak değerler üzerindeki mutabakat ise, uluslararası düzeni yıkma arzusunu sınırlar.

 

Elbette, her uluslararası sistemin bir ömrü vardır ve sistemler memnuniyetsiz tarafların eylemleri ile aşınarak nihayetinde çözülür. 19. yüzyılın ikinci yarısında, Viyana Kongresi’nden hazzetmeyen iki adam ortaya çıkmıştı: Otto von Bismarck ve III. Napolyon.

 

III. Napolyon, Viyana Kongresi’nin özünde Fransa’yı sınırlamak için yapılmasından duyduğu rahatsızlıkla sistemi yıpratıp Fransa’nın yalnızlığını aşmak için sayısız, ancak basiretten yoksun birçok maceraya girişti. Bismarck ise Kutsal İttifak’ın Prusya’nın Almanya üzerindeki egemenliğini Avusturya ile paylaşmasına ve dolayısıyla Prusya’nın gücünü sınırlamasından hazzetmiyordu. Napolyon’un sağduyudan yoksun maceraperestliği, Bismarck’ın duygudan yoksun ulusal çıkar peşindeki soğukkanlılığı ile birleşti. Böylece Avrupa, yeniden ortak değerlerin değil, salt güç dengesinin üzerine yükselen uluslararası sistemin egemen olduğu bir alana dönüştü. Raison d’etat, Realpolitik ismiyle yeniden can bulmuştu.

 

Viyana Kongresi’ni altüst eden bu iki adamın ülkelerine olan etkileri çarpıcıdır. Bismarck, Avusturya’yı dışarıda bırakarak bir Alman birliğini Kan ve Demir politikasıyla sağlamış ve Prusya Kralı’nın, ironiktir ki, Paris’teki Versay Sarayı’ndaki Aynalar Salonu’nda Alman İmparatoru olarak taç giymesini sağlamıştır. III. Napolyon ise yalnızlıktan kurtarmak istediği ülkesini basiretsiz adımlarla önce daha derin bir yalnızlığa, sonrasında ise özgüvensizliğe sürükleyen maceralara atmıştır. Kissinger’ın analizine göre:

III.Napolyon’un trajedisi, hırslarının onun kapasitesini aşmış olmasıydı; Bismarck’ın trajedisi ise onun kapasitesinin, toplumunun bunu özümseme yeteneğini aşmasıydı. III.Napolyon’un Fransa’ya mirası stratejik bir felçti; Bismarck ise Almanya’ya özümsenemez bir büyüklük miras bırakmıştı.

 

Kitabın 19. yüzyılı ele alan kısmı, kendi adıma, okuması en zevkli ve en doyurucu kısmıydı. Bu kısımda o döneme dair gizli kalan bir şeyin olmaması ya da yazarın o dönemde yer almamasından dolayı detayların yazar tarafından gizlenmesi için bir gerekçenin olmaması analizlerin güçlü ve berrak olmasını sağlamıştır. Kitabın üslubu, tumturaklı cümlelerin olmaması, son derece açık ve akıcı cümlelerle olayları yeterli uzunlukta ve öz bir şekilde, diplomasi ile ilgilenmeyenlerin dahi ilgisini çekecek şekilde kurgulanması açısından kayda değerdir.

 

Kitabın diplomasi ve tarihe dair sıfır bilgiyle dahi okunmaya başlasa bunların eksikliğini hissettirmeden okuyucuyu yeni bilgilerle buluşturan bir yapısı vardır. Dünden bugüne devletlerin ilişkilerin kökenlerini ve devlet adamlarına ilham veren olayları anlamak ve üzerine kafa yormak gibi merakınız varsa bu kitap ilgilerinize hitap edecektir.

 

Öte yandan bir dönem ABD Dışişleri’ni yönetmiş ve doğrultusuna yeni bir yön tayin etmiş adamın bilgileri sunma şeklinden öte bilgileri birleştirme şekli de önemlidir. Bağlamları kurarken nasıl bir yol izlediğine yönelik eleştirel bir bakış şarttır çünkü bağlamlar kişisel çıkarımlardır ve özlerinde genellikle kişinin kendini gerekçelendirme niyetini veya kendini mazur göstererek başkalarının onu eleştirme hakkını ellerinden alma niyeti taşır. Dolayısıyla hangi kitap ve yazar olursa olsun içeriği oluşturan yapılar incelikli ve dikkatli bakış açılarıyla incelenmelidir.

 

Bu denemede kitabın Kissinger’ın ABD Dışişleri Bakanı olduğu dönemlerin incelemelerinin bulunduğu bölümlerine değinilmemiştir ve kitabın ilk birkaç bölümü üzerinden yazarın geçmişi analiz etme kapasitesinin çıktıları ele alınmıştır.

 

 

umut emre arayan

 

 

Kissinger, Henry Alfred (2022), Diplomasi, Panama Yayıncılık 

Edouard Louis Dubufe, The Congress of Paris, 1857
Resim, Kırım Savaşı’nı sona erdiren Paris Kongresi’nde müttefik kuvvetler olan Türkiye, Fransa ve Birleşik Krallık delegelerini betimliyor.