Çözülmekte geç kalınmış bir soruna Adler’in anlayışı ile yaklaşmak.


 

Günümüzde hâlâ tartışılan bir konudur kadın-erkek arasındaki fark ve toplumlardaki erkek egemenliği. Bu konuya netlik kazandırmak istersek geçmişe dönmek ve toplumları incelememiz gerekiyor. Zira bu problem geçmişten günümüze sürekli bir neden-sonuç ilişkisi halkaları içerisinde evrimleşti.

 

Geçmişten günümüze kültürlerin gelişiminde toplumların belli sınıflarının veya kesimlerinin çabaları sonuç verdi ve iş bölümünde alınan sorumluluklar kadın-erkek arasındaki olmayan farkı iyice açtı. Bunun günümüze etki eden sonuçlara zemin hazırlaması kaçınılmazdı. Bu sonuçlar erkeğin öneminin daha çok vurgulandığı toplumları doğurdu, bu vurgu ise erkeklere belli avantajlar sundu ve doğal olarak erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenlikleri kaçınılmaz oldu. Erkek egemenliğinin uzun vadedeki etkilerinde erkeklerde sürekli olarak kadınlara hükmetme çabası görüldü, görülüyor ve kadınlarda da doğal olarak bu egemenliğe karşı duyulan hoşnutsuzluk söz konusu. Bu hoşnutsuzluklar da günümüzde feminist akımları doğurdu. Tüm bunların ise birbiriyle yakından bağlantılı olan iki cinsiyet için de müthiş acılı olan uyumsuzluklara yol açması mümkün.

 

Bu problemler silsilesine sebebiyet veren yegane durum insanlara çocukluktan itibaren empoze edilen kadın ve erkek figürleri aslında. Örneğin bir erkek çocuğuna kız çocuğu kıyafetleri giydirmek istenildiğinde buna hiddetle karşı çıkması; yine bir çocuğun iktidar arzusunu belli bir seviyeye getirdiğimizde, tercihini, üstünlüğünü ve egemenliğini toplumun her alanında teminat altına alan bir adama dönüşmekten yana kullanacak olması. Bireysel Psikoloji ekolünün kurucusu olan Alfred Adler İnsan Doğasını Anlamak adlı kitabında bu durumdan şöyle bahseder:

 

“Günümüzde aileler iktidar mücadelesini yüceltecek tarzda tasarlanmışlardır. Erkeğin ayrıcalıklı konumunu koruma ve kendisini olduğundan önemli gösterme eğilimi bunun doğal sonucudur, zira ailede iktidar sembolü olan genellikle babadır. Babanın eve gizemli gelişleri ve ayrılışları çocuğun ilgisini sürekli yanında olan annesinden daha fazla cezbeder. Çocuk çabucak babasının oynadığı rolü fark eder ve onun nasıl örnek davranışlarda bulunduğunu, nasıl tüm düzenlemeleri yaptığını ve her yerde lider konumunda göründüğünü zihninin bir kenarına kaydeder. Herkesin onun komutlarına nasıl uyduğunu ve annesinin ondan tavsiyeler aldığını görür. Her açıdan, çocuğa babası güçlü görünür. Hatta babalarını örnek alan öyle çocuklar vardır ki babalarının söylediği her şeyi kutsal olarak görür ve benimser; görüşlerinin doğruluğunu kanıtlamak için babalarının da aynı şeyi söylediğini belirtirler.”

 

Farkındaysanız hep “baba” söz konusu. Elbette babaların ailedeki önemi tartışılamayacak derecede büyük, bu yanlış bir durum değil. Ancak çocuğun psikolojik gelişimi açısından sürekli ve yalnızca baba figürünü lider olarak görmesi, yalnızca onu örnek alması; anneyi ise evde ev işlerini yapan, yemek yapan ve ailede alınacak hiçbir önemli kararda söz sahibi olmayan bir noktada görmesi günümüzde yaşadığımız kadın-erkek sorunlarını ve erkek egemenliğini doğuran en temel sebep. İşin belki de en kötü yanı çocukluktan itibaren yalnızca erkek egemenliğini görmüş, bununla büyümüş bir bireye bu egemenliğin organik bir egemenlik olmadığını anlatamamak.

 

Erkek bir çocuk doğal olarak erkeğin ailenin ayrıcalıklı üyesi olduğunu hisseder. Bu durumun ebeveynlerin cahil veya bilgili olmaları ile hiçbir ilgisi yok, gayet bilgili ve aydın ailelerde de bu durum görülebilir. Sonuçta ev işleriyle yalnızca annenin uğraştığını gören bir çocuk, annesinin de en az baba kadar önemli olduğunu kolaylıkla kavrayamaz. Bir de işin şöyle bir boyutu var; erkek olduğunuzu düşünün, küçüklükten beri sürekli ve herkes tarafından gördüğünüz bir ayrıcalık var. Doğduğunuz günden beri bir kız çocuğundan daha fazla ilgi görmüşsünüz, buna ek olarak da TV’de yahut kendi çevrenizde sürekli evde dolaşıp işlere koşuşturan kadın hizmetçileri görüyorsunuz ve bunun sonucunda da bireysel olarak hiçbir hatanız olmadığı halde kadınların erkeklerle eşit olmadığı fikri zihninizde kalıplaşmış durumda.

 

Yıllar sonra evlenmeye karar veriyorsunuz ve evlenmeye karar verdiğiniz kadın ile görüşürken size “aile yaşamındaki erkek egemenliğine karşı tavrın nedir?” sorusunu soruyor. Bu soru genellikle cevapsız kalır veya geçiştirme cevaplar verilir. Zira bir tarafta eşitlik mücadelesi, diğer tarafta çocukluktan beri gördüğünüz pozitif ayrımlar söz konusudur. Bu konuda daha da derine indiğimizde aile içerisindeki şiddetin ve daha birçok problemin kaynağının bu olduğunu görebiliriz.

 

Erkek egemenliğinin tarihine göz atacak olursak, bu egemenliğin doğal yollarla gerçekleşmediğini, bu uğurda büyük psikolojik savaşlar verildiğini vurgulamak gereklidir. Erkek egemenliğini yasal olarak teminat altına alan kanunların var olması ise, egemenliğin yasal uygulamasından önce erkeğin ayrıcalığının söz konusu olmadığı devirlerin var olmuş olma olasılığının göstergesidir. Tarih ise böyle anaerkil dönemlerin var olduğunu ispatlamaktadır. O dönemde erkekler, annenin konumuna saygı göstermekle yükümlüydü.

 

Egemenliğin ve ayrıcalıkların kendilerine Tanrı veya doğa tarafından verildiğini düşünen erkekler araştırdıklarında, bu egemenliğe başından beri sahip olmadıklarını, bunlar için büyük savaşlar verildiğini ve kadınların boyun eğişiyle birlikte zaferi elde ettiklerini, dolayısıyla bu sürecin pek de doğal işlemediğini öğrendiklerinde şaşıracaklardır. Yine Adler’in şu cümleleri aslında konuyu özetler nitelikte:

 

“Demek oluyor ki, erkeğin toplumdaki egemen durumu hiç de doğadan kaynaklanmamaktadır. Eldeki bazı bilgilerden anlaşıldığına göre, ancak ilkel kavimler arasında sürüp giden savaşlar sırasında böyle bir egemenliğe gereksinim duyulmuş, ilgili savaşlarda önemli bir rol üstlenen erkek bu rolden yararlanarak toplumda önderliği eline almıştır. Böyle bir gelişime paralel olarak da özel mülkiyet ve miras hukukunda bazı değişikliklerin gerçekleştiği görülüyor; bu değişiklikler, mirasa konabileceği ve özel mülkiyet sahibi olabileceği ilkelerini getirerek, erkeğin toplum içinde egemenliğinin temelini oluşturuyor.”

 

Alfred Adler

 

Bu konuya ek olarak bir de “erkeksilik” durumu var. Belli karakter özellikleri erkeksi, diğerleri kadınsıdır. Konunun can alan noktası ise bu değerlendirmeleri doğrulayacak hiçbir temel yoktur. Erkek ve kız çocuklarının ruhsal durumlarını karşılaştırdığımızda ve bu sınıflandırmaya görünürde kanıtlar bulduğumuzda, bu kanıtların da doğal olgular olmadığını görürüz. Adler’e göre bu noktada yaptığımız şey belirli bir yola yönlendirilen, yaşam tarzları ve davranış şekilleri kendine özgü iktidar fikirleriyle sınırlanmış bireylerin ifadelerinin tasviridir.

 

Her insan ayrıcalıklı erkek ölçütüne göre değerlendirilir, sonunda erkek çocuk da kendisini bu ölçüte göre değerlendirir, hareketlerinin yeterince “erkeksi” olup olmadığını gözlemler ve sınar. Bugün nelere “erkeksi” dediğimiz ortak değer yargılarının bir ürünüdür. Hepsinden önemlisi bu “erkeksilik” tamamen egoistçe bir tavırdır, kendini beğenmenin ürünüdür, diğerleri üzerinde bir üstünlük ve egemenlik duygusu verir, tüm bunlar da her türlü başarının kazanılması gibi niteliklere dayandırılır, bu başarıların en belirgin olanları ise kadınlara karşı kazanılanlardır, bunlar da yüksek mevkilere varmak ve sözde “kadınsı” eğilimlere karşı sert tavırlar takınma tavrıdır. Kişisel mücadele için verilen sürekli bir mücadele söz konusudur, çünkü egemen olma “erkeksi” bir özellik olarak kabul edilir.

 

emirhan mete


Kaynakça:

Adler, Alfred – İnsanı Tanıma Sanatı , Say Yayınları, 2016