Hayatınızı bilime adamanızdaki tutkunuzun kaynağı nedir?

Şimdi ona bir tutku dememek lazım, yani herkesin kendi mizacına göre. Benimki şöyle bir şey; liseyi bitirdiğim zamanlarda mizaç olarak bir araştırma, akademik bir hayat istediğime karar verdim. Pratik, böyle iş adamlığı gibi yaptığın işin pazarlamasını da yapabilmek falan gibi konulara ilgim de yoktu, pek becereceğimi de düşünmüyordum. 

 

Ama akademik olunca da, özellikle fizik de değil matematik mi fizik mi olsun falan derken biraz da tesadüflerle hatta ODTÜ’ye ben, mimarlık okumak için girdim. Sonra fizikçi olmak istedim ve ODTÜ o zaman oldukça esnek bir üniversiteydi. Benim rahmetli annem babam da buna destek oldular. ODTÜ de buna imkan tanıdı. Yani mimarlık bölümünden bir sömestr içerisinde fizik bölümüne girip orada devam ettim. Kısacası bu bir tutku böyle “aman bunu yapmazsam ölürüm” falan gibi bir şey değildi. Ama akademik bir çalışma kendi mizacıma yatkın ben böyle bir iş yapmak istiyorum diye bilime girdim.

 

 

Türkiye’de bilimsel kültürün oluşumu hangi yollarla sağlanabilir?

Bu derin bir soru, neden?


Çünkü kültür birilerinin oluşturacağı bir şey değil. Bu bir yanılgı.


Genellikle entelektüeller veya siyasi elit, ülkelerde kendilerine bir önder rolü atfederler. Tabii ki elitin bir önder rolü doğal olarak vardır ama o önderlik “şimdi biz halka bir şeyler yaptıracağız; bir şeyi kuracağız, edeceğiz” şeklinde, genellikle işlemez. Zaman zaman öyle işlese bile bilimsel kültürün oluşumu toplumun bir kesimi tarafından bir şeyler yapılarak, savunulabilecek bir şey değil. Çok daha karışık. Kültür manasında topluma nüfuz edeceksin. 

 

Bu soru bir de henüz bunun olmadığı gibi bir varsayım sanki içeriyor. Nasıl sağlayacağız e yok mu ki? Şimdi Türkiye’de birçok şey gibi bir bilim anlayışı, bilim kültürü, bilime ilgi kesinlikle var. Bilimin kendisini yapan gruplar, insanlar, Dünya düzeyinde yapanlar da var. Bunlar evet, birtakım zorluklarla karşılaşıyorlar. Evet Türkiye gibi bir ülkenin potansiyeline göre bilim, araştırma bunun içinde yaşadığı kültür yeterli değil; daha fazla olabilir ama bu böyle organize bir çabayla dikte edilecek, sağlanacak bir şey değil. Bilim yaparak, bilim insanlarının, bilim kurumlarının gelişmesine toplumun imkan tanıması ile bu işin özellikle tepeden inme böyle hiyerarşik düzenlerle olmayacağına; sadece parasal imkanlar tanımakla, para imkanları da önemli ama parasal imkanlar tanımanın yanı sıra bu işin belli bir dünyaya bakışı var. Liyakata dayanması lazım, çok çalışmaya dayanması lazım. 

 

Bunların içinde olduğu bir kültür eninde sonunda Türkiye’de daha gelişecek. Yok değil ama sürekli birtakım tehditlerle de karşılaşabiliyor. Oturup bir program yapıp nasıl sağlarız ile olacak bir şey de değil ama bilimin ne olduğu tanıdıkça toplumda ve burada da yapılabilir olduğu, yapılması için de şöyle şöyle imkanlar olması gerektiği tanındıkça o kültür daha gelişir. Ondan sonra da o kültürü özümsemiş hale gelir toplumun kurumları. Böyle kurumlar Türkiye’de var ama süreklilikleri, tarih boyunca yakın dönem tarihi içerisinde her zaman o kadar etkin oluyorlar, olmuyorlar. Yani kültür meselesi biraz karışık bir mesele ama olumlu bakmak lazım.

 

 

Kurucu başkanı olduğunuz Bilim Akademisi’nin hikayesi, amaçları, vizyonu nedir?

Bilim Akademisi 2011 yılının sonunda kuruldu. Neden kuruldu? Çünkü 2011 yılı içerisinde hükümet, bir Kanun Hükmünde Kararname ile Türkiye Bilimler Akademisi’nin yapısını değiştirdi.


O tarihten itibaren Türkiye Bilimler Akademisi üyelerinin kendi meslektaşları tarafından liyakat bazında seçilmesi esasından vazgeçilip hükümete bağlı kurumlar tarafından atanmaları usulü getirildi.


Nereye kadar, üyelerin üçte ikisi bu şekilde atamış üyelerden oluştuktan sonra ancak geri kalanların bu atananlar tarafından seçilmesi. 

 

Şimdi bu Dünya’nın modern ülkelerinde başarılı akademiler var. O akademilerin bütün ilkelerine varlık biçimlerine aykırı bir şey. Çünkü akademi demek kendi dalında öne çıkmış bilim insanlarının bir araya geldiği ve bunların kim olduğunu kim iyi bir sosyologdur iyi bir doktor iyi bir fizikçidir buna kim karar verir, buna hiçbir hükümet karar veremez. Hiçbir bürokrasi bilimle ilgili bir bürokrasi bile olsa karar veremez.

 

Buna o meslekteki diğer uzmanlar karar verir ve bu hassas ve bağımsız bir süreç olmalı. Bu müdahalenin yapılması ile Türkiye Bilimler Akademisi bir bağımsız, hatta bir akademi olma niteliğini bizce kaybetti. O tarihte Türkiye Bilimler Akademisi’nin 82 tane asli üyesi vardı. Bu Kanun Hükmünde Kararname karşısında 82‘nin 52‘si istifa etti ve içimizden bir grup da bir ülkede gelişmiş bir modern bir toplumda bilimin önemli gerektiği görüşüyle ve bilimsel standartlar açısından da yüksek standartlı bir bağımsız akademin olmasının da gerekli olduğu düşüncesiyle bir akademi kurduk. 

 

Şimdi TÜBA bir kamu kuruluşu, kamu bütçesinden destekli bir kuruluş ama bu duruma gelince TÜBA o zaman bizim seçeneğimiz bir sivil toplum kuruluşu olarak ortaya çıkmaktı. 2011 yaz ayları başında bu Kanun Hükmünde Kararname ilk versiyonu çıktı. Biz hemen hazırlıklara başladık, bir yandan onun geçmesini engellemek için o zamanki yetkililer nezdinde çok çaba da harcandı fakat ikna edilemediler. O çaba içerisinde Dünya’nın önde gelen bilim insanları, akademileri Türkiye’nin o dönemki Cumhurbaşkanına, Başbakana mektuplar yazdılar falan filan ama Kanun Hükmünde Kararname gerçekleştiği, onaylandığı zaman biz de kuruluşu tamamlamış, tamamlamaya hazırdık. 

 

25 Kasım 2011’de kurulduk. Demek ki kuruluş hikayesi icabı bizim amacımız bilimi ve bilimde yüksek standartları temsil edecek, kendi kariyerlerinde bu standartları sağlamış insanlardan oluşan, kendi üyelerini kendisi bağımsız olarak seçen bir akademi oluşturmak ve bu şekilde vizyonumuzda bunu geliştirmek ve bu bir akademinin kamuoyuna karşı da bir takım sorumlulukları var. Yani bilim nedir, nasıl bir şeydir; bunu kamuoyuna, gençlere anlatmak bizim çok önemsediğimiz bir şey. Bilimsel araştırma yapmak isteyen, bunu kariyer olarak seçmek isteyen genç insanların bunun Türkiye’de yapılabilir olduğuna, yapanların teşvik edilmesine öncelik tanıdık. İşte o da bizim 2011 sonunda kurulduk, 2013’te BAGEP dediğimiz genç bilim insanları araştırma desteği programıyla başladı. Çünkü bu bir ödül ama aynı zamanda burs gibi bir destek yani ödül olarak onlara para veya plaket vermiyoruz; araştırmaları için kullanacakları ve serbestçe, çok ayrıntılı bürokratik hesap vermelerden bağımsız; çünkü onlara itimad ediyoruz, serbest kullanacakları bir para veriyoruz. Yaptığımız önemli işler de bunlar.

 

Bir şey daha ekleyeyim Türkiye’deki mevcut Kanun Hükmünde Kararname değişir, kamunun desteklediği akademi yeniden kendi üyelerini kendi uzmanları ile seçer duruma gelse bile; bağımsız, sadece sivil toplum tarafından desteklenen bir bağımsız akademinin varlığının iyi olduğunu düşünüyoruz. Yani biz o şartlarda TÜBA’nın alternatifiyiz, kendimizi kapatalım demeyeceğiz. Çünkü deneyerek de gördük ki hem bir ilgi var toplumda, hem de sivil toplum kanadından bize epeyce bir destek de geldi bağımsız sivil toplum kurumu olarak ama çok ciddi standartlara sahip bir akademinin ülke için yararlı olduğunu düşünüyoruz. 

 

Bizim bilim akademimiz kuruluşundan sonra akademilerin, bilim kuruluşlarının uluslararası federatif örgütlenmeleri vardır, oralara üye olmak için başvurdu. ALLEA Avrupa Akademiler Birliği’ne önce associate sonra tam üye olarak kabul edildik ve orada ciddi şekilde katılımcı aktif bir üyeyiz yani onların değişik uzmanlık alanlarındaki çalışma gruplarına falan bizim bir uzmanımız varsa kendi bünyemizde Türkiye’den onları teklif ediyoruz, birçok çalışmalara katılıyoruz, o çalışmaların sonuçlarını elimizden geldiği kadar Türkiye’de duyurmaya çalışıyoruz, ALLEA’nın üyesiyiz Avrupa Akademiler Birliği’nin. Dün aldığımız iyi bir haber de, bilim kurumlarının bütün dünya çapındaki en büyük şemsiye organizasyonu olan ISC, İnternational Science Council, Uluslararası Bilim Konseyi diyelim oraya da üye olarak kabul edildik.

 

 

Sabancı Üniversitesi’ndeki tecrübelerinize dayanarak, üniversitelerin sahip olması gereken yapı ve nitelikler hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Üniversite nedir diye başlarsak, ne yapar üniversite; ne yapması iyi olur, beklenir toplum için. Bir, insan yetiştirmesi, öğrencilerine iyi bir eğitim vermesi; iki, araştırma yapması. Bu ikisini gerçekten iyi yapabilmek için bir üniversitenin yapısı, örgütlenmesi nasıl olmalı? Bir düşünmek lazım. Dünya’nın, bütün ülkelerin, üniversitelerin uğraştıkları veya uğraşmaları gereken temel mesele kaliteli eğitim ve kaliteli araştırmayı nasıl sağlarız? Bunu daha iyi yapanlar var. Yapmayı hiç amaçlayan üniversiteler de var. Ya hatta üniversite nosyonunu sadece bir etiket, bir unvan ve bir ünvan üretme işte mezunlarına o doktordur, bu mühendistir, diplomayı at hocalarına doçenttir, profesördür falan diye ünvanları mühürleme yeri olarak bakabilirsiniz ama tabii önemli olan o ünvanların arkasındaki içerik.

 

Şimdi Sabancı Üniversitesi’ndeki tecrübelerden söz edeyim. Çünkü Sabancı Üniversitesi nispeten yeni bir üniversite yani 20. yılında şimdi ve Türkiye’deki geleneksel yapıya göre kendi farklı yaklaşımı olan, yeni bir soluk getiren bir üniversite. Bu tür kurumların olması çok önemli. Türkiye’de kendine özgü bir felsefesi, bir bakışı olan ilk üniversite değil.

 

Yani dönem dönem başka üniversitelerimiz işte 30’larda itibaren İstanbul Üniversitesi, I. Dünya Savaşı öncesi yıllarda savaş sırasında yeni kurulmuş olan Ankara Üniversitesi, onların belli fakülteleri; ODTÜ Çok ciddi bir şekilde tamamen yeni ve farklı bir üniversite felsefesi ile kuruldu. Bir dönem, benim öğrenci olduğum dönemlerde orada böyle sürekli bir esneklik, bir yenilik havası eserdi. İşte İTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi yine kendi gelenekleri olan ve önemli gelenekleri olan üniversiteler. Bu gelenekler içerisinde araştırmayı gözetmek, araştırmanın iyi gelişmesi ve öğrenciye kaliteli eğitim vermek önde gelen amaç olması lazım. 

 

Şimdi Sabancı Üniversitesi’nde ne yapıldı? Birincisi mezunların interdisipliner, yani kendi esas mesleklerini bilsinler ama o mesleğin dışında da üniversiteyi bitirmiş bir kişiden beklenecek şekilde başka disiplinlerde nasıl düşünülür? Dünyaya nasıl bakılır? Bu konularda bir temel bilgiden geçmiş olmaları amaçlandı. Araştırma açısından da yine öğretim üyelerine oldukça bağımsız grup kurma, araştırma yapma imkanları tanındı. Ve işbirliği imkanları; disiplinlerarası veya başka kurumlarla ve özellikle de bir yandan araştırma dediğin zaman çok temel, soyut, teorik araştırmalara imkan vermek lazım. Bir yandan da uygulaması olan araştırmaların, uygulama yapacak kurumlarla, sanayi ile, eğitim kurumları ile işbirliğine.

 

Bunlara kuruluştan itibaren önem verildi. Önem vermek demek, bir yere yazıp sadece bunları biz çok önemsiyoruz; işte misyonumuz şu, vizyonumuz bu, biz neler yapacağız falan deyip orada durmak değil tabii. Bunları yapabilmek için uygun organlari uygun yapılanmaların üniversitede kurulması lazım. 

 

Eğitimle ilgili kısmı, Temel Geliştirme Programı Sabancı Üniversitesi’ndeki, şöyle bir şey.


Birinci sınıfa giren öğrenciler hepsi aynı dersleri alıyorlar. Yani yönetim de okuyacaksa, sosyal birim de okuyacaksa, mühendislik de okuyacaksa, sanat da okuyacaksa aynı dersleri alıyorlar.


Yani, sanat okuyacak öğrenci mühendislerle aynı düzeyde bir içinde türev-integral olan bir matematik dersi alıyor. Birlikte bir fen dersi alıyorlar, ama fenciler de hep sosyal bilimcilerle birlikte bir Türkiye Tarihi, Türkçe, Edebiyat ve önemli bir Toplum ve Bilim dersi alıyorlar. Bütün sosyal bilimlere kuşbakışı giriş gibi.

 

Bu çocuklara çok zor geliyor. Türkiye’de özellikle zor geliyor.


Çünkü insanlar Türkiye’de bence eğitim sistemi ile ciddi bir entelektüel zarara uğratılıyorlar.


Yani insan beyninin böyle sözelci veya TM’ci veya bilmem neci diye bir yapısı yok ama çocukları bu kalıplara zorluyorlar. Ondan sonra liseye gideceğim, “Hocam ben TM’ciyim”. Ne demek yani “Ben tabiatla ilgili herhangi bir şey anlayamam, gayret bile gösteremem.” Çünkü ben böyle bir bir çeşit özürlü. Yahut tersi de oluyor. “Hocam ben fenciyim, niye ben bir roman okuyayım.” Bence sen, böyle başka hiçbir şeyle ilgilenmemen bekleniyor falan. Bu tabii kendi işlerini de iyi yapmadıkları anlamına geliyor. Çünkü bu kadar çarpık bir tanımla o zaman işi yapmak da birtakım kalıpları ezberleyip yerine getirmekten ibaret oluyor ve bu Türkiye ve Türkiye gibi başka ülkelerde orta öğretimin tamamen tahrip olmasına, üniversiteye gelen öğrencilerin ciddi şekilde zihinsel handikapla gelmelerini, yani zorla meraklarının öldürülmesine falan yol açıyor. Bu sistemi yapmak kolay da değil, öğrenciler bunu bilerek geldiklerine rağmen. Ha niye bilerek geliyorlar, çünkü birinci sınıfta ortak dersler alırlarsa ikinci sınıfta fikir değiştirmeleri, yani mühendis olacağım diye gelip yönetici veya sosyal bilimci veya tersine geçiş yapmaları, tabi derslerine çalışıp iyi notlar almışlarsa ama gereken temeli almış oluyorlar.

 

Bunu uygulamak da son derece zor. Çünkü ne öğrenciler buna alışık, ne de aslında hocalar alışık.Yani hocaların kendii mezun oldukları okullarda da böyle bir sistem yoktu. Onun için bütün kültürel olaylarda da olduğu gibi Atalet vardır. Yani eski alışılana geri dönmeyi herkes, “Bu gerçekten bu yapılabilir mi”, “Canım bunlar da sonra bu işten vazgeçerler nasıl olsa.”, “Biz bildiğimiz eğitimi yapalım.” falan şimdiye kadar zorluklarla ve hem üniversite içinde hem de ciddi şekilde üniversite dışından kısıtlayıp orta standarda üniversiteyi çekmek yolunda bilinçli ama çoğu zaman da bilinçsiz baskılar oluyor. Bunlara rağmen bu gelenek oldukça sağlıklı olarak sürdü. Başka üniversitelerde de en azından isim olarak, mesela şimdi birçok üniversitemiz fen fakültesi ile mühendislik fakültesini birleştirip mühendislik ve doğa Bilimleri fakültesi yapıyorlar Sabancı Üniversitesi’ndeki gibi.

 

Ama içindeki yapı Sabancı’dakiyle aynı değil. Sabancı Üniversitesi’nde bölüm yok. Bu bilhassa bürokrasiyi azaltmak için, öğrencilerin farklı yerlerden ders alabilmelerine; hocaların birbirleriyle aynı çatı altında tanışmaları, işbirliği yapmaları için düşünüldü. Büyük ölçüde de başarılı oldu. Tabii ki klasik sisteme herkes bir kaçmak eğiliminde ama şimdiye kadar iyi gitti. Öğrenciler de geliyorlar, yani “Hocam bu yapılır mı, bize reva mıdır? Gerçi bilerek geldik işte ben mühendisim, bana bütün bu romanları falan okutuyorsunuz.” Yahut da işte, “Ben sanatçı olacağım, integral almak bana ne lazım?” diyorlar. İstemezse öğrenci, diğerinden de sıyırıyor, yani mühendislikte dördüncü sınıfa gelip de hala doğru dürüst bir integral alamayan öğrencilerle de karşılaşıyorsunuz. Bu mümkün, yani bu eşyanın tabiatı icabı oluyor ama bu sistemin değerini anlayıp avantajlarından da yararlanan bir sürü öğrencimiz oluyor. 

 

Genellikle mezun olurken, eskiden sayıları azdı, tek tek sorardık dördüncü sınıf öğrencilerine mezun olacakları zaman. O zamanki rektörümüz, rahmetli kurucu rektörümüz Tosun Terzioğlu hocalardan da birkaç kişi yanlarına çağırır, işte bir sohbet sırasında okulla ilgili izlenimlerini, hayatta ne yapacaklarını falan konuşurduk. Birinci sınıfta çok sızlanırlar ama dördüncü sınıfta “İyi ki bunları almışız.”, “Aman hocam bundan vazgeçmeyin.”, “Yeni birinci sınıflara da bunları okutmaya devam edin.”  falan derlerdi. Sorduğumuz zaman tek tek, hala diyorlar.

 

 

21. yüzyılın getirdiği bilgi yoğunluğunun artması sonucunda bilimsel eğitim metodları nasıl değişecektir?

Yani ben o eğitim metotları konusunda uzman değilim. Benim neslimdeki birçok insan gibi, sizlerin çok rahatlıkla kullandığınız bütün bu yazılım, donanım, sosyal medya, internet imkanları falan benim için o kadar kolay değil ama kullanıyorum. Şimdi bu bilgi yoğunluğun artması, eksponansiyel olarak bilgi artıyor. Tabii bilim üzerine ciddi bir değiştirici etki yapıyor. Yani kendi alanınızda, yakın alanda bile sonuçları takip etmeniz zorlaşıyor. Herkes kendine göre bir adaptasyon yolu buluyor. Eğitimde de, eğitimi kolaylaştırıcı bir sürü araç çıktı. Yani sınıfta derste bulamadığınızı internette buluyorsunuz. Ama hocalar için de, yani çocuklardan geri dönüş almak vesaire için işte teknoloji kullanıyor. Amfide otomatikman bir quiz yapabiliyorsunuz, bir şeyler. 

 

Bunlar kolaylaştırıcı olarak düşünmek lazım ama öne çıkarmamak lazım. Çünkü sonunda eğitimde birebir birisiyle temas önemli ve metot olarak da kolaylaştırıcı pedagojik metotlar, klasik pedagoji veya teknolojik imkanlar kullanarak. Onlardan daha önemlisi, ne yapıyorsun, bu eğitimin amacı ne?


Eğitimin amacı insanları kendi kafalarını kullanmaya alıştırmak, sıfırdan başlayarak değil ama yani nasıl soru sorulur, nasıl soru okunur?


 

Ben bu kadar eğitim tecrübemden sonra 3 sene 4 sene üniversite okumuş öğrencilerin hala sınavlardaki En büyük ortak probleminin sınav sorularını önce okuyup anlamamak olduğunu görüyorum. Teknoloji bunu çözmez. Sınav sorularının şu veya bu formatta sorulmasını veya sınava çalışırken bir takım kolaylaştırıcılar sağlar. Onlar da bazen sorun nedir, bunun cevabı nasıl olur noktasından öğrenciyi uzaklaştırıp kolay kalıplara teşvik edebiliyorlar. Yani çok yeni, en yeni teknolojiyi kullanmak illa ki insanları düşünmeye sevk etmiyor. İyi kullanırlar ise daha çabuk öğrenmelerini, daha seçici olmalarını, daha kolay gezip bilgi bulmalarını falan sağlıyor. 

 

Ama eskiden çocuklara ödev verilirdi ilkokulda, ortaokulda. Anneleri, babaları çocuğun adına ansiklopedi karıştırarak bu ödevi ansiklopediden çocuğun defterine çekilmesini sağlarlardı. Şimdi aynı şekilde, aynı şeyi yine anne babalar yapıyor. Yahut çocuk kendisi daha çabuk yapıyor, neyse. Ama ne yapıyor? Eğer şey yaparsa, çok kolay bir sürü bilgiye ulaşıyor; oradan kopyala yapıştır, bunu öğretmenine verir, öğretmeni de bunu alıp, ha tamam kağıt dolu, format güzel, güzel yazmış falan tam not verdim. Bunu kendisi mi yapmış, ne yapmış, ne diyor, dediği şeyi anlamış mı bunlara bakmazsa istediği kadar yüksek teknoloji olsun bu eğitim değil.

 

 

Remziye Hisar örneğinden yola çıkarak, ülkemizde kadınların bilime katkıları nasıldır? Bu ilginin artması için neler yapılabilir?

Remziye Hisar çok aykırı bir örnek çünkü onun kişiliği öyle. Yalnız kadınlar için değil genel olarak, ama tabi kadınlar için özellikle bir bilim kariyerinden anlaşılmadığı, kolay olmadığı bir ortamda o kavgacı, taviz vermez kişiliği icabı birçok mücadelelerle bir de Kurtuluş Savaşı yılları öncesinde Azerbaycan’a falan gitmek gibi yani o kendine özgü enteresan hayatı olan son derece değerli ilginç bir insandı. Ben de yaşlılık zamanında onunla sohbet edebilme şansına eriştim. 

 


Türkiye’de kadınların bilime katkıları bir anlamda Dünya’nın birçok yerinden daha ileridir.


Bunun sebebi şu; modern üniversite sistemi Batı Avrupa ve Amerika’da gelişmiş bir sistem. Yani burada içinde araştırma ve eğitimin olduğu üniversite sistemine diyoruz ki bu nosyon Avrupa üniversitelerinde özellikle 19. yüzyılda nihayet şekil bulmuş. Onun şekil bulduğu zamanlarda Avrupa’da da Amerika’da da toplum yapısı iyice erkek egemen, geleneksel olarak zaten bu kolay değişmeyen yani bütün Dünya’da bir sosyolojik olgu. Dolayısıyla üniversite kurumları kadınları almamakta yakın zamana kadar direndiler. 

 

Şimdi Türkiye’nin buradaki avantajı, bir anlamda avantajı 19. yüzyılda kurulan ilk üniversite öncülleri Türkiye’de, Tıbbiye gibi, askeri okullar Harbiye gibi; bunlar meslek okullarıydı ve hepsi erkeklere özgüydü. Ama Cumhuriyet öncesinde Remziye Hanım’ın hayatında da onun örneklerini görüyorsunuz; kız erkek ayrı okusalar da kızlar için öğretmen okulu, arkasından Darülfünun’da kız öğrencileri almaya başlıyorlar. Kızlar ayrı bir yere de gitmiyor. Yani orada erkekler ve kızlar aynı sınıfta ders görüyorlar. Yavaş yavaş Osmanlı modernleşmesi döneminde de kadınların hayata katılması, en azından üst sınıf veya orta sınıf. Bir kadın hareketi de var. Ama tekrar lafımın başına döneyim, kurumsal olarak Türkiye’de cumhuriyetin getirdiği bir şans var. Kadın erkek ayrımını özellikle pekiştiren dini kuralların dışında laik bir sistem olması demek, üniversitelerin medreselerden farklı batı anlayışlı kurması demek. 

 

Batıdan geldiği zaman orada kadınlara karşı ayrımcılık hala çok kuvvetliydi 1920’lerde. Ama Türkiye bunu yeni baştan kurduğu için ve Cumhuriyet’te baştan itibaren kız çocukların okumasını teşvik ettiği için devlet bursları ile vesaire, Türkiye’de geleneksel olarak birçok meslek dalında üniversite eğitiminde kadınlar çoktur. Yani öğretmenler arasında yarı yarıyadır. Tıp doktorları arasında, mühendisler arasında mühendisliğin tüm dalları değilse de bazı dallarında çok yüksek miktarda kadın katılımı vardır. Neye göre, aynı dönemdeki 1930’lardaki, 40’lardaki, 50’lerdeki, 60’lar, 70’ler hala da Avrupa ve Amerika’ya göre, Japonya’a göre falan.

 

Öbür tarafı işin, peki bu kadınlar arasında bilim kadınlarının durumu ne? O bilimin durumu ile ilgili bir şey, yani yine bir örnek olarak Remziye Hanım’ın hatıralarına dönersek bulunduğu ortamda, üniversite ortamında, bu üniversite reformundan sonraki ortamdan söz ediyoruz ama o kültür o gelenek yok. Yani insanlar araştırma, çoğunluğu yapmıyorlar, yapılması beklenmiyor. Eğitim için kullanılan malzeme genellikle hocanın notları veyahut da kitap, kitapların da çoğu çeviri.

 

Bu olabilir tabii de ama araştırma aynı zamanda yapılması kağıt üzerinde büyük ölçüde. Bunun ilk örnekleri kadın veya erkek, Avrupa’da eğitime gönderilip devlet bursları ile okutulan, sonra Türkiye’deki üniversitelere dönen insanlar. Bunların da bir kısmı Türkiye’ye döndükten sonra bu sisteme entegre oluyorlar. Sistem araştırma yapmalarını beklemiyor, bunlar da yapmıyorlar. 

 

Dolayısıyla üniversite profesörleri arasında kadınların oranının Batıya göre yüksekçe olması başka bir şey. Ama araştırmacılar arasında dediğiniz zaman, ya araştırmacılar arasında aslında erkekler arasında da profesörlerin epey bir kısmı yahut doçentlerin, araştırma yapmıyor, yapmaları beklenmiyor. Hala da öyle. Zaman içinde 60’lardan sonra falan bu sayı arttı. Yani orada kadın erkek arasında bir ayrımcılık yok, orada bilimsel araştırma konusunda bir yavaşlık, yavaş ilerleme var sonradan katılımda ama kadınların katılımı konusunda yüzdeler yüksek, buna karşılık kadınlar arasında yönetici pozisyonlara gelen yani üniversitelerde dekanlar, bölüm başkanları, rektörler onların sayısal oranı az yani rektörler arasında kadın oranı, profesörler arasındaki kadın oranından çok daha düşük.

 

Aralık 2019’da yayınlanan rektörlerin akademik profilleri araştırmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kötü, yani şöyle bir şey; bir kişi yönetici olmak için illaki iyi bir araştırmacı olması gerekmez. Ama bir üniversite yöneticisi olması için kendi araştırma verimi çok yüksek olmasa bile araştırmayı bilmesi, hiç olmazsa bir miktar araştırma yapmış olması lazım. Bir miktar araştırma yapmışsa, yaptığı yayın sayıları çok yüksek olmasa bile bir miktar yayını olması beklenir. O yönetecek, araştırma imkanları verecek kendisi araştırmaya değer vermiyor, araştırmanın yapılıyor olduğunun farkında değil yapılabildiğinin, yapılıyorsa da canım bunu Amerika’da NASA’da yapıyorlardır, Türkiye’de zaten ne uğraşacağım, yapılmaz falan. Kendisinde, ya spekülasyon yapıyorum ama rektörlerle ilgili genel bir psikolojik şey var. Kendisi bunu yapmaz, o zaman bunu bir şekilde haklı göstermeye kalkacak. “Zaten canım yani bunlar Batıda yapılıyor, Türkiye’de yapılmıyordur.” der. İyisini yapanı teşvik etmez, görmezden gelir. Çünkü onu gördüğü zaman kendisi için bir karşılaştırma standardı çıkacak, o yapıyor aynı imkanlarla, belki o üniversitede yapmıyor ama. 

 

Bu şeye daha iyi bakarsanız, Türkiye’nin Araştırma Üniversitesi ve önde gelen araştırma üniversitelerine bakarsanız, onların yöneticileri arasında şey şartıyla, eğer o üniversite kendisi kendi dinamikleri içeriden seçtiyse onların araştırma katkıları daha yüksektir ama tepeden atanma usulü geliştikçe, orada idareci olacak ve hiyerarşik sisteme adapte olacak, dışarıdan söylediğini yapacak yönetici öne çıkarılır, istenir. Orada da bir paradoks var yani o tür bir yönetici, zaten bir yandan da araştırmada çalışmış etmiş de üç beş tane makale bir şey bulmuş bir kişi olmaz.

 

 

Türkiye’de astrofiziğin dünü, bugünü ve yarınından bahsedebilir misiniz?

Astrofizik, daha önce bir astrofizik var yani işte yıldızlar nasıl çalışıyor bunun fiziğini yapmak, bir de gözlemlerini yapmak, astronomi var. Bu ikisi de çok iç içedir. Türkiye’de astronomi, geleneksel olarak işte önce İstanbul, sonra Ankara, daha sonra Ege üniversitelerinde öteden beri var olan bir bilim dalı ve astronomlar da başka bilim dallarına göre, biraz da kamuoyunun ilgisi sebebiyle daha dışarıya dönük türlerde konuşurlar, kendi konularında falan.


Çok önemli bir hizmet topluma çünkü astronomi de insanların bilimle ilgi kurmalarına kolaylık gösteren bir bilim dalı. Türkiye’deki astronomi camiası bunu yapmıştır.


İkincisi, kendi aralarında bütün akademik dünyada olduğu gibi birtakım normal çekişmeler, rekabetler falan olur ama birlikte davranmışlardır. Onun için de önemli bir eşik noktası yani Türkiye’de bir ulusal gözlemevinin kurulması, astronomların çabalarıyla, benden önceki nesil sonra bizim nesil çabalarıyla gerçekleşti. 

 

Yani bir arka plan var astronomide öteden beri. Şimdi klasik optik astronomi, bir gözlemevinin kurulmasından sonra yeni dalga boylarında mesela şimdiki genç arkadaşlar Erzurum’da Doğu Anadolu Gözlemevi’nde bir kızılaltı gözlemler yapacak gözlemevi kurdular, onu geliştiriyorlar. Bu çabalar gidiyor. Türkiye’deki astronomi camiası bu bakımlardan aktif. Öte yandan astronomi hem astrofizikle bütünleşti yani yıldızların yapılarının anlaşılması, hesaplanması mümkün hale geldi bütün Dünya’da. Ne zaman bu, 20. Yüzyılın ilk yarısı kuantum mekaniğinin ve rölativitenin çıkmasından sonra Güneş ve diğer yıldızların yapısını insanlar hesabı ettiler. O kadar eski değil. Evrenin yapısı anlaşıldı, galaksiler vesaire. Bununla birlikte hem gözlemsel astronomi gelişti büyük teleskoplarla, hem de teorik tarafı astrofizik. Gözlemlerde optik gözlemlerin dışında X ışını, radyo vs. bir bu 1950’lerden 1970’lerden sonra X ışınları. Modern astrofizik gözlem ve teori olarak patladı. Bu da Türkiye’ye oldukça iyi yansıdı. Bunda birkaç kritik insanın Türkiye’ye dönüp burada öğrenci yetiştirip okul kurmaları rol oynadı. Yani teori tarafını şimdi ben söylüyorum. 

 

Yıldız yapısı konusunda Dilhan Ezer Eryurt rahmetli, o ODTÜ’ye döndü. Orada bir yıldız yapısı ekibi kurdu. Gözlemsel modern astronomi, X ışınları astronomisi alanında Hakkı Ögelman çok önemli bir rol oynadı. Aynı zamanda Ulusal Gözlemevi’nin kurulmasında da bu insanlar birleştirici, destekleyici roller oynadılar bütün önceki kuşak astronomlarla birlikte. Hakkı Ögelman’ın yetiştirdiği öğrenciler, Türkiye’den proje vererek yurtdışındaki X ışını uydularında gözlem yapmaya, onun sonuçlarını yayınlamaya başladılar. O da işte benim çalıştığım yüksek enerji astrofiziğini, ben teoriciyim ama deneysel dalı da gelişti.

 

Hakkı Ögelman’ı da kaybettik. 1940 doğumluydu, benden 10 yaş büyük ama çok yakın meslektaşım, arkadaşımdı. Çok büyük emeği olmuştur, yetiştirdiği öğrenciler de Türkiye’de bu alanın gelişmesinde. Şimdi Türkiye’de astronominin birçok dallarında, özellikle de yüksek enerji astrofiziği denen, X ışını, Gama ışını, nötron yıldızı, kara delik gözlemleri ve onların teorik analizi konusunda bayağı iyi çalışan     Dünya’da tanınan ekipler var. Optik Ulusal Gözlemevi’nden çıkan epeyce çalışma, makale var. Türkiye’deki astronomlar klasik, öteden beri uğraştıkları konuları bırakıp galaksi dışında astronomiye açılıyorlar, yani iyi görüyorum ben astrofiziğin gelişmesini.

 

Türkiye Uzay Ajansı’nındaki çalışmalar hakkında neler düşünüyorsunuz?

Önemli ne yapması lazım Türkiye’nin? Bu büyük uydular vesaire, hiçbirini tek bir ülke atmıyor. Amerika atıyor, Japonya atıyor, Çin atıyor, Hindistan atıyor ve Avrupa birlik olarak atıyor. Avrupa’nın uzay birliklerine tam üye olmak için Türkiye’nin yatırımları yetmese bile ciddi şekilde Türkiye’nin katılması, gerek European Southern Observatory yani büyük teleskopları, optik teleskopları yöneten Avrupa kuruluşu gerekse Avrupa Uzay Ajansı ESA’ya hiç olmazsa bir işbirliği şeyi ile başlayarak katılması lazım Türkiye de.

 

Türkiye Uzay Ajansı, uzun zamandır gündeme gelir. Bir zamanlar Hava Kuvvetleri’nin önderliğinde kurulması düşünülüyordu. Şimdi kuruldu, bu sefer de sivil bürokrasinin içinde kuruldu. Şimdi bir uzay ajansı öncelikle bir araştırma kurumudur. Yani hem astrofizik, uzay araştırmaları hem de işin mühendislik, teknoloji tarafında ciddi araştırma yatırımı gerektirir. Araştırma kurumlarının da araştırma uzmanları yetiştirmeleri, araştırma uzmanları tarafından araştırmayı destekleyici şekilde kurulmaları gerekir. Şimdi bir uzay ajansının kurulması olumlu bir şey ama nasıl işleyeceği konusunda henüz büyük belirsizlik var. Çok kısa bir kuruluş, işte kanunu, yönergesi falan var ve mevcut yapı oldukça yukarıdan bürokrasi ve doğrudan siyaset tarafından yönetilen bir yapı. Bu, eğer kağıt üzerinde kalıp da içinde araştırmacıların, araştırma yönünde doğru kararlar almalarına imkan verilirse güzel ama bir kısıt halinde yerleşirse ki Türkiye’nin geleneğinde çok muhtemeldir müdahale olacağı. O zaman çalışan, etkin bir uzay ajansı olmaz.

 

Şimdiki durumda yani ümitli olmak istiyorum, göreceğiz.

 

 

Karmaşadan nasıl düzen doğabilir?

Kısa cevabı evet, belli şartlar olursa. Şimdi, termodinamikte işte bir ikinci kanun vardır. Nedir ikinci kanun? Herhangi bir sistem, alabileceği en olası duruma, gerçekleştirmenin en çok yolu olan duruma doğru evrilir.

 

Bir kez oraya gidince oradan da geri gelmez. Neden, çünkü en olası durum, büyük sayıda parçası olan bir sistem için, büyük sayıda parça demek Avagadro sayısı gibi yani makro sistemlerde o kadar tane molekül var. O kadar içinde parçası olan bir sistemin en olası durumu, ondan biraz farklı durumlardan bile çok çok çok daha olasıdır, onun için buna gider. Bu durumda da işte birçok olayın olması aynı ölçüde mümkündür. Buna bir şekilde isterseniz karmaşa diyelim, mesela bir kutuda bir gaz var. Bunun en olası denge durumunda moleküller her tarafa eşit yoğunlukta dağılmıştır. Belli bir hız dağılımları vardır. Sağa veya sola gitmeleri daha olası değildir, yarısı sağa gidiyorsa yarısı sola gider. Yarısı yukarıya, yarısı aşağı gider falan filan ama her molekül ne yapıyor diye baktığımız zaman karmakarışık bir sürü kombinasyon var bunu yapmak için. Bu doğal.

 

Ama tabiatta birçok durumda görüyoruz ki, bunun tersine yani makro birtakım baskılar, birtakım kısıtlar varsa veyahut da bir sistemin içerisinde özellikle belli tercihleri yapan bir mekanizma gelişirse, mesela biyolojik sistemler böyle, o zaman en olası duruma gitmez. Çünkü ona gitmemesini sağlayan bir dinamik var. Buna teorik olarak, bu dinamiğe Maxwell’in Şeytanı deniyor. Yani gazın içerisindeki moleküller istedikleri tarafa gitsinler yerine iki taraf arasında bir kapı koyuyorsun, şeytan orada duruyor, keyfine göre yahut bir programa, bir algoritmaya göre sadece hızlı molekülleri bu tarafa, yavaş molekülleri bu tarafa koyuyor mesela, bir şey yapıyor, bir seçim yapıyor. Bu ne demek? Bir tasarım, bir seçim illa tasarım olması şart değil doğal yollarla da ortaya çıkan bir seçimi teşvik edecek mekanizma olursa o şeytan gerçek olur. O zaman organize cisim ortaya çıkar. 

 

Bunun için mutlaka belli bir yönde makroskopik özellikleri tercih eden bir mekanizma olması lazım ama bu, doğal olarak da ortaya çıkabiliyor sistemlerde. Şimdi kaos bunun daha spesifik bir örneği, kaos yani 3-4 taneden daha fazla parçası olan öyle Avagadro sayısına bile gerek yok, bir sistem olsun fakat parçaların birbiriyle etkileşmeleri, basit düz orantılı lineer etkileşme olmasın. Mesela aralarındaki mesafenin yahut iki cins bakteri etkileşiyorlar, ikisinin nüfuslarına düz orantılı değil de nüfuslarının küplerine orantılı falan bir şey olursa bu etkileşme, bu sistemin dinamiği denklemlerini çözdüğünüz zaman kaos denen şey oluyor. Ne demek kaos? İlk şartlarında bunun nasıl kurduğunuzu, nasıl başlattığınızda ufak bir oynama, son şartlarda çok farklı yerlere götürebiliyor sistemi. Kelebek etkisi falan.

 

Götürebiliyor ama illaki götürür demek değil. Nereye götürebiliyor? Bütün bir olası ilk şartlar kümesinin tümü için alıp tek bir duruma götürmüyor sistemi ama kapalı bir döngüye götürüyor, buraya götürebiliyor. Bu düzen. Belli şartlarda böyle bir duruma içinden çıkamadığı bir kapalı döngüye, kaotik, çok karmaşık bir sistem girebilir. Niye kaotik diyoruz? Çünkü birazcık değişirse karmakarışık şeyler olabiliyor ama olabiliyor. Olabilecek şeyler arasında çok düzenli sonuçlar da var. Onun için kaotik sistemlerde de kaos, düzene dönüşebilir. 

 

Mesele ne zaman, nasıl, hangi şartlarda dönüşebilir, onu anlamak zor. Onu çok iyi çalışmak lazım. Çünkü sistem çok hassas. Bunun hemen aklıma gelen bir örneği Kanal İstanbul. Herhangi bir sosyolojik, çevre, biyoloji, deniz akıntıları falan bunlardan herhangi bir tanesine spesifik bakmadan şunu biliyoruz bilimde; bunların hepsi çok karmaşık. Etkileşmeli sistemler. Dolayısıyla bir müdahale, şartları değiştirme, sonucu tahmin etmesi zor, beklenmedik yerlere götürebilir. Ne kadar çok karmaşık etken varsa, öyle beklenmedik şeylerin olma ihtimali de o kadar fazla. Buradan çıkan sonuç ne? Bunun çok çok iyi incelenip simüle edilmesi lazım, neler yapabileceğini bilmek için. Çünkü kaotik bir sistem. Evet düzene de götürebilir, düzensizliğe de götürebilir veyahut da çok düzenli, içinden çıkılamaz ama nitelik olarak felaket olan bir düzene de götürebilir.

 

Yani hemen aklıma gelen bir şey, Kanal İstanbul gibi tabiata çok büyük müdahaleler insanlar yapmışlardır. Bunların ne tür şeyler getireceğini, 20. yüzyılda o kadar iyi bilmiyorlardı. Yani mühendislik fizibilitesini falan çalışmasını, planlamasını biliyorlardı da, sonra neler olabileceğini hesaplama imkanı da yoktu. Bilgisayarlar falan o kadar gelişmiş değildi. Farkında değillerdi bu karmaşık sistemlerin özelliklerinin. Çok çarpıcı bir örnek, Sovyetler zamanındaki Aral Gölü hikâyesidir. Aral Gölü şimdi haritadan yok oldu, kurudu, çöl. Türkmenistan onun bir tarafı, Türkmenistan’daki pamuk tarımı yapılan ovalarda verimi artırmak için muazzam bir sulama projesi yapılıyor. Bunun sonucu olarak, 10 sene falan hakikaten çok büyük ürün alıyorlar. Ne kadar zaman ise artık bilmiyorum. Ama arkasından hem göl kuruyor, hem iklim çölleşiyor, su tuzlanıyor.

Ve tarım verimi de tekrar düşüyor çünkü sular kötü.

 


Yani doğal sistemlere müdahale etmenin çok büyük tehlikeleri olur. Bazıları hemen göz göre göre, bazılarını iyice çalışıp göstermek lazım.


İşte en iyi örneği Aral Gölü. Şimdi resmine bakarsanız, hakikaten çöl. Çürüyen birtakım tekneler ortasında duruyor. 

 

 

Müstakbel bilim insanlarına tavsiyeleriniz nelerdir?

Çok basmakalıp, beklenen cevap: çalışmalısınız. Yani çalışmadan hiçbir şey olmaz. Bir romantik bilim görüşü var, işte böyle beyaz önlüklü bilim insanları laboratuvara giriyor, tüp kırıldı bilmem ne oldu, pat diye büyük keşif yapıyor, böyle olmuyor bilim. Yani hayatınızda, belki bütün bilim hayatınızda bir iki defa, üç defa çok iyisiniz, çok şanslısınız, daha fazla sizi çok heyecanlandıran güzel bir şey bulursunuz. Onların her birini yapmak için uzun bir zaman çalışıyorsunuz.

 

Günlük yaptığınız işler rutin işler oluyor. Yani iğne ile kuyu kazar gibi bir şeyler.


Bunu yapmak zorundasınız ve bu motivasyonunuz varsa bilime girin. Yoksa böyle işte ilham gelecek, tabii yaratıcılık çok önemli bilimde, iyi fikirler önemli. Yaratıcı olmanız lazım.


Onu yapabileceğinizi düşünüyorsanız, ona yeteneğiniz varsa, zevk alıyorsanız. Ne kadar zevk alacaksanız, sürekli çalışmaya motive olacak kadar zevk alacaksanız bu işe girin. Bir de ikincisi, hakikaten bir yaratıcılık işi. Onun için önünüzdeki soru, problem nedir; onu anlamak ve üzerinde kafanızı çalıştırıp düşünmek lazım.

 

 

Elitist bir bakışın olması gerektiğine inanıyor musunuz?

Tabii inanıyorum ama elitistin ne demek olduğunu söyleyeyim.

 

Elitist, bir kere toplumun menfaati nedir, toplumda herkesi ilgilendiren İşlerin iyi yapılmasıdır. Yolların iyi yapılması, hastalara iyi bakılması, çocuklara iyi eğitim verilmesi, insanların birbirini boğazlamadan doğru dürüst konuşabilmeleri,mahkemelerin güvenilir olması vesaire vesaire. Bunun için de, her işi iyi yapmak için bu işi iyi bilen, tecrübesi olan uzman birisini gelmesi lazım. Bunların da doğru seçilmesi lazım. Bu bir ideal, tabii hiçbir toplumda gerçekleşmiyor ama bu anlamda elit ne demek? İşinin ehli, uzman, liyakat yüklüsü.

 

Yani karşılıksız elitizme tabii ki karşıyım. İşte dedesi ağa, babası lord, onun için bu çocuğun her şeyi yapmaya hakkı var yahut filanca siyasi partide amcası var, onun için işte buna iyi bir yerden arsa verelim falan. Bu elitizmin yoz şekli. Onu kastetmiyorum, liyakata dayanan elitizm hiç şüphesiz.


Yani elitizm demokrasiye karşı bir şey değil, popülizm demek değil elitizmin karşılığı.


Elitizm, işleri gereğine göre yapmak. Dolayısıyla insanların da o işleri yapabilecek insanların, onların sayısı az olacak belki, az veya çok neyse onlara imkan tanınması, onların seçilmesi, öne çıkarılmasını anlıyorum. Şart tabii. 

 

Neden yanlış anlaşılır? Çünkü bir konunun tartışılmasına bir etiketle yaklaşmamak lazım. O etiketin siz bu lafı söylerken ne manada söylediniz, onun açılması lazım. Eleştiren insanları da neden eleştiriyorlar? Ve her iş de birazcık karışıktır. Şartlara bağlıdır; siyahı, beyazı, grisi vardır. Grisi de çoktur ama ilke olarak böyle bir şey. Tanımını yapmadan bir şey üzerine tanışmaya girerseniz, o zaman kim çok bağırır, kim çok tweet atar, kimin çok trolü var, ona göre o şekilde bir sonuca varılmıyor. 

 

Bilim, felsefe ve din ilişkisi hakkında neler düşünüyorsunuz?

Çok karışık bir iş ama çok çok da basit ifade edilecek bir tarafı var. Bilimi ayrı tutan şey ne? Bilim ne der? Bilim bu Dünya ile, Dünya dediğimiz şeye toplum dahil, ilgili bilgileri tecrübe ile edinebiliriz. Yani deney yaparak, deney yapmamız mümkün değilse gözlem yaparak. Bu basit sağduyu. Yani küçükken anneniz elinizden tuttu, siz emeklemekten yeni çıkmışsınız, merdivenden çıkmayı öğretiyor size. İşte kızım, oğlum, önüne bak, falan filan merdivenden nasıl çıkılır? Bilim bunun daha sofistike yani günlük hayatta karşılaşmayacağınız, neye yarayacağını da bilmediğiniz şeyler hakkında merak, sonra ondan yarar da çıkıyor ama, yöntemle bilgi edinmenin yöntemi Dünya ile etkileşerek tecrübe kazanmak.

 

O tecrübeyi, o gözlemi, deneyi yapmadan önce ne çıkacağını bilmiyorsunuz, dolayısıyla bir şey sanabilirsiniz. Ona hipotez diyoruz ama yanlış çıkabilir. Yanlışlanabilecek veya doğrulanabilecek şeyler üzerinden gidersiniz, bilim bu. 

 

Din, bu Dünya’nın işleri üzerine konuşmuyor diyelim, aslında konuşuyor, konuşmaması lazım. Yani bu Dünya’da tecrübe ile doğrudan doğruya bilemeyeceğimiz şeyler, tamamen inanca bağlı. Onlar zaten yanlışlanabilir veya doğrulanabilir şeyler değil. Ve bilimle dinin çelişmemesi mümkün, çelişmesi şart değil. Yeter ki din, Dünya tecrübesiyle gözlenebilir, sınanabilir şeyler üzerine a priori, önceden, bu böyle olmalı diye bir şart koymasın. Koyduğu zaman zaten eninde sonunda onu kaybediyor. Bunu koymayacak şekilde o sofistikasyona sahip bir din, bilimle çelişmez. Ama bu tür bir din anlayışı da hala Dünya’nın birçok yerinde o kadar yaygın değil. 

 

Felsefe, bu dediğim bilgi sorunu da dahil bütün bu sorunları ölçüp tartıp konuşuyor. Felsefenin işi, felsefe din değil çünkü soru soruyor, sorularının yanlışlanabilir, doğrulanabilir olduğunu kabul ediyor. Ama bilim de değil çünkü yanlışlanma veya doğrulanma yöntemi felsefede, bir gözlem yapmak değil. Gözlem yapılan kısmı zaten eskiden doğa felsefesi denen şey, felsefeden ayrılıp yapılabilince bu gözlemler modern bilim olmuş.

 

Tavsiye olarak verebileceğiniz kültürel ürünler nelerdir?

Şimdi o karışık, yani zevklerim değişebilir. Başkalarına tavsiye de etmem. Müzikten çok anlamam ama hoşuma giden her çeşit müziği dinlerim. Klasik Batı Müziği, Klasik Türk Müziği, türkü severim.

 

Kitap yine çok zamanca değişir. Bir şey tavsiye etmeyeceğim. Biraz rastgele, belki bilimle de ilgili düşünce tarafında zengin, çok sevdiğim bir yazar söyleyeceğim. Marguerite Yourcenar, onun birçok kitabı da Türkçe’yi iyi çevirilerde çevrildi. Özellikle Zenon kitabını mesela, bir erken dönem bilim insanının hayatını anlatıyor. Genç bilim insanları, iyi popüler bilim, anlaşılabilir olsun. Kitabın meşhur olmasından ziyade iyi yazılmış. Zaten o yüzden meşhur oluyor ama çevirinin Türkçe okuyorsanız iyi olmasına dikkat edersiniz. Ondan sonra herkes kendi zevkleri yani.

 

Sarkaç’ı muhakkak okusunlar, Sarkaç’ı herkes takip etsin. Sarkaç, Bilim Akademisi’nin özellikle popüler bilimle ilgilenen insanlara, herhangi vatandaşa hitap eden kanalı. Burada konferanslar var, yazılar var, resimler var. Bol resimli bir sürü malzeme var. Podcastler var. Sarkac.org web sitesi. Oradan e-mail abonesi olabiliyorsunuz, bütün Bilim Akademisi’nin popüler etkinlikleri oradan duyuruluyor. Çok zengin malzeme var ve niye bunu bu kadar kuvvetle tavsiye ediyorum, çünkü iki tür süzgeçten geçiyor. Birincisi ordaki bütün malzeme, uzmanlar tarafından yazılıyor yani içerisindeki bilgi doğru, güvenilir. İkincisi de editörümüz Defne Hanım, Defne Üçer Şaylan tarafından ciddi bir şekilde anlaşılırlık, popüler dil, keyifle okunsun diye de bir ayrı editörlük sürecinden geçiyor. Sizler de biliyorsunuz herhalde, yani izleyenler memnun kalıyor, siz onu okuyun.