Tarih biliminin öğrenim süreci ve mutfağına dair akademik fakat samimi bir metin.
Herkese merhaba!
Bir tarih öğrencisi olarak, tarihin ana kolunu olan metodolojiye epey ilgi duymaktayım. Bu doğrultuda tarihin bilimselliği, yazılışı ve yorumlanışıyla ilgili bir yazı kaleme almak istedim. Yazımda tarih metodolojisiyle ile ilgili okumuş olduğum üç kitapla ilgili notlarımı ve yorumlarımı dört kısıma ayırarak derledim. Bu yazı belki de onlarca kişi tarafından okunacak ve internet dünyasının içindeki es geçilen milyonlarca yazının arasında kendisini bulacak. Yine de yıllar sonra bir kişi bu yazıyı bulduğunda bilinçlenir ve insanlığım geçmişi adına bir şeyler başarır.
I. Kısım |
Tarih, Tarihçi ve Toplum – Salih Özbaran
Tarihin çok karmaşık olduğu bir muammadır. Tarih kimi zaman kendisini formüle eder, kuramlaştırır. Bazen de bir roman tadı verir. Yani bir taraftan tarihin bilim olmadığını, edebiyat ve felsefe karışımı bir uğraş olduğunu iddia edenler varken diğer yandan da onun kesinlikle bir bilim olduğunu iddia edenler vardır. Bu tartışmaya açık bir konu olsa da şurası bir gerçek ki Salih Özbaran’ın dediği gibi “tarihin sahibi çoktur”.
Güdümlü Tarihçilik
Tarih, birileri tarafından kendi ikbal ve çıkarları doğrultusunda; bir cenahın veya bir kişinin kahramanlaştırıldığı metinler (Şehnamecilik) olmaktan çıkarılmalıdır. Örnek verecek olursak, son çeyrek asır boyunca giderek şiddetlenerek bazı kişiler ve cenahlar tarafınca Osmanlı İmparatorluğunu yüceltmek için, Türkiye Cumhuriyetini tabiri caizse cüceleştirmeye bilinçli bir şekilde çalışıldığı ortadadır.
Tarihin Toplum Üzerindeki Rolü
Tarih bilimine amatör anlamda meraklı olan birey, tarihi nerelerden öğrenebilir? Aklımıza ilk gelen araçlar 21. yüzyılın meyveleri olan internettir. Peki, internette her yazarın kendi bakış açısını yansıtma olgusu yok mu? Bu sadece internetle de sınırlı değil. Bilginin ve düşüncenin yansıtılmasında araç olarak kullanılan her şeyde bu bahsettiğimiz durum söz konusudur. Dolayısıyla tarihçini görevi, bir vakayı tüm perspektiflerden inceleyerek vakanın içeriğine sadece dönemsel olarak bakmadan, derin izlerini sürmektir. Bunu yaparken de en başından itibaren tarihin laboratuvarına girerken; siyasal, ekonomik ve dini ceketlerini çıkartıp tarafsızlık önlüğünü giymelidir.
Tarih, totaliter rejimlerin dogmasını yansıtacak bir enstrüman da olabilir. Demokratik toplumların benliğini idrak etmesine yarayacak bir araç da. Bu, o coğrafyanın veya ülkenin tarihçilerinin alacağı pozisyona bağlıdır. Tarihin halklar üzerindeki etkisi ise halkın ufkunu ve vizyonunu genişletebilir ya da onları sürekli överek, Dünya’nın en mükemmel topluluğu olduklarına inandırıp bir barut fıçısına dönüştürebilir.
Sözde Tarihçilik
Tarihçi, tarihi kendi kuralları içerisinde yapmıyorsa ondan tarihçi olarak söz etmek abeste iştigal olur. Böylelerine “sözde tarihçi” sıfatını yakıştırmak doğru olacaktır. Bu sözde tarihçiler, kendi ideolojik çerçeveleri doğrultusunda, kendi argümanlarını güçlendirmek için her türlü bilgi, belge ve arşivi demagoji(lâfebeliği) ve saman adam safsatalarıyla çarptırmaktadır. Dolayısıyla bu sözde tarihçiler, akademik bir esere asla kaynak olamaz.
“Tarih” Denince
Yazarın(Salih Özbaran) kitabında üzerinde ısrarla durduğu mühim konulardan biri ise 12 Eylül Askeri Darbesi’nin sonucu olarak eğitim ve akademi camiasının alaşağı edildiği, dolayısıyla tarih eğitimi üzerinden örneklendirildiğinde tarih mezunu olup, tarihten bihaber tarihçilerin çoğaldığı bir dönem meydana getirildiğidir.
Siyasetçinin Beklentileri
Siyasetçinin hedefi iktidardır. İktidar doğrultusunda ona oy kazandıracak her hamleyi yapmasını beklememek en hafif tabiriyle saflık olur. Dolayısıyla politika ağacının kökü olan tarih, siyasetçiler tarafından birçok kez istismar ve manipüle edilmiştir. Tarih her siyasal dönem içerisinde siyasetin malzemesi olmuştur. Bunu bazen siyasetçiler kendi okumaları sonucunda yapmışlar bazen de güdümlü tarihçiler vasıtasıyla yapmışlardır. Doğrusu, “tarihi tarihçilere bırakalım.” sözü hiçbir zaman uygulanamamıştır.
Siyasi iktidarda bulunan ya da iktidar mücadelesi verenler, amaçlarını en iyi nasıl gerçekleştirebileceklerini konusunda geçmişe başvurmuştur. Aynı zamanda da siyasi elit, kendi konumuna meşruiyet kazandıracak bir tarih versiyonunu kitlesel tüketime sunmanın çıkarına olduğunu düşünmüş, bunu ya geçmişteki başarılarını öne çıkartarak ya da iktidarını dayandırdığı kurumsal yapının ne kadar eskiye dayandığını göstererek yapmıştır.
Tarih ve tarihçilik öyle bir konuma geldi ki ideolojik hasımların birbirlerine attığı çamurları temizlemekten, tarihin karanlık dönemlerine ışık tutulamaz oldu.
Kabına Sığmayan Tanımlar
Bilindiği üzere tarih (histoire, history, historia) iki anlama geliyor: birincisi, gerçekleşmiş olduğuna inandığımız, ama ortaya çıkarılmamış veya tarihçiler, uzmanlar ya da yorumcular tarafından biçimlendirilmiş, keşfedilmemiş geçmiş düşüncesidir; diğeri ise geçmiş ile uğraşan kişilerin kanıtlara ve belgelere dayanarak kurmaya ve şekillendirmeye çalıştıkları geçmiş imgesidir.
Geçmişten günümüze tarihle ilgili pek çok tanım yapılmıştır. Bu tanımların hepsini burada veremeyeceğim bir muhakkak. Bu tanımların niçin bu kadar fazla olduğunu yukarıdaki alıntıda da bahsettiğimiz gerekçeyle örtüştüreceğim. Her kişi kendi fikirlerini yansıtmak ister. Bizlerin tanım dediğimiz şey aslıdan tarihe bir amaç ve vizyon yüklemektir. Bu vizyon her kişiye göre farklılık gösterebilir.
“Tarih sınıflandırılmış bir tanım içine sokulabilecek bir çalışma alanı değildir.”
– Fernand Braudel
2.Dünya Savaşı’na kadar ulusal tarihçiliğin ulusal anlamda diğer hasım milletlere karşı milli duyguların istismarı sonucunda felaketleri doğurduğu hiç şüphesiz bir gerçektir. Bu süreç 2. Dünya Savaşı sonucunda değişmiş ve tarihin sosyal bilimlerle işbirliği sonucunda yeni bir vizyon kazanmıştır.
Taban Tarih
Tarih geçmişi konu alır. Fakat geçmişteki her şey tarihin konusu değildir. Bu bakış açısıyla sıradan bir çiftçinin veyahut 20. yüzyılda Doğu Almanya’da çalışan bir fabrika işçisinin, tarih için pek bir öneminin olduğunu söylenemez. Taban Tarihi bu anlayışı reddeder. Bu anlayışın temsilcileri: E. P. Thompson, E.J. Hobsbown ve Peter Burke gibi tarihçilerdir. Anlayışlarına göre, tarihi yaratan halklardır ve bu topluluğun, sınıfların yarattıkları tarihte izinin olmaması skandal bir durumdur. Sıradan insanların misyonu ve vizyonu tarihin seyrini değiştirmiştir. Aynı zamanda 1960’lı ve 1990’lı yıllar arasında bu anlayış daha çok kişiyi etkilemiştir. Bunun etkisi 1968 ve 1978’deki sol ve özgürlükçü öğrenci hareketlerinin tüm Dünya’da yayılması ve geniş yankı uyandırması ile açıklanabilir. Aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist bloğun dağılması da bu bağlamda önemli bir vakadır.
Ayrıca, Peter Burke’ taban tarih anlayışına göre; ailenin, beslenmenin, çocuk doğurmanın, işçinin, ve günlük hayatımızdaki diğer meselelerin tarih yazıcılığında konu edinilmesi adına önemli bir rol oynamıştır.
Tarihçi ve Toplum
Toplumlar, gelenekleri ve kültürleriyle bazı ilerlemelerin önünü tıkayabilir. Tarih ve tarihçilik bu denli yoruma açık bir uğraşı olduğu için, ideolojiler tarihin önünü epeyce tıkamıştır. Tarihçinin bir diğer görevi ise bu ideolojik kuşatmayı yarıp, tarihin amaçlarını meydana getirerek kamuoyuna bunu belli araçlarla duyurmaktır. Bu araçlar belli güç ve nüfus odaklarındadır. Yani toplum tarafsız ve bağımsız bir tarihçilik istiyorsa, bağımsız ve tarafsız her türlü tarihçiliği bireysel olarak desteklemelidir. Aksi taktirde hep bir tarafın argümanlarını besleyecek veya bir cenahı mutlu edip, diğer tarafı şeytanlaştıracak safsatalar duymaktan başka bir durum yaşanamayacaktır.
Tarihçilikteki Aşamalar
“Ben ne kralın hayatını, ne de saltanat yıllıklarını yazmak niyetindeyim. İsteğim, insan zihninin tarihini yazmaktır.”
– Voltaire
Orta Çağ zamanından, Fransız Devrimi süresince tarih; kralların, aristokratların, dini liderlerin, feodal yöneticilerin övüldüğü ve meşruiyet kazandırdığı bir araç olmuştur. Son bir asır boyunca kralların yerini devlet başkanları, aristokratların yerini CEO’lar, feodal yöneticilerin yerini yerel siyasetçiler aldı ve bakıldığı zaman değişen pek bir şey olmadı. Tarihe hala kişilerin ve siyasal hareketlerin meşrutiyet kaynağı gözü ile bakılmaktadır.
Eski Yunan ve Roma’da Tarihçilik
Antik Yunan ve Roma’daki tarihçilik anlayışı, daha çok kralların şeceresini ve yaşanan olayların kronolojisini tutmaktı. Buradaki amaç ise insanlar ve devletlerin yaptıklarının ne olursa olsun silinmemesi ve ileri kuşakların ders çıkarması için kayıt altına almaktı.
Ortaçağda Tarihçilik
Ortaçağda tarihçiliğin, Eski Yunan ve Roma tarihçiliğine göre geliştiğini söylemek oldukça zor. Bu dönem tarihçileri genellikle kralların, aristokratların ve dini liderlerin (ruhban sınıfının) yıllıklarını çıkarıyordu. Bunu yaparken de kendi inançlarını en temel ayırt edici kılavuz olarak kullanıyorlardı. Yani yaptıkları işi, tanrı tarafından hesap sorulacağı için dini yüceltmek ve dini tamamen eleştirilerden korumak adına yapıyorlardı. Kişiler(tarihçiler) olayı araştırmaktan ziyade kilisenin çıkarları doğrultusunda inandıkları bakış açılarıyla yazıyorlardı.
Rönesans’tan 19.yüzyıla
Rönesans dönemi tarih yazıcılığının en önemli olgularından biri rasyonel ve laik bir anlayışla yazılışıdır. İkincisi ise olayları belgeye dayandırarak yazmaları olmuştur.
- yüzyıldaki görünüm (Tarih Yüzyılı)
- yüzyıldaki tarih yazıcılığının önemli isimlerinden olan Ranke’ye göre tarihin kaynakları sadece birinci el kaynaklar olmalıydı ve 19. yüzyıl pozitivizmini yeşertip, 20. yüzyılda marksist anlayışı beslemesiydi.
- Yüzyıl – Tarihi Mutlak Bilime Yaklaştırma Yüzyılı
“Bilgelik olmazsa tarihçilik de olmaz”
– George Lefebvre
1929’da Fransa’da kurulan Annales Okulu bireyin toplumsal yaşama bütünüyle etkisini araştırmıştır. Ayrıca bu araştırma yapılırken akademik bir yazım ve tarafsızlık ilke edinilmiştir. 19. yüzyıl tarih yazıcılığında Almanya’nın payı epey yüksektir. Fakat 20. yüzyıl tarih yazıcılığının akademik metoda getirenler Fransızlar olmuştur.
Oryantalist Bakışla Tarih
Rönesans, Reform ve Yeni Ticaret Yollarının Keşfi süreciyle birlikte Dünya’nın ekseni değişmeye başlamıştı. Artık, Güneş doğudan değil batıdan doğuyordu. Kimi medeniyetler gücüne güç katarken kimi medeniyetler kendi birikim ve enerjilerini harcıyordu. Tarih yazıcılığının 16. yüzyıldan günümüz modernitesine kadar evrimleştiği bu süreçte batının bilim ve teknolojiye hakim olduğu bir anlayış söz konusudur.
Dünya’nın merkezi kavramı süreç itibariyle değişkenlik yaşamıştır. Siyasi anlamda güç kimdeyse merkez orası kabul edilmiştir. Bununla birlikte kimi batılı tarihçiler güç ve sosyo-ekonomik refah ile birlikte Dünya tarihini kendi merkezlerinden yazmaya başladılar. Buna, kavram olarak oryantalist tarih yazıcılığı denmektedir. Güç nerede olduysa, kişilerde olduğu gibi toplumlar da egoist bir şekilde benmerkezci anlayışlarını sosyal bilimlerin dallarını konu alarak hayata geçirmişlerdir.
- John Tosh, (Çeviren: Özden Arıkan), Tarihin Peşinde, 6.Baskı, İstanbul, Kronik Yayınları, 2019, syf.75
- S. Özbaran, Tarih,Tarihçi ve Toplum,3.Baskı,İstanbul 2015,s.31
Makalede de geçen “Bilgelik olmazsa tarihçilik de olmaz” cümlesinin kıvamında, bilgece bir yazı olmuş. Bu konuya ilişkin devam yazılarını merakla bekliyor, başarılarının devamını diliyorum 🙏🏻
Teşekkür ederim.