Dil felsefesi üzerine kaleme alınmış; dil ve soyut düşünce arasında sayısız pencereler açan, altın değerinde bir metin.


 

Neden bahsettiğini bilmediğiniz sürece herkes kötü bir konuşmacıdır.

Zamanın farklı ortamlarında aynı sözcüklerden aldığımız tatlar ve çağrışımlarımız sürekli değişimdedir. Dilde görünmezliğin sırrını keşfeden bazı sözcüklerin; öldüğünü varsayarken, yeni görme biçimleri de dile dâhil olur, dilin canlı bir varlık olduğundan söz edilir ve temsil dile teslim olur. Ardından yaşayan bir canlı olan dil, bir ahtapotun kolları gibi şeyleri kavrar; tadına varır, yutar ve tükürür.  O, yutsa da tükürse de düşünceleriniz bir bedende yaşar. Yaşamak öyle zordur ki bu bedende… Bizler bu bedenin organları ile bilir, deneyimler, bildiğimizle birleşip toplanmış oluruz. Daha sonra da bedenimizle koklarız yaşadığımız coğrafyayı.

 

 

Dildeki göstergelerin temsil ettiği imgelerdeki farklılaşma, topluluklar tarafından dile atfedilen ortak bir görme yetisinin geliştiğini gösteriyor. Çağın ortamlarında biz gözümüzü gezdirirken; dil de bedenimizi gözler. Bizler sözleri konuşur ve konuşlandırırken; dilin bizi konumlandırdığı yerden eğilir, bükülür, bu yarı canlının gözetimi altında yaşayan canlılar oluruz. Oldukça iktidar olan dil, bizi kendi somut varlığıyla kandırır ama yok olduğunu biliriz. Eğer dilin bu gözetimi konusunda abartılı yazdığımı düşünüyorsanız, böyle düşünmeye devam edin ve dilinizi çıkartın!  Siz durduğunuz yerde düşünürken, diliniz düşüncelerinizi izliyor olacak. Bu dil, tam olarak bir dildir.

 

“ Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başkadır. Köpüğü bırak da denizin gözüyle bak sen! Köpükler, gece-gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete geçirir. Fakat ne şaşılacak şey ki, sen köpüğü görüyorsun da denizi görmüyorsun. ”

 

Mevlana’ya ait olduğu söylenen bu söz, bu yazıda dilin neler yapabildiğine dair ışık tutabilir.  Çünkü dili gören göz başka, gözün görmediğine sahip olan göz başkadır. Dilimizle neler yapabildiğimize şaşırırken, dilin bize yaptıklarını görmüyor olabilir miyiz?  Kör bir insan, evrene dokunabildiği sürece onları bilebildiğini, çünkü onları ölçümleyebildiğini söyleyebiliyordur. İnsanın dile dokunarak evreni görebildiğinden ve onu ölçtüğünden söz edebiliriz. Dokunmadan görmek tam anlamıyla mümkün değil gibi?

 

 

Dil ile Konuşuyor muyuz?


Dilinin ucunda bir şey olur, dilin tutulur bazen… Bu zamanlarda ‘senin bir karın ağrın var’ ya da ‘çıkar ağzındaki baklayı’ derler. Dil ‘karın’ anlamına da geldiğinden bu söylem gelişmiştir… Bazen de konuşmamak için inat ettiğiniz zamanlarda gözlerinizin konuştuğunu söylerler; gözün göze değdiği bir bakışla, iki gözün ardından düşünceler geçişir ve iki kişi konuşur. Ancak bu iki gözün ağzından tek bir ses çıktığını duyan olmaz. Bu, sadece dinleyerek gerçekleşen bir konuşma olabilir mi?

 

 

Dinlemenin sessizliğine çok benzeyen diğer bir deyim de ‘susuşmak’tır.  Oysa susuşmanın sadece sessizlikle ilgili olduğu düşünülemez bile!  İnsanların konuşup – anlaşmak zorunda hissederek, uzlaşma yolunda oldukça gürültülü susuşmalarını gördüm. Böylesine kötü bir tartışma, elbette iyi bir uzlaşı olabilir ama sanıyorum ki konuştuğumuz kişi sözlerimizi bir saldırı olarak algılamasın diye uğraştığımızdan oluyor bütün bunlar… Konuşalım, tartışalım ama kimsenin de kalbi kırılmasın olur mu?

 

 

Bazı tartışmaların ardından gelen dilin sessizliği, ‘kalbin kırıldığına’ ya da deyim yerindeyse ‘dil yarasına’ işaret ediyor. Türk edebiyatında sıklıkla ‘kalp’ anlamında da kullanılmış dil sözcüğünün, insanlığın beynine kan pompalayan en gelişmiş ve güçlü organ olduğunu düşünmekteyim… Sizin de gördüğünüz gibi bir organdan ötelenen dilin, toplumda pek çok ‘dil ötesi’ işlevi vardır. Kendine ait çağrışımları olan birkaç sözcük, yan yana gelerek tek bir anlama/ifadeye hizmet edebilmektedir. Bir cümle içerisindeki tüm sözcüklerin anlamı noktanın sonuna kadar aynılaşır, mühürlenir. Bana göre, dilin toplumlarla örüntüsü de işte böyle gerçekleşti: Bir sohbet halkasında yan yana duran insanlar, bir cümleydi. Birileri ateşin başından kalkıp gittiğinde o cümleye nokta koyuyor, ‘yeni ögemizle’ yepyeni bir cümle oluyorduk. Toplumsal örgütlenmenin kaynağı, toplumsal ögelerdi ve biz insanlar bir yerlerde toplanıp, dil oluyorduk.  Şu dilin yaptığına bakın! Biz, birlikte dil oluyor, ögelerimize ayrılıyorduk. Öyleyse dili konuşturan kimdi?

 

 

Şu Gölün Yaptığına Bak


Şu gölün yaptığına bak! Orada bir konum veya bir yer olarak, öylece duruyor. O durdukça, bizler gölü biliyor ve gölü bildikten sonra göl ile konuşuyoruz. İbranice’de bilmek aynı zamanda ‘birleşmek’ anlamına da geliyor. Sözcüğün kökeni, İncil’de geçen ‘Adem, eşi Havva’yı bildikten sonra’ Havva’nın gebe kalmasına dayanıyor.  İki insanın ancak birbirlerini biliyorlarsa birleşmelerinin mümkün oluşu, bilmenin de ancak birleşme ile dengelenen bir kavram olduğunu niteliyor… Yani  ‘Göl’ dedikçe bir yer ile birleşiyor, onunla konumlanıyor – onunla konuşuyoruz. Belki de ‘dili konuşturan’ dilin yerini bilendir. Çünkü, ‘kelimelerin kaldığı yerler’ var ve o yer ile bütünleşmeden ona ulaşmak mümkün olmayacaktır. Yani biz, dili konuşturan ‘şudur’ desek de söz söylemenin, şu gerçekliğinden kaçamayacağız:  gökyüzü bulutlandıysa; bir yağmura göç edecek. Göl kurursa, bir kuru toprakla birlikte yeni anlamlara dahil olacak. Bir kuru toprak yeşerdiğinde ise, ‘bir renge’ göç edecek. Bu bir göç, bir yerde ölmek de olsa, bu anlamların geldiği yeri kazmak en çok dil arkeologlarını ilgilendirecektir. Çünkü, ‘söz’ uçar…

 

Şimdi bizi ilgilendiren gölün göç ettiği anlam değildir. Bizi ilgilendiren, gölü gören göz ve gölün gördüğü gözün hep başka olacağıdır. Bakan gözü gören gözden ayıran da, işte, ‘dilin iktidarı’ dır. Bakan tek ise, dil çoktur.

 

 

Bu Bir Dil midir?


Foucoult’a göre, dilin resimle ilişkisi, sonsuz bir ilişkidir. Bunun nedeni, sözcüklerin kusurlu olması ya da görünenle karşılaştırıldıklarında aşırı ölçüde uygunsuz olduklarını göstermeleri değildir. Ne dil ne de resim, birbirinin terimlerine indirgenebilir.

 

 

Ne gördüğümüzü söylememiz boşunadır;

Çünkü, gördüğümüz söylediğimizin içine hiçbir zaman yerleşmiş değildir. Ve söylediğimizi, imgeler, mecazlar, benzetmeler kullanarak göstermeye çalışmamız da boşunadır; çünkü onların göz kamaştırıcılıklarını edindikleri mekan, gözlerimizin önümüzde açtığı mekan değil, söz diziminin art arda gelen ögelerinin belirlediği mekandır. Ve bu bağlamda uygun bir ad, sadece bir oyundur ve bize işaret etmemize yarayan bir parmak sağlar; başka bir deyişle, kişinin konuştuğu alandan baktığı alana gizlice geçmesini olanaklı kılar, sanki eşdeğerlilermiş gibi, birini ötekinin üzerine katlamamızı sağlar. Wittgenstein ise, aslında her tümce kullanımının kendi içinde bir dil oyunu olduğunu söyler, hangi­ di­l oyununu oynadığımız ve bu oyunun kurallarının ne olduğu bağlama göre değişir. B­ir dil­ öğrenmek yalnızca b­ir kurallar dizgesi­ni­ öğrenmek değildir; ancak oyunu oynar hale geldiğimizde dili öğrenmiş oluruz. Carnap’a göre ise, göl diye bir şey var mıdır diye sormak anlamsızdır. Bizler fiziksel bi­r dünyayı ve onun i­çi­nde yer alan nesnelerin varlığını kabul ett­iğimi­z ­için bu dili kullanabiliyoruz. Carnap bu di­le “şeylerin dili” der. Bu d­ili­ konuşup da “gerçekten fiziksel şeyler var mı?” ya da ‘‘gerçekten göl var mıdır?’’ d­iye soramayız çünkü bir dil konuşmak için o dilin üzerine konuştuğu bir dünyanın varlığını kabul etmek gerekir.

 

 

Dilin Gözünden Bakış


Yüzyıllardır süregelen ve tarih haline gelen onlarca düşünce, dil ile tiyatrolaşmışken; kimi zaman da olaylar dilin bize anlattıklarıyla tiyatrolaşmaktan uzaklaşmıştır. Bugün kullandığımız tiyatro sözcüğünün (teatron) nereden geldiğine uzandığımızda ‘bakılan yer’ anlamına gelen bir sözcükten türemiş olduğunu görüyoruz.  Yunan edebiyatında baktığını görmenin tehlikeli olduğunun üzerine duruluyor. Ünlü bilici Tiresias’ın kör oluşu, onun, “görmemesi gereken bir şeyi görmesiyle” başlayan bir öyküydü:

 

 Athena’yı yıkanırken, çırılçıplak bir vaziyette gören Tiresias bunun bedelini ağır ödeyecektir. Fakat gözleri kör olduktan sonra, insanlara olacakları haber veren, yani “görülemeyecek olanları önceden gören” bir kâhine dönüşür Tiresias. Tıpkı Kasandra’nın Apollon tarafından cezalandırılmasında olduğu gibi. Bilindiği gibi Kasandra da bilicilikle, başka bir deyişle olacakları “görmek lanetiyle” cezalandırılır. Fakat onun laneti biraz daha ağırdır: Onun geleceğe ilişkin kehanetlerine kimse inanmayacaktır. Yakın gelecekte olacak olayları haber verecek fakat kimseyi ikna edemeyecek, söylediklerine inandıramayacaktır. Kasandra bu açıdan Batı’nın “kurmacasında” sıklıkla karşımıza çıkan bir “entelektüel” motifi olarak da düşünülebilir. Teoria’ya yani görme gücüne sahip entelektüeller bazen olacakları çok önceden görerek toplumu uyarırlar fakat çoğu zaman halkı ikna edemezler.

 

rdüğünü anlatmanın lanetiyle, görmediğini anlatmanın laneti ‘gözünle gördün mü? ‘ sorusudur. Sizce, gözüyle görmediği şeyi dil ile gördüğünü söyleyen ve tarihi şekillendirenleri de birileri lanetlemeli midir?  Üstelik bazen anlatıcılar öngörüleri yüzünden cezalandırılırlar, sürgün edilirler ya da dışlanırlar. Çünkü bu mitlerde ‘görmek’ bir sınır aşımıdır:

 


Ve bu sınırlar kaldırıldığında, ‘halkın birliği’ ya da Antik Yunan’da kullanımıyla ‘pandemi’ bozulacak ve ‘bakılan yer’ görülen yer olacaktır.  (Pandemos’tan gelen pandemi sözcüğü pan –tamamı- ve demos –halk- sözcüklerinin birleşmesiyle oluşmuştur). Görülenlerin ördüğü sınırlar sebebiyle halkın birliğinden söz etmenin günümüzdeki çağrışımları herkesin hoşuna gitmeyebiliyor. Ne yazık ki, halk sözcüğü günümüzde bazı toplulukların hafızasında salt başkaldıran, düşmanca, sınırdan içeri sızan ve dilin kavradığı bedeni ayıran bir çağrışım şeklinde karşılık bulabiliyor. Bu çağrışımlarla birlikte gelişen halk, beden ve sınır ilişkisi görülen bir şey midir tartışılması gerekiyor ancak bu Yunan mitlerinde ve Batı’da tehlikeli kabul edilmesine rağmen; dili kavramak, ısırmak, yutmak ve tükürmek için bizim de ona bakmayı bırakarak, onu görüyor olmamız gerekiyor. Bence hiç fena fikir sayılmaz, en azından dili bükmeyi öğreniriz ve dilin bir ahtapot gibi bizi birbirimize sıkıştırarak toplamasından kendimizi kurtarmış oluruz.

 

 

Elbette, halkın birliğinin sınırlarını oluşturmak için de sınırdakilerin gözünün halkta olması gerekiyor. Ancak bu şekilde, halkın birliği/pandemi ile halkı gözaltında bulundurmak mümkün oluyor. (Hatırlayalım, görmek sınır aşımıdır) Yunan mitlerinde ve Batı’nın kurmacalarında bakışla belirlenmiş sınır, coğrafyanın bakış açısını ve entelektüel kimliğini de konumlandırıyor. Bu anlatılarda, tehlikeli görülen görme eyleminin yeri de, bu çağın uluslarında konuşanların adının kara tahtaya yazılmasına göç ediyor. Ve bizler bizi konuşturanların ve bizi konuşturmayanların dillendirilmediğini çok erken öğreniyoruz. Söz büyüğün, su küçüğün kalıyor ve göle maya çalınıyor… Bizler de bulanıkmış berrakmış her suyu içebilmeyi öğreniyoruz. E haliyle, konuşup anlaşmamız veya anlaşamayacağımız konusunda anlaşmamız ise zaman alıyor. Oysa anlamak için, aynı dili konuşmak değil ötekinin dilinden konuşmak, taklitleyerek oyunu kurmak gerekir. Bazen ötekinin dilini görmek, ötekiyle sınırları kaldırmak ve ötekileşebilmektir.

 

 

Dili Taklit Ediyor Olabilir miyiz?


İmgelerin ya da görüntülerin taşıdığı adların, ötekinin özüne andırışı, onun kimliğiyle eşdeğerli hale gelişi ve kimliklerin formlanmasında güç sahibi oluşu, öteki – görüntü/imge ve taşıdığı ad arasındaki olaylardan en az birini anlamak için zorunlu oluyor. Bu güçlerin tehditlerine karşı, ‘dialog’ şeklinde yazmak düşünülmüş olsa da, bugünün dialog kurmacalarında kendi dilimizi taklit etmek yerine, anlamak için ötekilerin dillerini taklit edebilmek, birlikte kimlikleşmek de aynı sınırlarla formlanan, disiplinlenen topluluklarda ‘anlama’ eylemi için gerekli oluyor. Dilde, bu denli bölünerek çoğalma ve sözlüklerle anlamları sabitlemek; söz ekonomisi oluşturmak ‘bir işaret sıfatı’ olmaktan öteye ne kadar anlamlara geçirgen olabilir bilmiyorum. Söz ekonomisi yaparken belki de ‘anlama ekonomisi’ yapıyoruz ve görebilen bir varlık olan dili köreltiyoruzdur. Dilin bu görüntüleri görmesini kısıtlamak dili demokratik olmaktan fazlasıyla alıkoyarak, kimliklerin daraltmasına sebep olur. Ve biz yine dil tarafından sıkıştırılırız… Sizce, Türkiye’nin dili Türkçe midir? Türkçe bir dil ise, halkın Türkçesi ve İstanbul Türkçesi farklı diller değil midir? Topluluklarca dili taklit mi ediyoruz? Dil, jeolojik bir organ mıdır? İnsanla bir konumdan başka bir yere taşınabilir hale gelen dilin sınırı olur mu? Bu sınırı ne tür bir aygıt görünür kılıyor? Dildeki yabancı bakteriler nelerdir, nasıl yayılır? Bizimle birlikte varlığını sürdüren dile karşı bağışıklık kazandırılmış canlılar mıyız?  Sanırım hepimizin, Şebnem Ferah’ın da söylediği gibi bir sözlüğü var:

 

‘Benim bir sözlüğüm var henüz yazılmamış,  oysaki içinde her şeyin anlamı gizli. Benim bir gözlüğüm var, sol camı kırıldı… Taktığın zamanlarda içini gösteren adeta…’

 

Sizin de kendinizi maskelediğiniz ve sadece kendi sözlüğünüzü paylaştığınız kişilerin sizi anlayabildiği konuşmalarınız oldu mu? Ben kimseyi salt konuşur halde görmedim, gördüğüm hiçbir konuşma tek yüzlü değildi…  Belki de hepimizde ‘dil tarafından’ yüzümüze geçirilmiş ve kimliğimizi örten bir pandemi maskesi vardır ve bu yüzden maskeler ardında bakılan her yer tiyatrolaşmakta, kurmacalaşmaktadır.  Ne de olsa dil de sözlükler de gözlükler de icat ettiğimiz şeylerdir ve tüm icatlar da politiktir:


yaptığımız her icat,

bazı insanları daha değerli bazı insanları daha değersiz,

bazı yerleri daha değerli bazılarını daha değersiz yapar ve  içinde yaşadığımız

değerler sistemini şekillendirir.

Ve biliyoruz ki ne zaman bir şey icat edilse, ona ulaşanlar sınırlıdır.  Sınırsız sözlüklere sahip miyiz bilmiyorum ama biliyorum ki, elbet bir gün anlaşacağız. Biliyorum çünkü, bilmek sınırlı değildir… Ya anlayabilmek?

Anlayabilirsiniz, eğer anlamadıysanız.

 


 

Kaynakça:

  • K: DİNÇER BERDİBEK, Zeynep, “DİL YARASI EN ACI BİR YARA İMİŞ” Akademik Dil ve Edebiyat Dergisi 2001, 2, Sayı/Issue: 4, 2018, ss/pp. 85-92
  • W­ittgenstei­n, L. Philosophical Investigations, (Felsef­i Sorgulamlar) İngilizceye çevi­ren: G. Anscombe.Oxford: Blackwell.
  • Carnap, R. “Empiricism, Semantics, and Ontology”, Meani­ng and Necess­ity, Uni­versi­ty of Chi­cago Press, Chi­cago, (1956), pp. 205-21.
  • ARICI, Oğuz, BAKMAK, GÖRMEK ve ORPHEUS MİTİ, 155
  • FOUCAULT, Bu Bir Pipo Değildir, Sayfa 14
  • ‘Tüm İcatlar Politiktir’ Dünyalar Örmek | Ebru Kurbak | Tedx İstanbul (16:30 – 19:05) | https://youtu.be/la5hiUcsyC4
  • www.yourdictionary.com/know-someone-in-the-biblical-sense
  • Ne Diyoruz Ne Anlıyoruz | Konuşmak | www.youtu.be/JboqPt6BtBk
  • Ne Diyoruz Ne Anlıyoruz | Kavram Nedir |Doç. Dr. Fikret Başkaya  | www.youtu.be/yDdvRvp4jMl