Kişilere, gruplara ve uluslara yönelik imgeler nasıl oluşur?


 


Tabii ben bu soruları daha önceden aldım, üstüne düşünmeye çalıştım. Derslerde anlattığım mevzular da belki bunlar. Ne cevap veririm, diye en çok düşündüğüm kısım bu oldu. Bu cevabı kurgularken nereden başlasam, diye en çok düşündüğüm kısım bu oldu. Sanırım cevabın büyüklüğünden dolayı, alacağı vakitten dolayı bu böyle.

 

Kişilere, gruplara ve uluslara yönelik imgeler nasıl oluşur? Sanırım eylemlerimiz ve o eylemlerimizin sonucunda ortaya çıkan ürünlerimiz üzerinden oluşur. Bu bireysel bazda kişinin günlük yaşamındaki bir işi yapma biçimi, daha sonra ortaya koyduğu ürün ve o ürünün incelikleri, bu ürünün kapsamı üzerinden o kişiyle ilgili bir imge oluşuyor.

 

Ben X yazarını bire bir tanımıyorum, konuşma imkanım olmadı, zaten 100 yıl önce öldü. Fakat o X yazarıyla, o kitabın üstünden bir X yazarı inşa ettim kendime. Benim o yazarla ilgili imgeme ulaşıyorum. “Çok naif bir adam.” diyorum, “Çok kaba bir adam.” diyorum. İkisi de doğru olmayabilir. Yani gerçek, doğru olmayabilir. Baudelaire okuduğumuz zaman bir Baudelaire’e ulaşıyoruz, seviyoruz da belki. Fakat oturup gerçek Baudelaire ile karşı karşıya gelsek bir bardak çay içmeyiz. Kişiliğini sevmeyebiliriz, o farklı bir mesele. Fakat Baudelaire’in kendi ürünleri üstünden yarattığı o kendi kişisel imgesini sevebiliriz, kendi yarattığı imgeyi sevebiliriz.

 

Bu ana bir parantez açayım; yaratma süreci, ürün verme süreci, kişinin de kendisi şekillendirme süreci. Eksik olan kişi kendisini tamamlamak için bu üretim sürecine giriyor aslında. Üretim süreci eksiklikten kaynaklanıyor. Kendisini tanımlama gayretinden kaynaklanıyor. O kendisiyle ilgili bir öyküdür. Üreterek kendisine ilişkin bir öykü yazıyor aslında. O öykü içinde kendisini, toplumunu tanımlıyor, onu anlamlandırmaya çalışıyor. O öykü içinde cevap vermeye çalışıyor. Gruplar için de bunu, belki kurumlar için de üniversite kurumu, akademi kurumu için de bunu söyleyebiliriz ki özellikle bu akademi kurumunun en etkin olduğu, belki Batı’da, Avrupa’da 19.  yüzyılda bunu daha net söyleyebiliriz.

 

Uygarlık yaratma, kültür yaratma bir müşterek çalışma işidir; bireysel pırıltı işi değildir, bireysel parıldama işi değildir. Parıldarsın, iyi eser verirsin ama o müşterek çalışma ile o kültürü yükselir, belki de uygarlığa dönüşür. Oradan da bir imge, yine o uygarlığa ilişkin, binlerce yıl öncesinden belki bir imge oluşur. Yunan uygarlığı için bir imge oluşur. Milattan önce işte 5-6. yüzyıldan itibaren böyle enikonu şekillenmeye başlamış kafamızda biri imge oluşur.

 

Uluslara gelince en karmaşığı bence o çünkü ulusların ürettiği şeyler, ulusların kendilerini yaratma süreçleri ayrı bir süreç. Her ulus özgün kültür yaratma gayreti içinde bulunmalı mümkün olduğunca. Elbette ki kültürler arasında etkileşim olacaktır. Yani bugünlerde sizinle beraber Russell’ı okuyoruz. Orada, orasının inanılmaz önsözünde, Batı Felsefesi Tarihi‘nde ya da ilk bölümlerde dediği bir şey var, bu Yunan felsefesini anlatmaya başlarken “Herhalde pek az şey Yunan düşüncesi nasıl oluştu, bunu açıklamak kadar zordur.” Nasıl oldu da milattan önce 6. yüzyıla, 500’lere tekabül eden bir dönemde birdenbire orada inanılmaz işler yapılmaya başlandı, bunun açıklaması ne? Bunu yaparken daha önceki evrelere giriyor, Girit’teki Minos’lara giriyor, değil mi, Minos uygarlığına. Sonra anlıyoruz ki Minos uygarlığı ile Mısır uygarlığı arasında müthiş bir münasebet var. Mısır’da Minos Giritlilere ait eserler bulunuyor. Fakat Girit’te de Mısırlılara ait eserler bulunuyor. Karşılıklı bir etkileşim var. Fakat Minos, Minos; Mısır Mısır. Birbirlerine etki etseler de birbirinden farklılar, özgünler. Nasıl oldu da buraya geldiler? Minoslular Girit’teki oluşan o özgün, o bölgeye, oraya has o güçlü kültür yayılmaya başlıyor daha sonra, ana karaya sıçramaya başlıyor. İyonyalıları etkilemeye başlıyor, Dorları etkilemeye başlıyor. Daha sonra farklı bir senteze, farklı bir bileşime giriyor, farklı bir yapıya geçiyor. Fakat ne olursa olsun Girit’ten çıkan o Minos Knossos Sarayı ve etrafındaki o kültür de olsun, daha sonra Atina ve diğer şehir devletlerine sıçrayan o Yunan kültürüne olsun özgün bir şey inşa ediyorlar. Elbette ki içinde başka ulusların, ulus demeyelim de ne diyelim, başka kültürlerin etkileri mevcut. Ama onlardan özgün bir noktaya çıkıyorlar ve bir ürün veriyorlar ve bu ürünü sabitliyorlar, mekana sabitliyorlar. Ne yapıyorlar? Yazıya çeviriyorlar, eserler bırakıyorlar, heykellere dönüştürüyorlar ve kendisinden sonraki yapıları etkiliyorlar, Roma’yı etkiliyorlar. Roma’nın bir felsefesi yok ama bütün kültürü neredeyse bir Yunan… İyi bir öğrenci, onu çok iyi devam ettiriyor. Ona devşiriyorlar ve oradan bir imge çıkıyor, bir Romalılık çıkıyor, bir Yunan imgesi, Antik Yunan imgesi çıkıyor. Demek ki o uluslar kendi şahsiyetlerini, yaratma sürecinde şekillendiriyor.

 

Üretme süreci şahsiyet inşası sürecidir. Üretirken nasıl ki bir fert, bir birey kendisini şekillendirir; bu bir yaratıcı süreçtir. Ama eksik olan yaratıcı, yaratarak kendisini tamamlamaya çalışır ve oradan bir öykü, kendisiyle ilgili bir öykü kurar. Ulusal düzlemde de işte bu özgün, bireysel yaratıcıların toplamından oluşmuş ulusal düzlemde özgün eserler yaratma süreci o ulusa ilişkin bir öyküdür. Ulus kendisini tamamlar ve o öyküye inanmak zorundadır. O öyküye inanmak zorundadır, o öykü ile ayakta kalır.

 

Fransızların belki bize o burnu havada gelen tavırları yarattıkları, yazdıkları öyküye inandıkları içindir. Almanlar bu öyküye inandıkları için Almandırlar. Oradan bir imgeye ulaşırız uluslara ilişkin. Bu öyküyü ne kadar sağlam kurar isek ve ne kadar özgün kurar isek o kadar özgün bir ulus kültürüne, ulusal şahsiyete gideriz. O, beni başkasından farklı kılar. İçimde pek çok farklı kültürlerin etkisi vardır fakat ben o ulusal üretme kabiliyetim ile kültür düzleminde başka pek çok kültürlerin etkisini de kendi zihnimde yoğurup kendimden çıkardığım başka bir yapıya dönüştürürüm, başka özgün bir ürüne dönüştürürüm. Bu böyle devam eder ama bu durduğu zaman ölürsün. Bisiklet çevirmek gibidir bu. O yüzden ulusların tembellik hakkı yoktur. Bireylerin vardır belki ama ulusların tembellik yapma hakkı yoktur. Pedalı çevirmezsen düşersin. Bisikletten düşersin. Sürekli özgün işler yapmak suretiyle kendini şekillendirmek zorundasındır.

 

Bu birazcık da sanırım sürekli form değiştiren bir heykele benziyor. Bireylerin, grupların ve ulusların yarattığı bu üst kişi, bu imge insan, imge kişi belki de hareketli bir heykel. O ulustaki her birey bu heykelin ortak bir yontucusu. Herkes bu heykeli şekillendiren, o heykelin şekillenmesinde pay sahibi olan bir heykeltıraş bu anlamıyla.  Uluslar bu üst kişisini, bu imge şahsiyetini ne kadar özgün inşa ederlerse o kadar kıymetli olurlar.

 

Bu süreç aslı itibariyle Cumhuriyet sonrasında gerçekleştirilmeye çalışıldı. Fakat başarısız oldu. 40’larda bu iş bitti maalesef. 40’lara kadar yapılmış o inanılmaz işler, Cumhuriyetin kurulmasından 40’lara kadar olan o işler bir ulus şahsiyetini ortaya çıkarma çabasıydı. Fakat şahsiyeti üretme sürecinden uzaklaştık. Bunun iktisadi sebepleri de var. Çünkü özgün bir kültür bağımsız bir toprak parçasında, üretim sürecinin senin elinde şekillendiği bir toprak parçasında şekillenebilir. Özgünlük, özgürlükten gelir. Eğer özgür olabiliyorsan özgün bir eser ortaya koyabiliyorsun. Çünkü kendini özgür hissedebiliyorsan, çırılçıplak düşünebiliyorsun. Hepsi bir zincir şekliyle birbirine bağlı. O çırılçıplaklığın özgürlüğü içerisinde vardığın kıyı senin işte o nevi şahsına münhasır kıyı. Sen o kıyıda bir eser inşa ediyorsun, bu sadece sana ait bireysel bazda. Bütün bu özgün kıyıların toplamı ulusal bazda o ulusa ait bir yapıya dönüyor. Oradan ulusa ilişkin özgün bir şahsiyet ortaya çıkıyor. Demek ki alabildiğine özgür bireylerden oluşmuş düşünce sürecinde ve toplumsal hayat sürecinde bir alabildiğine özgür bir ulus gerçekten, neydi o endemik diyorlar değil mi, endemik bir kültür yapısına, hiçbir şeye benzemeyen, sadece o bölgede var olan, başka bölgeye de etki eden bir kültür yapısına dönüşüyor. Minos’tan çıkıyor, ana karaya geliyor, oradan Makedonya’ya gidiyor, oradan etkilerini taa Hindistan’a kadar gösteriyor mesela. Çünkü bu iş birazcık da… Böyle fizik dünyasından bir örnekle açıklayacak olursak kültür kütleni büyüttükçe kültürel zemini büküyorsun. Ne kadar büyük bir kültür kütlen oluşursa kültür zeminini o kadar aşağı çektiğin için çekim kuvvetin artıyor. Senin kadar büyük bir kültür kütlesine sahip olmayan, yani senin kadar özgün, detaylı, incelikli, eser verme kapasitesine sahip olmayan diğer uluslar, milletler, kültürler sana doğru eğilmeye başlıyor. Çünkü sen kültür zeminini büküp kendi kültür kütlenle büyütmeye başlamışsın. Böylelikle nüfuz, o etki her geçen gün büyüyor ama ne zaman ki o özgürlük duygunu ve özgürlük şartlarını kaybettin işte o zaman özgünlük noktasında da sıkıntılar baş göstermeye başlıyor.

 

Dolayısıyla hani her şey böyle… Eskiden şey yapardık, ben böyle deterjan alırdım annemden. Suyun içinde onu köpürtür, bir tükenmez kalemin o boş kabıyla üfleyip köpük yapardım böyle bir sürü ya da kabın içine üflerdim bir sürü köpük olurdu böyle. Daire içinde daire, daire içinde daire… Toplumsal yaşam o. Kesişen, iç içe geçmiş, dairelerden oluşmuş… Bir şeyi, bir daireyi diğerinden yalıtarak açıklayamıyorsun. İç içe geçmiş vaziyette, hepsi birbiriyle münasebet halinde, ilişki halinde. O özgür bireyin özgün eseri…

 

Yine belki de ilk sorunun cevabında da yatıyor, daire içinde daire dedik. İklim meselesi. Bir ülkedeki iklim meselesi. Bu ülkedeki iklim ne kadar kuşatıcı ve fikir söylemekten bizi uzaklaştırıcı, elinizi korkak alıştırıcı olursa o özgünlük noktasında da çok büyük erozyonlar söz konusu oluyor. Fakat özgürlük ve özgünlük ilişkisini sağlayabilmiş uluslar hakikaten kendi ulusal şahsiyetlerini, ulusal imgelerini, kendi üst kişilerini, o devingen heykeli gayet güzel yontuyorlar.