Nolbert Elias’ın kabul edilen modern uygarlık kuramına göre insanlar henüz ortaçağ dönemine kadar, çocuksu ve içgüdüsel dürtülerini kontrol edemeyen yahut etmeyen varlıklardır. Bu bağlamda, uygarlık geliştikçe “utanç” denilen duygunun da etkinliği yükselmiş ve daha kontrol edilebilir bir içgüdüler dünyasının oluşmasına sebebiyet vermiştir. Elias’ın meşhur ve kabul gören bu çalışmalarının özü, aynı zamanda günümüzün gittikçe artan iş bölümü ve toplumsal bağların güçlenişi sebebiyle karşılıklı bağımlılıkların arttığını, bundan ötürü de bütün bu utançsal cinsel dürtülerin etrafı modernleştikçe yoğunlaşan bir zırhla kaplanmış olduğunu içeriyor. Ve günümüz modern insanının bakış açısıyla, geçmişteki atalarımız daha az “utanan”, daha hoyrat, daha hayvani ve daha “düşüncesizce” çıplaklığını, cinselliğini yaşayabilen çocuksu yetişkinler haline geliyorlar.

Üstüne üstlük, bu kabul gören çalışmalar ve öğreti; batının sömürgecilik anlayışını da meşrulaştırıyor, modern dışı; uzakta yaşayan, ilkel ve ekseriyetle çıplak görülen toplumların tıpkı ortaçağ dönemindeki gelişmemiş atalarımız gibi, hatta daha da önceki dönemlerde yaşayan –hiç- gelişmemiş atalarımız gibi bir hayat sürdüklerini ve bu bağlamda, gelişmiş ve modern batılı insanın bu insanların hayatlarına olan müdahalesinin –modernleştirmek- adına son derece meşru ve yerinde müdahaleler olduğunu kabul ettirmiştir.

 

Bu teze karşı Hans Peter Duerr tarafından, “Der Mythos vom Zivilisatoionsprozess” (Uygarlı Süreci Miti) dizisinin birinci cildi olarak 1988 yılında kaleme alınan Nackheit und Scham (Çıplaklık ve Utanç); bambaşka gerçekler ve önermelerle karşımıza çıkıyor.

Evvela, Hans Peter Duerr; Nolbert Elias’ın çalışmalarında dikkatsiz ve özensiz davrandığının üzerini çiziyor. Elias’ın kendi çalışmalarında verdiği örneklerde, doğru okumalar yapmadığını, yaptığı bu yanlış okumaları yine yanlış kaynaklar ve savlarla desteklediğini; tabiri caizse Elias’ın yaptığı her çalışmada batan, tamamiyle başarısız bir bilim insanı olduğunu iddia ediyor. Romen biliminsanı Ioan P.Culianu’nun tabiriyle “personal crusade” olarak nitelenen bu durum, bence de yersiz değil. Zira, Duerr’in çalışmalarının ana çıkış sebebi, Elias üzerinden batının genel kabul edilmiş Uygarlık Kuramı’na karşı çıkmak. Bunun da ötesinde, devrimci bir yaklaşımla; batı sosyal biliminin Elias’ın çalışmalarını temel görüş olarak kabul ederken, içten içe ve sinsice bir yaklaşımla kendi sömürgeciliğini meşru çıkartma arzusu olduğunu kitabının başlangıcından sonuna kadar; fırsat buldukça tekrar tekrar dile getiriyor Duerr.

Bunun dışında, Duerr’in çalışmasının kapsadığı alanlar gerçekten muazzam. Kitap, Duerr tarafından 21 bölüme ayrılmış ve Elias’ın da üzerinden geçtiği her konu üzerinde durmaya çalışılmış. Eski Yunan’da çıplak kahraman, Çıplak şövalye ya da “Çok teessüf ederim ama…”, Ortaçağda banyo ve hamamlar, Ortaçağda kaplıcalar, Romalılarda, İlk Hıristiyanlarda, Yahudilerde ve Müslümanlarda hamamlar, Yeniçağda yıkanma, Japonya, Rusya ve İskandinavya’da çıplaklık, Arsız göz, Nüdist Göz, Özel alan ve hayali duvarlar, Yataktaki Utanç, Küçük çocukların cinselliği, Hela ve oturak, İşemek, dışkılamak ve yellenmek, Hizmetkarlar, köleler ve saygın olmayan kişiler önünde soyunma, Cellat ile cadı, Ceza olarak soyma, Ortaçağda vücudun soyulması, Ortaçağda oyuncu ve fahişelerin soyulması, Yeryüzü cenneti ve Cinsel iktidarsızlığın kanıtlanması ve aleni cinsel birleşme bölümlerinden oluşan kitap; Elias’ın çalışmalarını tek tek yanlış çıkartmayı çabalayan örnekler ve görsellerle dolu. Bu görsellerin doğruluğu konusunda, Elias’ın çalışmaları ve antropoloji konusunda uzmanlığım her ne kadar elvermeyecek olsa da, Duerr’in savlarının oldukça kuvvetli ve kabul edilebilir olduğunu söylemeliyim.

Özellikle,  kitabın Türkiye baskısının kapağında da yer alan Ortaçağ hamamının Elias’ın tasvirlerindeki anlam ve yerini sarsmaya yönelik örnekler çok doyurucu ve başarılı. Elias’ın Burgonya’da hamam-genelev tasvirindeki kral ve vezir karakterlerini dahi fark edemeyecek kadar savruk bir bilim insanı olduğunu iddia eden Duerr, bu iddiasını desteklediği diğer örneklerle de oldukça kabul edilebilir ve doyurucu bir çalışma sunuyor. Bunun dışında, Duerr’in çalışmaları elbette ki sadece batı dünyasından örneklerle dolu değil; Japonya’dan, İslam uygarlıklarına; modern çağın yarattığı kültürlerden Nüdizm’e kadar geniş bir yelpazeyle örneklemeli-karşıtezleri de aynı şekilde doyuruculuğa sahip. Ancak müslüman kültürde doğup büyümüş biri olarak, Duerr’in de birçok batılı bilim insanının doğu dünyasını ele alırken düştüğü hastalık olan “oryantalizm” hastalığından kurtulabilmiş olduğunu söyleyemeyeceğim. Bir özür ve kurtuluş olarak, Duerr’in kitabının anafikrinin müslümanlar olmadığını söyleyebiliyor olsakta, müslüman dünyasından verilen örneklerin abartılı derecede olmasa da gerçeküstü ve masalsı olduğunu söyleyebiliriz. Fakat yine de bu örneklerin dahi, Duerr’in çalışmasındaki mantıksal kurguyu zedelediğini söyleyemeyiz. Bununla birlikte, tekrar etmek gerektiğine inanarak; Duerr’in kitabı son derece dikkatli ve titizce hazırlanmış, zira Duerr 284 sayfalık çalışmasını 131 sayfalık dipnot bölümüyle destekliyor ve araştırmacıların Duerr’in çalışmasını kritik edebilmesi için önlerine uçsuz-bucaksız bir derya konulmuş oluyor.

Kitabın, ana fikrinin ve Duerr’in anlatmak istediğinin, Ortaçağ’dan modern zamanlara kadar bütün batı toplumunun ve diğer yabancı ilkel toplumların da öyle ya da böyle en az bugünün toplumu kadar çıplaklıktan, vücut sıvılarından, cinsellikten utanan insanlar olduğunu ve nihayetinde, çıplaklığın getirdiği utancın; öğrenilen bir olgu değil, içgüdüsel bir duyu olduğunu söyleyebiliriz. Ve nihayetinde, Duerr’in kitabın önsözünde belirttiği gibi Tekvin gibi bir mite dahi gülüp geçebilenlerin kendilerinin de tarihi mitleştirmekten başka bir şey yapmamış olduklarını ve uygarlık kültürü mitinin de –büyük ihtimalle an azından kırkbin yıldan beri- ilkel kabilelerin, ilkellerin, vahşilerin olmadığı gerçeğini örtbas etmiş olduklarını göstermek, kitabın yazılış amacına yetmekte ve yazarını tatmin etmektedir.


 

Kapak görseli: Ingres – Büyük Odalık