İnsanlar geleceğini inşa edeceği şehri hangi kriterlere göre belirlemeli?


 


Tabii ben kendi şehrimden, İstanbul’dan bahsedeyim ve belki de en son söylemem gereken şeyi en başta söyleyeyim; sanırım Türkiye’nin en gerici şehri İstanbul. Bunu derken de gericiliği o kafamızdaki sabit kavramla değil de “İnsanî gelişimin önündeki her türlü engel gericiliktir.” anlamında söyleyelim. Bu illaki dinsel olmak zorunda değil, bu bir ekonomik biçim de olabilir. Kapitalizm de gericiliktir çünkü bireysel özgürlüğün ve -unutmayınız- oradan türeyecek özgünlüğün önündeki bir engeldir kapitalizm… Finans sektörü de gericidir. Plazalarda yaşam gericidir çünkü kuşatılmışlık içerisinde özgürlük ve özgünlük ilişkisini sağlayabilen yerler değildir. Bu noktadan bakıldığı zaman İstanbul, bence, kişiye zaman bırakmaması açısından Türkiye’nin en gerici şehridir.

 

Sıkıntının bir tanesi de şu; İstanbul’da kişi, kendisi ile münasebetini kaybeder. Bu çok kritik bir noktadır. Kişinin kendisi ile münasebetini kaybetmesi ve kendisini kendi içinde düşünme sürecinde bir türlü bulamaması kişiyi sadece çalışan, yiyen ve uyuyan bir varlığa dönüştür. Bu hâl zaten Gregor Samsa’yı böcekleştiren hâldir, aynı şartlarda belki Gregor Samsa kendini böcek gibi hissetti. İşte bu bir geriliktir, insan formundan böcek formuna gerilemedir. Bu anlamıyla düşünüldüğü zaman “Bir şehir nasıl düzenlenmeli?” sorusunun cevabını belki kişilerin kendisiyle münasebete ve ilişkiye geçebileceği kendisiyle bir rabıta kurabileceği şehirlere doğru gidiş, bu şehirleri yaratma ve şekillendirme, parklarıyla ve bahçeleriyle bu şekilleri inşa etme…

 

Bir de şöyle bir durum var ama, ben yalnızlık taraftarıyımdır. Öyle kalabalıkta hercümerç, çoluk çocuk hoppa filan… Orada fikir gelişmez, bir yere varamazsın. Düşünmek, birazcık da oturup derin bir nefes alıp durmakla başlar. Benim Serdar Öztürk Hoca’dan öğrendiğim hoş bir örnek var, ben o kısmı bilmiyordum; Üç Silahşörler‘de dinamiti döşer silahşor, ve koşmaya başlar. Çünkü fitili yakmıştır, dinamit patlayacaktır. Bulunduğu ortamdan koşmaya başlar. Koşarken, koşmak üzerine düşünmeye başlar. Düşünmeye başlayınca yavaşlar ve durur. Koşmak üstüne düşünmeye başladığında yavaşlar ve durur. Düşünmek, birazcık da durmakla alakalıdır çünkü durup başlaman gerekir. Ve sakinlik… Sakin olacaksın, rahatlayacaksın ve bence bir inzivada, münzevi bir halde olacaksın. Bu da zaman demektir aynı zamanda… Zamana ihtiyacın var demektir.

 

Kişilere, kendisini yaratabilmek için -siz bunu aynı zamanda kişinin eser verebilmesi olarak algılayınız- zaman veren şehirler, ilerici şehirlerdir. Özgün bireyleri yaratma alt zeminini oluşturan şehirler ilerici şehirlerdir. İstanbul bu noktadan düşünüldüğü vakit gerici bir şehirdir çünkü biz sürekli koşuyoruz İstanbul’da. Koşarken koşmayı düşünmüyoruz, düşünemiyoruz. Kendimizle münasebetimizi kaybetmişiz çünkü. Kendimizle irtibatı yitirmişiz. Bu anlamıyla kendisiyle irtibatı yitiren bir bireyin kendisini tanımlamada ve kendisini tanımada eksik kalacağını çünkü iyi bir eser veremeyeceğini ve o eser üstünden kendi öyküsünü inşa edemeyeceğini düşünmekteyim. Bu şehirler küçük olmalıdır. O küçük yapı içerisinde estetize edilmiş olmalıdır. Müşterek yaşam hâllerinde -parkları ve bahçeleri- kişiyi doğayla, kendi kontrolü içerisinde, doğayla baş başa bırakabilecek bir yapıya da sahip olmalıdır. Ama elinin altında, medeniyete ait bütün unsurlar da olmalıdır. Kütüphaneleri, sinemaları, havuzları, yüzme havuzları… İhtiyaç ne ise… Yolları, o şehrin diğer şehirlerle olan irtibatını sağlayan yolları… Bunlarla da olmalı.

 

Sanırım İstanbul’un çözümü İstanbul’un içinde değil, İstanbul’un dışında. Bu dediğim dönüşümü İstanbul’un dışında yapabilmek daha kolay. Bana kalırsa umut hâlâ Anadolu’da. Anadolu’da o dediğim yaşam formunu, Eskişehir’de, Kırşehir’de veya Yozgat’ta daha rahat kurabiliriz. Onlar İstanbul’dan daha ileridir bana kalırsa, bu bakış itibariyle daha ileridir çünkü daha fazla zamanın vardır, daha rahat kurabiliriz. Fakat İstanbul’un sorununu İstanbul’un içinden çözebilecek bir şeyde olduğumuzu düşünmüyorum. Sanırım hocamız Doğan Kuban’da da benzer şeyleri okudum. İstanbul’un çözümü İstanbul’un dışında, o dışında kurduğun nitelikli yaşam alanlarında. O yaşam alanları, fikri destekleyecek yaşam alanları olarak düzenlenmeli buralarda. Bu kriterlere göre inşa edilmiş şehirler, hem geçmişin izlerini taşıyan ama aynı zamanda çağdaş bileşime varmış şehirler, özgün mimarisi olan şehirler… Bu şehirlerde, o belki de bölgenin insanının eliyle çekidüzen verilmiş, onlardan bir imza ile oluşmuş, özgün mimariyle, özgün parklarıyla, özgün sanat eserleriyle oluşmuş şehirler özgürleştirici şehirlerdir işte.

 

Aslında bizim ihtiyacımız olan şey daha da karmaşık yapılara gitmek değil, daha da yalına gitmek. O yalınlıkta entelektüel seviyede üst noktalara varma çabasında bulunmak. Yani nasıl diyelim; Tales, böyle büyük binaların içinde yaşamadı ki. Doğanın içindeydi, denize bakıyordu, toprağa bakıyordu, arkadaşlarıyla konuşuyordu. O zamanların Atina’sı, tamam, çok önemli mimari eserleri var ama tıklım tıkış da değildi ki. Kalabalık, böyle bir metropol, herkesin bir yere koşturduğu, Blade Runner filmindeki gibi böyle bir yapıda değildi ki. Kendisi ile baş başa kalabileceği yapılardaydılar, düzlemlerdeydiler. Bunu yaratabilen şehirler asıl önemli olan.