Suç ve cezanın gölgesinde, düşünülemez olanı düşünmeye cüret eden bir deneme.


 

Bağışlama, olduğu haliyle her türlü karşılıktan kendini muaf tutmak zorunda değil midir? En azından bu karşılıklar olmaksızın da kendi imkanını içinde barındırması gerekmez mi? Ancak böyle var edebilmelidir kendisini. “Tam da Vladimir Jankelevitch’in Le Pardon başlıklı eserinde gayet yerinde olarak hatırlattığı gibi, bir günahın, suçun bağışlanması ceza mantığına bir meydan okumadır.

 

Fakat bu veciz cümlenin anlamını sindirebilmek için, onu açmak zorundayız. Evet, bağışlama ceza mantığına bir meydan okuma olabilir. Fakat ceza kavramının (cezanın değil) var olması bağışlamanın imkanını ortaya koyan şeyin ta kendisi değil midir? Birinin cezalandırılabilir ya da cezalandırılamaz oluşunu, zaten dilin ceza kelimesiyle onu konumlandırması sayesinde işaret edebiliyoruz. Bu sayede ceza kavramını bağışlamanın yolunu açan, bağışlamayı ise ceza kavramının yoluna çıkan, yolunu kesen olarak düşünebiliriz. Fakat ceza da ancak ikinci dereceden bir atıf olarak söylenebilir. Ceza kelimesine denk düşmesi beklenen eylem, önkoşul olarak suçu ya da günahı içermelidir.

 

Şimdi (elimizde bir suç ve onu konumlandıran bir mefhum olarak ceza varken) bağışlama, adeta kendi kuvvetini gösterircesine, affedilmesi gereken suçu, cezanın hükümranlığından çıkarıp kendi safına alabilir. Burada (ceza ve bağışlama arasındaki bitimsiz kavgada) fark şudur: Ceza hukuku, eylemi ya da kişiyi cezalandırılabilir kılmak için suça, suçu affetmek içinse kefaret ya da af dileme zorunluluğuna ihtiyaç duyar ve bunu şart koşar. Oysa varoluş bağışlamanın şartı olamaz. Onun adı (en azından Derrida’nın ve bizim anladığımız biçimde) bağışlama olmaz. Olsa olsa bağışlanma olur. Ve bu durumda kimin, kime, neyi bağışladığı, dolayısıyla bağışlayan ve bağışlanan birbirine karışır. Böylelikle ya ortada bağışlanacak kimse kalmaz ya da bağışlamanın kendisi. Fakat bağışlama, bağışlamak için karşı taraftan bir şey talep etmese de kendini var edebilmek için bazı şeyleri yerine getirmesi gerekebilir. Bir koşul olarak değil, kendini gerçekleştirmenin merhalesi olarak.

 

Burada neyi işaret etmediğimi anlatmak, neyi işaret ettiğimi anlatmaktan daha sağlıklı olacak. Şöyle söylüyor Nietzsche: “Ve, misilleme görmeyen zayıflık “iyiliğe”, kaygılı alçaklık “alçak gönüllülüğe”, nefret edilenleri boyunduruk altına almak “boyun eğmeye”, (yani, bu boyunduruğu buyurduğunu söyledikleri kişiye; Tanrı diyorlar ona) dönüşüyor. Zayıfın saldırmazlığı, hatta, onda bol bol bulunan korkaklığı, kapı eşiğinde duruşu, kaçınılmaz beklemek zorunda oluşu, burada olumlu adlar alıyor, “sabır” gibi; hatta “erdem” de deniyor onlara; intikam almaya gücünün yetmeyişine intikam alma isteksizliği, belki de affetme deniyor…

 

İntikam almanın, bağışlama düşüncesiyle taban tabana zıt olduğu aşikardır. Lakin bu, onların alakasız ve birbirinden yalıtılmış olduğu anlamına gelmemeli. Bağışlama, cezalandırmanın ve intikamın olmadığı yerde ortaya çıkan bir şey değildir. O, ancak “rağmen” oluşacaktır: Cezalandırmaya rağmen, intikama rağmen, hınca ve kine rağmen. Affetme (ya da bağışlama) içinde affetmeme potansiyelini taşıyarak mümkündür. Bahsettiğim merhale budur. Ve doğrudur Jankelevitch’in söylediği: “…suçun bağışlanması ceza mantığına bir meydan okumadır.

 

Bu sebeple Nietzsche’nin tarifinin adı affetme olamaz. “İntikam almaya isteksizlik” ancak bağışlamaktan kaçıştır. İçinde affetmeme gücünü bulundurmayan bir durumdur. Haliyle bağışlamaktan yoksundur. “Peki nedir o halde bağışlama? Kin beslemeye son vermektir ve gerçekten de, bağışlamanın tarifi budur: Haklı görülen hıncın, kinin, kızgınlığın, intikam ya da cezalandırma arzusunun üzerinde zafer kazanan erdemdir.” Sponville, bu tanımla beraber, durumun zorluğunu göz ardı etmeksizin bağışlamayı bir erdem olarak kabul ederek onun olanağına işaret eder.

 

Bağışlamanın olanaksızlığı hususunda yapılan iki önemli vurgudan biri, bağışlamanın olmaması gerektiği, dolayısıyla düşünülemez (unthinkable) anlamına, bir diğeri ise bunun zorluğunu ve imkanını tartışmaya açacak biçimde imkansız, olanaksız (impossible) anlamına yaklaşır. Olanaksızlığa değin bu iki düşünce de şüphesiz önemli ve sorgulanmaya değerdir. Fakat bundan evvel, birbirlerinden ayrılan noktalara değinmek gerekir. Bu iki düşünce olanaksızlığa farklı yaklaşırlar. Birisi (unthinkable) meseleyi handiyse kapatmaya çalışırcasına kendini gösterirken (sanki bir günah işlenmiş gibi), öbürü (impossible) uzun süredir üzeri kapanmış bir defteri aralamanın merakı ve şaşkınlığı içerisindedir.

 

Birisine örnek vererek ne demek istediğimi belirginleştirmeliyim: “Jankelevitch, bağışlamanın unutuş olmadığını, kesinlikle unutuşa dönüşmemesi gerektiğini gayet iyi bilmektedir ama yüce gönüllülükle polemikçi bir kanıtlama çabasına giren ve en sonunda unutmaya yol açabilecek bir bağışlama tehlikesi karşısında dehşetli bir korkuya kapılan Jankelevitch unutmamak gerektiğini ileri sürerek bağışlamaya “hayır” der. Kısacası bize, kurbanlar adına bağışlamaya hayır (non-pardon) görevinden bahseder. Bağışlama olanaksızdır. Bağışlama olmamalıdır. Bağışlama gerekli değildir. Bağışlamamak gerekir.

 

“Olanaksız”ın ne demek olabileceğini ve bağışlamanın olanağının (tabii böyle bir şey varsa) tam da “olanaksız olan”ın sınamasıyla ölçülüp ölçülemediğini kendimize tekrar tekrar sormamız gerekecektir. Olanaksız, der bize kısaca Jankelevitch, ölüm kamplarında olup bitenler için bağışlama budur. “Bağışlama,” der Jankelevitch, “ölüm kamplarında ölmüştür.” İşte burada bahsedilen olanaksızlık bir olamaz vurgusunu barındırır. İmkan olarak gerçekleşemeyecek olanı (impossible) değil, vuku bulması istenmeyen bir şey olarak, düşünülmesi imkansız, düşünülemez olanı (unthinkable) gösterir. Jankelevitch’in biraz daha üstüne gidersek düşünülemez anlamında kullandığı olanaksızı, (kim bilir) “düşünülmesi teklif dahi edilemez” şeklinde değiştirebilir. Fakat ben (tıpkı bağışlama ve cezada olduğu gibi) bunların benzeşmemelerine rağmen, her ne kadar aynı olaya farklı noktaları gösterseler de, birbirlerinin anlamını tamamlayan parçalar olduğuna inanıyorum. Olanaksız (impossible) (ki Derrida da Jankelevitch’in aksine böyle kavrar), tam da düşünülemez olarak anlaşılan olanaksızla karşılaştığında yaşadığı şaşkınlıkla ve akabinde aydınlanmayla, düşünülemezi (unthinkable) aşar, hemen sonrasında kendini yani olanaksızlığını, olanağa açılan kapının karşısında bulur. Bu kapı farkın kapısıdır.

 

Şimdi yerimizi sağlamlaştırmak adına birkaç başvuruda bulunalım ve bu farkın kapısına bir göz atalım. Olanaksızlığın olanaklılığına tanık olalım: “Bencili affedebilirim, çünkü ben de bencilimdir. Korkağı affedebilirim, çünkü ben de korkak olabilirim. Ama ya bir çocuğa tecavüz edeni? Ama ya işkenceciyi? Hata, ortak ölçüyü aştığında, özdeşleşme, gücünü, hatta makullüğünü yitirir. Oysa, bizden bağış dileyen suçlar özellikle bu suçlardır, en korkunç suçlardır. Önemsiz şeyler affedilecekse affetmenin ne anlamı olabilir ki? Bağışlama, bağışlanmasa bile affedilebilir olan şeyi affediyorsa neye yarar?” Bu pasaj düşünülemezi kırıp geçen, kendi olanağına açılan kapıyı temsil adına muazzamdır. Olanaksızın olanağa dönüşmesi, “Tecavüzcüyü ya da işkenceciyi affetmek mümkün mü?” sorusuyla başlar. Okuduğumuz anda tüyler ürperten bir soruyla karşı karşıya olduğumuzu hissederiz. Kabul edelim ki bu sorunun cevabı çoğu insan için düşünülemezdir. Sponville bunun farkındadır ve bilinçli olarak bizi kışkırtmak için bu soruyu sormuştur. Tehlikeli sularda yüzdüğünün bilincindedir (fakat hangimiz bu sularda yüzmeden yüzmeyi öğrenebiliriz ki?).

 

Düşünülemez olandan, imkana açılan kapıyı Sponville ile gördük. Şimdi de Derrida ile o kapıdan geçmeye teşebbüs edelim. “Mübalağalı etik ise, tam tersine, bağışlanma dilenmese de, bağışlanmaya layık olunmasa da ve hatta en beter radikal kötülük için bile bağışlamayı buyuracaktır. Bağışlama ancak olanak-sız olanı yapmaya ve bağışla-namaz olanı bağışlamaya çağrıldığı zaman anlam kazanır (en azından bağışlamanın bir anlam taşıması gerekiyorsa, ama bu kesin değildir) ve kendi bağışlama olanağına kavuşur.

 

Parfait! Yazı boyunca anlattığım her şey bu pasajın içeriğinde mevcut. Bağışlamanın koşulsuz olması, rağmen olması, olanaksızlığının olanaklılığının vücut bulduğu an… Sanki Derrida bu pasajla beraber, af bekleyen, unutmamayı öğütleyen Jankelevitch’e sert bir tokat atıyor ve lafı gediğine kadar getirip yerine koyamayan Sponville’in de elinden tutup yukarıya çekiyor. Fakat tam burada soluklanalım ve her iki ucun da tehlikeli yanlarını ortaya döken soruları soralım. Jankelevitch’e göre suçu unutmamak gerekir. Bir şeyi bilinçli olarak unutmamak da istemsizce kine sürükler. Sponville’in tanımına göre kinin bulunduğu yerde affın olamayacağını biliyoruz. Öyleyse zaten aftan söz edemeyiz. Fakat bununla bitmez. Kin, kötülüğü katlar ve böylelikle kötülüğe karşı verilmiş bir tepki olan bağışlamanın tam karşısında durur. Cezalandırmak, kin tutmak, suçu ortadan kaldırmaya çalışmak için çözüm arayışı olarak yola çıkmış birinin kendine ihanet etmesidir. Çünkü böyle yaparak suçu ortadan kaldıramamakla kalmamış, kendisini de kötülüğe sürükleyerek suçlu durumuna düşmüştür. Bağışlamayı reddederek, bağışlanacak duruma düşmek, böylesi bir durumda olmayı kim ister?

 

Fakat öbür tarafa dönüp Derrida ve Sponville’e de birkaç soru sormaktan kendimizi alıkoymamalıyız. Bağışlamanın imkanının, ancak bağışlanamaz olanla ortaya çıktığını anladık. Bundan böyle bağışlanamaz bir suç işleyen, bağışlamanın kapsama alanına giren herkesi de bağışlayalım. Peki. Kulağa oldukça hoş geliyor (her ne kadar fazla hümanist bir yaklaşım olsa da). Fakat nereye kadar affetmeye devam edeceğiz? Bu affın, bağışın sürekliliği bir yandan suçları affederken bir yandan da ufukta yeni suçların doğmasına sebep olamaz mı? Daha da spesifik olayım: Bağışlanamaz olanı bağışlamak, bağışlanamaz olanın önünü açmaz mı?

 

Herhangi biri, bağışlanamayacak bir suçu işleyen birinin bağışlandığına şahit olduğunda, işlediği ya da işleyeceği suçu meşru görmeye başlamaz mı? Elbette bu sorularla ceza mantığına dönmek gibi bir hataya düşmemeliyiz. Nitekim böyle bir niyetim de yok. Ama bir yanda af dilemeyi bile kabul etmeyen bağışlama, diğer yanda ise zaten unutmayarak kin beslemeye yolunu tercih eden ve suçlu durumuna düşen ceza mantığı olduğu müddetçe, bu kötülük problemini nasıl aşabiliriz? Birinin suçu meşrulaştırma tehlikesi var, öbürü kendisini tehlikeye dönüştürüyor. İki ucun da tehlikeli yanları derken kastettiklerim bunlardı. Bu durumda her ne kadar kötülüğü, suçu ortadan kaldırma gibi bir iddiası olmasa da, intikamı, cezayı karşısına alan bağışlama, iyinin ve kötünün arasında bir yerde, iyiliğe ne derece yakın olduğu bilinmeksizin, yapısı gereği mutlaka kötülükten uzakta olmalıdır. Çünkü bunca kötülüğe rağmen kendini var etmiş olan bağışlama ancak kötülüğün uzağında olabilir. Benim bu mesele üzerinde bu kadar durmamın sebebi, kötülüğün karşısında, en azından epey uzağında yer alması beklenen durumun, bağışlamanın kötülüğe yaklaşma ihtimalini soruşturmaktır. Bu soruşturmanın sebebi ise elbette ki iyi ve kötü üzerinden ahlak kuramı oluşturmaya kalkmak değildir. Yalnızca bu durumun bağışlama için sorun teşkil edip etmediğini sınamaktır. Belki de onu iyi ve kötü arasında bir yere konumlandırmak da doğru değildir. Belki de bağışlamak “İyi ve Kötünün Ötesinde” bir şeydir.

 

Son olarak değinilmesi gereken bir nokta daha var ki, bu da bağışlamayı sağlayan somut özne olarak, bağışlayan olarak insanın kendisi. Bağışlamanın iyi ya da kötü olmasından çok, bizim onu nasıl algıladığımız ve nasıl işlediğimiz önemlidir. Çünkü iyi ve kötü, dile mal olmuş her kelime gibi anlamı sürekli olarak atfedilen, değiştirilen kelimelerdir ve bu sebepten üzerinde uzlaşılmaz bir konumdadırlar. İnsanların iyi ve kötüye olan yakınlıkları ve uzaklıkları ise erdemlere ya da bağışlamaya nazaran daha keskindir. Böylelikle bize iyi ve kötüyü insanlar üzerinden değerlendirme fırsatı doğar. Daha önce birbirine zıt ya da bağdaşmayan şeylerin aslında ilintili, zaman zaman da birbirini tamamlayan şeyler olarak gösterdiğim gibi, şimdi aynısını bağışlama ve kötülük üzerinden yapmaya çalışacağım. “…Çünkü sevmeyi bilmiyoruz, kötüleri sevmeyi hiç bilmiyoruz. İşte bu nedenle, bağışlamaya bunca ihtiyacımız var! Sevgi var olduğu için değil, olmadığı için.

 

Bağışlamayı iyilik olarak var etmek için fazladan bir çabaya ihtiyaç duymuyoruz. Sadece kötüleri sevmeyi öğrenerek (bu tabii ki onları yanaklarından öpmek anlamında değil) bağışlamanın iyiliğini kötülük üzerinden, kötülük sayesinde kurabiliyoruz. Ayrıca bunu yapabilmek için suçlunun, suçu işlerken nasıl şartlar altında olduğunu ve onu suçu işlemeye kadar getiren süreci bilmemiz de onu anlamamıza önayak olabilir. Elbette anlamanın suçu ortadan kaldırdığı söylenemez. Aslına bakarsak onu affetmemiz için buna ihtiyacımız da yok. Yine de bunları göz ardı etmemek gerekir. Göz ardı edildiğinde ceza mantığına sürüklenmekten korumak için.

 

Fakat itiraf etmeliyim ki ceza mantığıyla, sonsuz kere bağışlama anlayışı arasındaki devasa boşlukta kaybolmamak için can havliyle bir soru daha soruyorum: Aradaki bu farkta boğulmamak, her iki ucun da tehlikeli veçhelerinden sakınmak için en azından af dilemesini talep etmek, suçun yaygınlaşmasının önüne geçmek adına önemli bir adım olmaz mı? Bunun bağışlamayı kirlettiğini söyleyecek Derrida: “Fakat bir affın, bahşedilebilmesi ya da hatta sadece tasarlanabilmesi için, dilenmesi, bunun da itiraf ve pişmanlık temelinde yapılması gerektiğinin doğru olup olmadığını kendimize bir seferden fazla sormak zorundayız. Bu kendiliğinden açık değildir ve hatta affı bahşeden kişinin ilk kabahati olarak dışarıda bırakılması gerekebilir; eğer başkasına, itiraf etmesi, günahından arınmaya, hatasından dönmeye, bu konuda benden af dilemek için kendisini bundan ayırmaya başlaması koşuluyla af bahşedersem, o zaman bağışlamam onu yozlaştıran bir hesap kitapla kirlenmeye cevaz vermeye başlar.

 

Doğrudur. Öyleyse, eğer başkalarının durumuna müdahale edemiyor, olası tehlikelerin önüne geçemiyorsak geriye yapılacak tek bir şey kalıyor: O da bağışlamak. Yalnızca bağışlamak. Öncesinde ne olduğunu ve sonrasında ne olacağını düşünmeden, daha doğrusu bunun hesabını tutmadan bağışlama. Adeta emekliye ayrılmış, yalnızca kendi kapısının önünü süpüren ve herkesten de bunu bekleyen bir görev adamı gibi. Süpür ve kenara çekil. Bağışla ve kenara çekil. Kapısının önünü süpürmeyenleri işaret ederek konuşuyor Sponville: “Ama onlar böyle olmayı seçmiş midir? Ya bizi öyle olmamayı seçtik mi?”.

 

Belki de bize düşen en son şey de bu: Öyle olmamayı seçmek.  Bartleby gibi “ I would prefer not to.”  demeliyiz. Yapmamayı tercih ederim. Cezalandırmamayı tercih ederim. Af dilenmemesini tercih ederim. Bağışlamayı tercih ederim.

 

mert berk terzi

 

Bu, yalnızca olanaksız olanın olanaklılığının yani olma ihtimalinin üzerine değil ayrıca bu olanağın kendini var etmesinin tezahürlerine dair bir kritiktir. Zaten bahsetmeye başladığımız anda olanaksızın olanağa dönüşmeye başlamasından başka, tahayyül edilen anlamıyla olanaksız kelimesi varlığını hiçe dayandırmalıdır. Hatta olanaksız diye bir şey olmamalıdır, ki bahsettiğimiz şey olanaksız olsun.  Olanaksızı olanaklı kılan şey kendisinin –yani olanaksızın- bilgisidir. Bu, onu olanaklı kılmaya yeter.  

 

1-Derrida, J. (2015). Bağışlamak: Bağışlanamaz Olan Ve Zaman Aşımına Uğramayan, İstanbul: Monokl Yayınları.

2-Sponville, A.C.(2019),Büyük Erdemler Risalesi, İstanbul: İletişim Yayınları.

3-Nietzsche, F.(2004). Ahlakın Soykütüğü Üstüne, İstanbul: Say Yayınları.

4-Nietzsche, F.(2020). İyinin ve Kötünün Ötesinde, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.