Zihnin derinliklerini sorgulatan ve bilinç kavramını birçok açıdan irdeleyen okuma keyfi yüksek bir metin.


 

Günümüz zihin felsefesinin en çok tartıştığı konu pekala bilinç sorunu. Elimizdeki bilim yapma metotlarının bilinci açıklayıp açıklayamayacağı; eğer açıklayamıyorsa ve/ya açıklayamayacaksa bunun epistemolojik mi yoksa ontolojik mi yani bizim bilgi edinme yöntemlerimizin yetersizliğinden mi yoksa bilincin kendiliğinden materyal bir ‘şey’ olmamasından mı kaynaklandığı gibi sorular etrafında filozoflar fazlaca mesai harcıyorlar. Bu tartışmaların tarihi, kökeni rahatlıkla yüzlerce yıl öncesine dek götürülebilse de günümüzdeki literatürün ve tartışmaların fitilinin yetmişler ve seksenlerde ateşlendiğini söylemek hatalı olmaz. Thomas Nagel‘in 1974‘te yayınladığı ―Bir Yarasa Olmak Neye Benzer? (What it is like to be a bat?)―  isimli makalesi ve 1982‘de de Frank Jackson‘ın ―Epifenomenal Kualia (Epihenomenal qualia)― adlı makalesiyle ortaya koydukları düşünce deneyleri, felsefede ve bilimde geniş kitlelerce kabul gören fizikalizmin, yani evrendeki her şeyin ‘fiziksel‘ olduğu önermesinin bilinci kapsayamayacağı iddiasını güçlü bir şekilde öne sürdü.

 

 

Aslında Nagel ve Jackson‘ın argümanları birbirine oldukça benziyordu. Nagel, bir yarasaya dair toplanan fiziksel yani moleküllerine, biyokimyasına vesairesine dair bilgi ne kadar fazla olursa olsun onun yaşadığı ‘tecrübeyi‘ bilemeyeceğimizi söylerken, Jackson da benzer şekilde, nörofizyolojiye ve optiğe dair ‘bilinebilecek her şeyi‘ bilen fakat hayatı boyunca siyah ve beyaz dışında hiçbir renk görmemiş bir bilim insanı düşünmemizi istiyor ve soruyordu: Bu bilim insanı Mary, bir gün kırmızı bir elma ile karşılaştığında yeni bir şey öğrenmiş mi yoksa o ‘tecrübeyi‘ zaten biliyor mu olacak?

 

 

Bu düşünce deneylerinden doğan tartışmalarda pek çok farklı tutum, düşünce ve perspektif ortaya çıktı. Ben bu yazıda başat olarak Paul Churchland‘in konuyu ele alışını inceleyeceğim. Onunki aslında bilinç tartışmalarının artık büyük oranda fenomenal konseptler konusu üzerinden ilerlemesi nedeniyle nispeten demode bir perspektif olsa da bu filozofun yaklaşımlarının yazı boyunca bilişsel bilim tarihine, yapay zekaya, nörobilime vs. uzanmamızı, oralara temas etmemizi gerektirmesinden dolayı disiplinlerarası bir bağlam için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyorum. Bu bizi büyük oranda bahsettiğimiz düşünce deneylerinden birine, Jackson‘ınkine eğilmeye itiyor; çünkü Churchlandler genelde Jackson‘ın Mary‘nin Odası olarak bilinen düşünce deneyine karşı argümanlar üretip, daha sonrasında onu Nagel‘inki gibi düşünce deneylerine ve/ya argümantasyonlara genişletiyorlar.

 

 

Jackson Ne Diyor?


Jackson‘ın düşünce deneyi üzerinde durmakta biraz daha fayda var. Frank Jackson, 1982‘de yazdığı ve az önce bahsettiğimiz makalesinde, bizden şunu düşünmemizi istiyor: Diyelim ki Mary isminde bir biliminsanı, doğduğu andan beri tamamen siyah beyaz renklerle donatılmış bir odada, sadece siyah beyaz görerek yetiştirilmiş olsun ve Mary, yıllar boyunca kitaplar, bilgisayar gibi yollarla nörofizyolojiye ve optiğe dair bilinebilecek her şeyi öğrenmiş olsun. Yani Mary, bir insanın ve hatta herhangi bir canlının görme mekanizmalarına ve renklerin de dalga boylarına, göze yansımalarına vesairelerine dair bilinebilecek her şeyi biliyor. Bakın, şuranın altına çizmek istiyorum: Bilinen değil, ‘bilinebilecek her şeyi‘ biliyor. Bu çok güçlü bir iddia, bunu unutmayalım.

 

 

Bir gün Mary odasından çıkıyor ve dışarıdaki renkli dünya ile karşılaşıyor. Şimdi, sorumuz şu; Mary gördüğü renkler karşısında “Ah! Demek şu veya bu rengi görmek işte böyle bir şeymiş meğer!” mi diyecek yoksa zaten kendisinin kitaplardan, makalelerden vs. öğrendiği bilgiler dolayısıyla, o yaşayacağı tecrübeyi ‘biliyor‘ olduğu için şaşırmayacak ve tam da bildiği şey olduğundan tepkisiz mi kalacak?

 

 

Jackson, öğrendiği kitabi bilginin Mary‘ye tecrübi bilgi sağlayamayacağını, dolayısıyla bu kitabi bilgi yalnızca fiziksel objelere dair olabileceğinden, fiziksel olan her şeyi bilsek de, ‘bir şeyleri‘ bilmiyor halde kalacağımızdan fizikalizmin yanlış olduğunu söylüyor.

 

 

Churchland Ne Diyor?


Paul Churchland‘in bu argümana cevabı çeşitli; öyle ki cevabı değil, cevapları demek dahi gerekebilir. Öncelikle Churchland, Jackson‘ın düşünce deneyinin, hakkında bilgi edinilen ‘şeyin‘ doğasına dair olmadığını, ancak ve ancak ‘bilgi edinme yollarına‘ dair olduğunu, dolayısıyla ontolojik değil, epistemolojik bir düşünce deneyi ortaya koyduğunu iddia ederek karşı çıkıyor buna. Argüman, ―Fizikalizm ontolojik bir iddia, yani ‘şeylere‘ dair bilgi edinme yollarından bağımsız, kendi doğalarına dair bir iddia iken bu iddiaya ancak ve ancak ontolojik bir karşıt iddia sunulmalı, epistemolojik değil― diye devam ediyor. Biraz daha açacak ve örneklendirecek olursak; Mary‘nin öğrendiği kitabi bilgi de, daha sonrasında öğrendiği tecrübi bilgi de ‘bir şey‘ hakkında, ki bu durumda renkler ve o ‘şey‘, Mary‘nin bunu hangi kanaldan öğrendiğinden bağımsız olarak fizikseldir, çeşitli dalga boylarıdır yalnızca.

 

 

Dolayısıyla Churchland‘in ilk iddiası burada parmak basılan sorunun ontolojik olamayacağı, olsa olsa epistemolojik olacağıdır. Fakat daha sonrasında, Churchland ikinci cevabıyla problemin bize ‘epistemolojik‘ olmayıp, epistemolojik bir problemmiş gibi görünmesinin de bir sebebi olabileceğini, yani aslında epistemolojik olarak dahi bir problem olmayabileceğini ima eder. Ona göre aslında bize ortada bir problem varmış gibi gelmesinin sebebi, bizim tecrübelerimizi birinci şahsı gerektiren kelimelerle, içgörüsel (introspective) kavramlarla ifade etmemiz, düşünmemiz, buna alışmış olmamız ve başka türlüsünü anormal bulmamızdır. Örneğin, bir düşünce deneyi olarak hislerimizi veya tecrübelerimizi ―seviyorum, canım acıdı, inanıyorum, hissediyorum― gibi ifadelerle değil de, ―şu veya bu dalga boyunda fotonlar retinamda şu veya bu reseptörlerle etkileşime geçti ve bunlar beynimde şu şu bölgelerde…― gibi içgörüsel olmayan fakat yine de ‘aynı‘ süreci, yani biz canımız yandığında, bir şeyi sevdiğimizde, bir şeye inandığımızda fizyolojik olarak ne oluyorsa onu ifade eden kavramlar ve dilsel ifadeler kullansaydık ve bu bizim çocukluğumuzdan beri edindiğimiz doğal yol olsaydı, Mary‘nin Odası düşünce deneyi gibi bir şey aklımıza bile gelmezdi.

 

 

Churchland, bu perspektifi daha da açabilmek için bir anısını anlatıyor. Bir keresinde bir mikrodalga fırın satın aldıklarını ve fırının kullanım kılavuzunda makinenin nasıl çalıştığına dair bilgi verirken, ―içerideki moleküllerin titreştiğini ve titreşen moleküllerin ısı oluşturduğunu, bu oluşan ısı dolayısıyla da fırının yemekleri ‘pişirme‘ işlevinin gerçekleştiğini― okuduğunu anlatıp, ilk okumada bize hiç de problemli gelmeyen bu tasvirin, hayati bir hata yaptığını iddia ediyor; titreşen moleküller ısı oluşturmaz, ısı zaten titreşen moleküllerdir. Buradaki ifadenin ısıyı titreşen moleküllerden ayrı, kendi başına varlığı, ontolojisi bulunan bir şeymiş gibi düşünmemize yol açtığını, fakat bunun bir hata olduğunu belirtiyor. Mary‘nin Odası‘ndaki durumun da bunun aynısı olduğunu düşünebiliriz. Biz, birinci şahısla ifade ettiğimiz tecrübelerin aslında üçüncü şahısla, fiziksel/nesnel ifadelerle izah edilemeyeceğini, bu yüzden iki farklı epistemolojik kanal, iki farklı bilgi türü olduğunu düşünebiliriz; fakat bu, yalnızca kullandığımız ifadelerden doğan bir illüzyondur.

 

 

E peki sorun ontolojik de epistemolojik de değilse ve Mary‘nin Odası düşünce deneyi yalnızca bir illüzyonun neticesiyse, fiziksel, yani kitabi bilgi nasıl oluyor da bilinci, bizim birinci şahısla ifade ettiğimiz tecrübeleri, yani epifenomenal tecrübeyi açıklayabiliyor? Churchland buna bir hayli detaylı bir cevap verdiği için bir sonraki kısımda biz de hak ettiği şekilde detaylıca ele alalım.

 

 

Churchland’in Modeli


Churchland, 1986‘daki (1985‘teki makalesinde birazdan anlatacağımız açıklamanın mümkün olduğunu söyler ama açıklamayı yapmaz) Kognitif Nörobilimde Bazı İndirgemeci Stratejiler (Some Reductive Strategies in Cognitive Neuroscience) adlı makalesinde, özellikle de Andreas Pellionisz ve Rudolfo Llinas‘ın 1979–1985 arasındaki çalışmalarına dayandırarak, beynin ‘dışarıdaki dünyayı nasıl temsil ettiğine‘ dair bir model sunar. Daha sonrasında bu sunduğu modele paralel olarak benzer bir perspektifin, Edwin Land‘ın Görme‘nin Retineks Teorisi (Retinex Theory of Vision; Land, 1977)‘nde olduğu gibi görsel algılamanın kualia, yani ‘öznel tecrübeye‘ dair olan yanını da kapsayabileceğini öne sürer. Peki nasıl yapar bunu Churchland? Bahsettiği bu mekanizma/lar, bu perspektif nedir?

 

 

Öncelikle Churchlandlerin her ikisinin de 80‘lerde iyice yükselişe geçen bağlantıcılıktan (connectionism)[1] oldukça etkilendiğini ve o ekolde geliştirilen fikirleri çeşitli açılardan kullanışlı bulduğunu belirtelim. Başta sebep olarak Churchland gibi bir eliminatif materyalistin, yani ‘azılı‘ bir indirgemecinin (reductionist) en çok arayacağı kriterin, yani biyolojik tutarlılığın[2] bağlantıcı modellerle sağlanmasını uygun bulabileceğini de ekleyelim.

 

 

Churchland, bağlantıcı modellerde olduğu gibi gelen duyusal verilerin kodlanması ile beynin oluşturacağı çok boyutlu bir modelin kullanışlı olacağını iddia ediyor. Örneğin, görmede farklı dalga boyu

 

 

 

Aralıklarına duyarlı ve diğerlerine tepkisiz –ya da daha az duyarlı- olan, retinadaki üç tür reseptörü, konileri (con) düşünelim. Bunların her türü farklı bir aralıktaki, farklı bir devamlılıktaki (continuum) renkleri kodlayacağını ve her bir koninin çok boyutlu uzamda bir ekseni oluşturacağını söylüyor. (Burada üç tür reseptör olduğu, her biri farklı bir boyutta kodlama gerçekleştirdiği ve bunların kesişiminden ‘renk algısı‘ ortaya çıktığı için bu durumda uzamın üç boyutlu olması gerekiyor. Örneğin, tat alma reseptörlerimiz dört tane olduğundan, tat almayı modelliyor olsaydık dört boyutlu bir uzamdan bahsediyor olacaktık veya köpeklerin koku almasından bahsediyor olsaydık, otuz farklı reseptörleri olduğu için otuz boyutlu bir uzamdan bahsediyor olacaktık. Bu tarz çok boyutlu modellemelerde, matematikteki lineer cebir kullanılıyor.)

 

 

Daha açık konuşacak olursak, üç koni türünden birinin maviyi, birinin kırmızıyı ve diğerinin de yeşili (daha doğrusu bizim bu renklerle isimlendirdiğimiz dalga boylarını) algıladığını ve kodladıklarını düşünelim. Bu durumda maviyi kodlayan koni ―en mavi―yi algıladığında 1, ―en az mavi―yi algıladığında 0 gibi bir değer atayarak bu rengi uzamsal olarak konumlayacak. Fakat gelen veri başka renkler de içeriyorsa, örneğin 0.5 oranında mavinin yanı sıra 0.5 oranında kırmızı da varsa, o halde mavi ve kırmızı eksenlerimizin 0.5 değerlerinde kesişen bir konumda, pembe veya açık mor konumlandırılacaktır. Bu tarz bir modelleme renklerdeki devamlılık, renklerin arasındaki benzerlik-benzemezlik gibi (örneğin, turuncu ve kırmızı benzerdir) ilişkileri ve bu ilişkiler içindeki devamlılığı (örneğin, turuncunun kırmızıya mordan daha benzer olması vb.) uzamsal olarak temsil edebilecektir (represent).

 

 

Ek olarak böyle bir modellemenin oldukça güçlü bir kapasite sağladığını da belirtelim. İnsanların, mütevazı bir tahminle her eksende on farklı ‘renk‘ ayırt edebildiğini iddia edersek, bu 10 üzeri 3 kadar rengi içerebilen bir modelleme demek!

 

 

Dikkat ettiyseniz, bu modelde siyah-beyaza dair hiçbir şey yok, çünkü model oluşturulurken siyah ve beyaza duyarlı çubuk (rod) reseptörler dikkate alınmamış. Churchland 2005 yılındaki Kimera Renkler: Kognitif Nörobilimden Bazı Fenomenolojik Öngörüler (Chimerical Colors: Some Phenomenological Predictions From Cognitive Neuroscience) adlı makalesinde, bu sefer Hurvich-Jameson‘ın zıt işleme ağından (opponent process network) yararlanarak yine uzamsal bir perspektifle, siyah-beyaz ayrımını da içeren bir model önererek bu açığı kapatıyor. Fakat ana fikir büyük oranda aynı olduğu için detaya girmeye gerek yok.

 

 

Bu perspektifin bizim bilinç tartışmamıza kattığı ise böyle bir modelin tamamen ortaya çıkarılması için, kişinin modelin içerdiği 10 üzeri 3 kadar rengin tamamını görmüş olmasına gerek duyulmaması. Yani daha önce hiç 0.657654 mavi, 0.45465 kırmızı ve 0.56465 yeşil kesişiminde bir renk görmemiş olmanız, modelinizin o rengi içermediği manasına gelmediği gibi, modelin ortaya çıkabilmesi için bu tarz spesifik ve kısıtlı eksikler değil, büyük eksikler olması da fark etmiyor. Hele hele Mary gibi nörofizyoloji ve optiğe dair her şeyi bilen, yani neden şu veya bu dalga boyunun kendisinde şu veya bu ‘tecrübeye‘ yol açtığını, bu iki durum arasındaki nedensel ilişkiyi tamamıyla bilen birinin bu tarz bir modelden, daha önce hiç görmediği, daha önce hiç yaşamadığı ‘tecrübi‘ durumları öngörebileceği, hayal edebileceği, çıkarsayabileceği ve bu bağlamda bunları ‘bilebileceğini‘ söylemek abes olmaz. Fakat Jackson bunun abes olmasa bile alakasız olduğunu düşünüyordu.

 

 

Jackson’ın Cevabı ve Bir İki Açık Uç


Churchland‘e verdiği cevapta, kendisinin ‘bilmekten‘ bahsederken, Churchland‘inse öngörmek, hayal etmek ve çıkarsamak gibi kavramlardan bahsettiğini, halbuki bunların zaten ‘bilmeyen‘ birinin başvurduğu stratejiler olduğunu, dolayısıyla kendisini yanlış anladığını söylüyor ve ekliyordu; önceki makalesinde söylediklerinin yanı sıra, isterse Mary sonsuz hayal gücünü ve sonsuz bilişsel yetileri haiz olsun, yine de dışarı çıkıp da o renkli dünyayı görmeden, o ‘tecrübeyi‘ bilemezdi.

 

 

Churchland, benim bildiğim kadarıyla, bu itiraza bir yanıt vermeksizin kendi modelini geliştirmek ve savunmakla ilgilenmiş. Cevap vermeme nedeni nedir bilmiyorum; Churchland‘in bu konuda söylediği herhangi bir açıklamaya rastlamadım. Fakat benim şahsen bir fikrim var.

 

 

Öncelikle Churchland, yukarıda da belirttiğimiz üzre eliminatif materyalist birisi, hatta bu ekolü, eşi Patricia Smith Churchland‘le beraber yaratmış bir isim. Eliminatif materyalizm, nasıl ki fizikteki gelişmeler bizi filojiston (phlogiston), ether (aether) veya biyolojideki élan vital gibi terim ve teorilerden kurtarmışsa, buna paralel olarak, nörobilimin ve genel olarak bilişsel bilimin yüzyıllar, belki de binyıllar öncesine uzanan ‘düşünce‘, ‘inanç‘, ‘arzu‘ vs. gibi içgörüsel kavramlardan arındırılması gerektiğini ve tamamen yeni bir terminolojiyle, ‘nörobilimsel‘ bir terminoloji ile devam edilmesi gerektiğini savunuyor. Dolayısıyla karşı taraftan, Jackson‘dan gelen bu ‘hayal etmek‘, ‘bilmek‘, ‘öngörmek‘ kavramları arasındaki olası farklara dikkat eden ve bunları tartışmaya açan bir argüman, Churchland‘in ilgisini çekmemiş ve hatta kendisi tarafından tamamen anlamsız bulunmuş olabilir. Peki Churchland cevap vermediyse de bu argümana cevap verilemez mi? Jackson‘ın itirazı doğru bir noktaya mı temas ediyor? Bence verilebilir.

 

 

Bir defa Jackson‘ın bu argümanı, kanıtlamak istediğinden çok daha fazlasını kanıtlıyor. Çünkü, eğer tüm öncüllerin ‘doğru‘ olduğunu bilen birinin yapacağı çıkarsamanın (bunu, Mary‘nin yaptığına bir örnek olarak belirtiyorum) sonucunun ‘bilmek‘ olmadığını söylüyorsak, bir düşünce deneyi olarak, tüm rakamları ve toplama işlemini bilip de daha önce sadece 2+2 ve 2+3 işlemini yapıp, 1+2 işlemini yapmamış birinin, diyelim ki bir çocuğun, bu işlemi yapıp sonucunu görene kadar bu işlemin sonucunu ‘bilmediğini‘ söylememiz gerekmez mi? Bu tarz bir eleştiri, Humecu tümevarım eleştirisi ile aynı şey değil midir? Eğer Mary‘nin Odası düşünce deneyinin altında bu kadar geniş çaplı bir argüman yatıyorsa, sorun bilim-bilinç ilişkisinden çok daha farklı bir şeydir; sorun, direkt olarak ‘bilim‘ sorunudur. Fakat bilimin bilinci açıklayıp açıklayamayacağını tartışmak için, önce ‘bilimin bir şeyleri açıkladığını‘ kabul etmek gerekiyor. Eğer Jackson‘ın bu son argümanını yanlış anlamıyorsam, tartışmanın bizi götürdüğü nokta bu kabulu ortadan kaldırıyor.

 

 

Ek olarak hayal gücü, çıkarım gibi bilişsel beceriler açısından sınırsız bir kudrete sahip ve mevzubahis edilen konudaki bilinebilecek ‘nesnel‘ olan her şeyi bilen Mary‘nin durumunda, doğrudan doğruya ‘kırmızı‘ görmek ile, yüzde yüz bir doğrulukla onu ‘hayal etmesi‘ arasında ne gibi bir farkın olabileceğini ve tam da bu farkın ‘bilgi‘ ve ‘hayal gücü /çıkarsama /öngörme‘ arasındaki ne gibi bir farkı belirttiğini Jackson‘ın izah etmesi gerekir. Çünkü ben herhangi bir fark göremiyorum.

 

 

Sonuç Olarak


Churchland‘in modelini, yeterince açıklayıcı olmamakla beraber, pekala makul bir perspektif buluyorum. Kendi duyusal tecrübesi ve bunun nesnel gerçekliği hakkında her şeyi bilen birinin, hele hele sonsuz bilişsel becerilerle donatılmışken, daha önce hiç rastlamadığı kabilden bir tecrübeyi tam bir doğrulukla bilememesi için bir sebep düşünemiyorum. Belki küçük bir parantez açarak, Churchland‘in de belirttiği üzre böylesi bir varlıktan insan beyninin haiz olmadığı bazı işlemsel (computational) durumları çıkarsamasını bekleyemeyebiliriz.

 

 

Fakat yazının başında da belirttiğim gibi bu konuyu seçmemizin sebebi, tartışmaya yeni bir soluk katmak veya tartışmanın heyecanı dolayısıyla meseleye eğilmekten ziyade, Churchland‘in (her ne kadar bu bağlamda pek anma fırsatımız olmadıysa da, Patricia Smith Churchland‘in de) felsefe yapma metotlarını şu anda zihin felsefesindeki pek çok tartışmaya tercih ediyor olmam. Bu pekala yanlış ya da doğru bir tutum olabilir; oldukça tartışmaya açık ve radikal bir iddia çünkü. Fakat mümkün olan her şeyi doğa bilimleri açısından ele almaya çalışan ve bunun bir gereklilik olduğunu düşünen biri olarak, ‘zihin‘ felsefesindeki neredeyse tek bir deneysel veriye atıf vermeden yürütülebilen fenomenal konseptler tartışmasına, eski ve pek de taraftarı olmayan bir bakış açısı olsa da deneysel bir açıyı tercih ediyorum.

 

 

Son olarak, Churchland‘in Jackson‘ı yanlış anladığı ve bu yüzden böyle bir model geliştirdiği gibi bazı iddialar da var. Ben Churchland‘in yanlış anladığına kani olamasam da eğer yanlış anlamışsa Jackson‘ın ortaya koyduğu argümantasyonun şu andakinden daha işlevsiz ve ill-formed olduğunu düşünüyorum. Fakat bu, başka bir günün konusu olacak.

 

 

 

yunus şahin


Kapak Görseli: Reno Nogaj

 

Kaynakça:

 

[1] Connectionism,  John von Neuman, Allen Newell, Herbert A. Simon, Alan Turing, Jerry Fodor, Noam Chomsky gibi isimlerin geliştirdikleri klasik (classical) bilişsel bilimden ayrışan bir düşünce ekolü. Sibernetik (cybernetics) döneminde Warren McCulloch ve Walter Pitts tarafından 1943’te geliştirilen nöral ağları (neural networks) temel alıp geliştirerek, klasik bilişsel bilimdeki modellere karşıt olarak, istatistiksel düzenliliklere önem vermişlerdir. 186 yılında yayınlanan, editörlüğünü McClelland ve Rumelhart’ın yaptığı iki ciltlik Parallel Distributed Processing: Explorations of microstructure of cognition  kitabı 80’li yıllardaki heyecanın ana kaynağıdır. Algoritmayı baştan aşağı, adım adım, formel lojiğe dayanarak yazmak yerine, makinelere yalnızca ‘nasıl öğrenilir’i öğretmenin, sonrasında da ilgili verilerle onu beslemenin doğru olduğu gibi bir ana fikre sahiptirler. Aralarındaki farklarla ilgilenenler için herhangi bir bilişsel bilime giriş kitabı açıklayıcı olabilir fakat Andy Clark’ın Mindware’ini kısalığı ve oldukça sade dili dolayısıyla önerebilirim. Ayrıca hem klasik hem de bağlantıcı bilişsel bilimin sibernetikle olan ilişkisi üzerine Jean-Pierre Dupuy, On The Origins of Cognitive Science kitabını tavsiye edebilirim.

[2] Biyolojik tutarlılık (biological plausibility) ile kastettiğim, ortaya atılan teori ve modelin, sadece psikolojik değil aynı zamanda nörobiyolojik süreçlerle de tutarlı olmasıdır.

  • Churchland, P. (1985). Reduction, Qualia, and the Direct Introspection of Brain States. The Journal of   Philosophy, 82(1), 8–28. doi:10.2307/2026509
  • Churchland P.M. (1989). Some Reductive Strategies in Cognitive Neurobiology. In: Silvers(eds) Rerepresentation. Philosophical Studies Series, vol 40. Springer, Dordrecht
  • Churchland P. (2006). Chimerical Colors: Some Phenomenological Predictions from Cognitive Neuroscience. Philosophical Psychology, 18(5), 527–560.
  • Jackson, F. (1982). Epiphenomenal Qualia. Philosophical Quarterly.
  • Jackson, F.M. (1986). What Mary Didn‘t Know.
“Bu yazı CogIST işbirliği ürünüdür. Ekibin tüm yazılarına Medium’dan ulaşabilir, Instagram ve Twitter hesaplarını takip ederek onlara destek olabilirsiniz.”