Görsel içeriklerin bu kadar artmasını ve yaygınlaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?


 


Bu da benim zorlandığım sorulardan bir tanesiydi. Dün akşam “Ne yapılabilir, nasıl bir cevap verilebilir?” diye düşündüm. Çünkü böyle soru olarak sorulunca insan birden bi’ durmak istiyor, durarak “Dur bakayım!” demek istiyor. Acaba olayı biraz daha geniş mi alsak, geniş bir noktadan mı incelesem diye düşündüm; o görsel kısmına gelmeden önceki safhaları, süreci… Süreç… Sürece sadık kalmak önemli bir şey. Sürece sadık kalmazsan bağlamlar arasında ilişki kuramıyorsun.

 

Süreci bilerek düşünmek önemli bir şeydir bence. Süreci bir düşündüm, bu aşamaya nasıl gelindi, diye. Aklıma Rousseau’nun, birazcık da kendinden emin olmadan yazdığı Dillerin Kökeni Üzerine geldi. Çünkü, onu bildiğim kadarıyla yayınlamıyor Rousseau, ölümünden sonra bulunuyor ve yayınlanıyor. Eksik bir eser aslında. Orada kendinden emin olmadan yazdığı birtakım şeyler var. Uzatmayayım lafı, hâlâ düşünüyorum çünkü siz bunu sorarken. “Dillerin kökeni nedir?”e birazcık da şöyle bir cevap veriyor: Korkular. İlkel dönemdeki insanları düşünün, avlanıyorlar. Sonra onlara doğru koşan bir jaguar düşünün. O jaguarı, ürküntüyle birlikte bir ses çıkararak işaret ediyor ve o korkudan, o sesin, o vahşi yırtıcı hayvanı imgelediğini görüyoruz. Buradan belki o insan şunu anlıyor: Ben çevremdeki nesneleri ses ile kodlayarak o nesnenin imgesini zihnimde yaratabiliyorum. Belki bunu böyle demediler ama böyle işlediğini keşfettiler. Ben buna masa diyorum, buna bir ses kodu veriyorum. Ne için buna masa diyorum? Hiçbir sebebi yok. Sizin bir T.C. Kimlik Numaranız var, niçin o numara? Hiçbir sebebi yok. Ama bir numara olmalı, o numara sizin başkalarından farklı olduğunuz nokta. Bunun masa olması gibi, bir kodu olmalı. Niye bu kod? Hiçbir sebebi yok. Demek ki nesneleri, ben, ses ile kodlayıp, o ses üzerinden nesnelerin imgesini zihnimde yaratabiliyorum. Bu birinci aşama.

 

İkinci aşamaya gelindiği vakit başka bir şey daha keşfediyorum: Bu sesleri de simgelerle temsil edebiliyorum. Bu süreç ilk başta resimle başlıyor, daha sonra alfabeye doğru evriliyor. Yunan alfabesine gelindiği vakit sesli harf ortaya çıkıyor, o zamana kadar hep sessiz harfler… Arapça’da, mesela, bir elif vardır, diğerleri sessizdir, sessiz harftir. Yunan alfabesiyle birlikte sesli harflerin de işin içine girdiği, daha çok bizi rahatlatıcı bir yapıya doğru gidiliyor.

 

Yani, ben ses ile nesneleri kodladım, daha sonra birtakım simgelerle de sesi kodladım. Bunu yayabildim çünkü o ses artık mekâna sabitlenmiş oldu. Mekâna sabitlenmiş sesler üzerinden fikirler inşa edebildim ve o fikirleri, mekânda sabitlendiği için yayabildim. Ve yazılı kültüre geçtim. Bu yazılı kültüre geçiş içerisinde bilgiyi depoladım. Üretilmiş bilgiyi simgelerle bir mekânda fiksledim, depoladım ve onun içine gömebildim. Yazılı kültüre geçtikten sonra elbette ki görsel ya da sözlü olanlar silinip gitmiyor, hâlâ bizimle var oluyor ama en ileri formda ki form olarak yazılı kültürü görmekteyiz.

 

Fakat daha sonra başka dönüşümler de söz konusu oluyor. Örneğin; ağaç diyorum, ağaç yazıyorum ve ağacı çiziyorum. Bunların hiçbirisi ağacı birebir size göstermiyor. Ben evimin önündeki ağacı saatlerce size tasvir edebilirim. Türünden, Latince isminden, yapraklarından, köklerinden veya çevreye verdiği faydalardan saatlerce bahsederim. O ağacın imgesini zihninizde kelimelerimle inşa edebilirim ya da bu kelimeleri alfabeye döküp yazıyla size ulaştırabilirim. Benim ağacımı, benim evimin önünde gördüğüm ağacı sözlerimle ve kelimelerimle sizin zihninizde üretmeye çalışırım. Ama hiçbir zaman üretilmiş o ağacın, benim gördüğüm ağaçla birebir örtüşen bir ağaç olduğunu bilemeyiz.

 

Ama o ağacın fotoğrafını çekersem ve size gösterirsem her şey şıp diye biter. 19. yüzyılda; nesnelerin de birebir aynısının, görüntüsünün depolanabileceği aşamaya gelmek, depolanmaya başlanması, fotoğraf veya fotoğraf makinesi olarak son merhalede… Tabii çok öncesi var. Hani orada başlamıyor, işin öncesi çok var fakat 19. yüzyılda bunun adının artık konması ve bir fotoğraf makinesinin ortaya konması süreci çok kısalttı. Fakat yaratıcılığı da bir anlamda öldürdü. Hangi yaratıcılıktan bahsediyorum? Benim size ağacı anlatırken sizin has yaratıcı sürecinizle, o ağacı yeniden inşa etmeniz durdu. Direkt ben size ağacın fotoğrafını gösterdim. Sanırım insan zihni tembelliğe meyilli. Görüntünün artık dijital ortamda sayısal olarak da sabitlenebilmesi uzun uzun anlatılabilecek pek çok şeyi anında verili bir şekilde önümüze koydu. Sanırım insanlık bu tembelliğin hazzını çıkarıyor, görüntünün bu kadar önde olmasının hazzını çıkarıyor.

 

Fakat bu ilerlemenin kendi içinde gerileten unsurları da var. Çünkü o yazı üstünden imge alışverişi; yazı üstünden kendi imgemi sizde döllemem ve sizin de kendi imgenizi yazı üstünden bende döllemeniz ve bende çıkarmanız süreci, kendi içerisinde döllemeyi barındırdığı için yaratıcı bir süreç. Fakat bu imgelerin fotoğraf veya resimlerini, dijital olsun olmasın, şak diye önünüze koymam süreci kısaltan fakat yaratıcılığı öldüren bir süreç. Yine verdiğim bir örnek, bunu biliyorsunuz, Madame Bovary. Sayfalarca anlatılıyor romanda, fettan bir kadın filan böyle. Ve siz o kelimeler üstünden kendi Madame Bovary’nizi zihninizde inşa ediyorsunuz. Filmi de çekildi. Sizin zihninizdeki menekşe gözlü Madame Bovary filmde bambaşka bir kadın olarak karşınıza çıkabilir. Çünkü verili bir Madame Bovary’yi görüyorsunuz, ona bakıyorsunuz. Hiç Madame Bovary’yi okumadan, zihninizde onu yaratmadan filmdeki Madame Bovary’ye baktığınız vakit hedefe hemen vardınız fakat yaratıcılığınız güdükleşti bana kalırsa. Görsel kültürün bu kadar ön planda olması ve yaratıcılığın bu kültür içerisinde erozyona uğraması bana birazcık da o Antik Yunan’daki tartışmaları hatırlatıyor. “Önemli olan öz müdür, görüntü müdür; zarf mıdır, mazruf mudur?” ilişkisini hatırlatıyor. Özellikle 20. yüzyıl, zarfın galip geldiği ve mazrufun unutulduğu yüzyıl olarak, belki de, tanımlanabilir.