Kendimden bahsetmem gerekirse en azından sıradan bir insan olmadığımı söyleyebilirim. Buna emin olabilirsiniz. Her gün gördüğüm binlercesi, yüzbinlercesi gibi değilim ben.

 

Bir tanesinde bile kendi bakışlarımdaki derinliği bulamadım biliyor musunuz? Birçoğunun gözlerinin içine dikkatle baktım. Ama hayır. Hiçbirinde benim bakışlarımdaki derinlik ve anlam yoktu. Yüzümdeki bu ifade hiç şüphesiz yüce bir ruhu ve keskin bir zekayı temsil ediyordu. Sahip olunan bu zeka ve anlam dolu bakışlar insanı yalnızlığa ve nihayetinde depresyona sürükler. Ancak bende öyle olmadı. İşte bu da sıradan bir insan olmadığımın kanıtı. Heh.

 

Şu gerçeğin henüz gençken farkına vardım; eşim benzerim yok.

 

Tüm bu şeyi, sizin deyiminizle tüm bu kötülükleri neden yaptığımı anlayamazsınız. Bunu anlayabilmek en başta farklı bir ruh hali gerektirir. Ancak buna rağmen size her şeyi tüm gerçekliğiyle anlatacağım.

 

Kızımı zor yaşatıyordum, onu dövüyordum hatta ona işkenceler yapıyordum. Siz de ona acıyorsunuz. İşte bu mükemmel! Keşke kızımın yüzünü görebilseydiniz… Benim kızım gerçek bir şeytandı. Ben bir şeytanı masum kılabiliyorum ve ona yaptıklarım karşısında “düpedüz kötü” oluyorum. Düpedüz kötü olduğum için de herhangi birine kahramanlık fırsatı vermiş oluyorum. Tek başına bu bile mükemmel! Kızımın yüzünü bir görebilseydiniz… İnsanların karakterleri hakkında her şey bakışlarında gizlidir. Benim kızım gerçek bir şeytandı. Muhtemelen sürekli birilerine ve kendisine zarar verecekti. Hayatı boyunca Tanrı gözünde küçük düşecek olan bu kızın ihtiyacı olan şey acı çekmek ve çaresiz kalmaktı. Sürekli masum ve günahsız kalabilmesi için gereken şey tam olarak buydu. Özgürce atacağı her bir adım, hatta attığı her bir bakış bile onu alçaltmaya yetecekti. Ben Tanrı karşısında küçük düşmeyi göze aldım ve onu kutsadım. Benim tanrım kitaplardan çıkma değil. Onu tanımıyorum, nasıl bir formda olduğunu ve bütün bu her şeyi ne amaçla yarattığını bilmiyorum. Ancak varlığına inanıyorum.

 

Kızım şeytani bir yüz ifadesine ve şeytani düşüncelere sahipti. İleride yaşayacağı onu bekleyen hayatı düşündükçe çok kötü hissediyor, kimi zaman sinirden tir tir titriyordum. Aklından geçireceği kötü düşünceleri, diğerlerine ve haliyle kendine vereceği zararları… Ben kızımı çok seviyordum.

 

Benim yaptığım şey kızımın kendisine olan saygısını koruyabilmesi açısından çok önemliydi. Çünkü ileride işleyeceği günahların sorumlusu kendisi değil ben olacaktım. Yaptığı her kötülük için çocukken yaşadığı kötü günleri ve beni suçlayacaktı. Biraz olsun kendisine acıyacaktı ve her şeye rağmen biraz olsun sevecekti kendisini. Daha da önemlisi şuydu: Zaten cezasını çektiği için ileride her türlü kötülüğü yapma hakkına sahip olacaktı.

 

Kızıma yaptıklarım konusunda haklı çıkmak gibi bir niyetim yok. Beni zaman bile haklı çıkaramaz. Beni Tanrıdan başka kimse anlayamaz.

 

Annesini henüz dört yaşındayken kaybetmişti. Karım oldukça ince düşünceli, merhametli ve tam olarak birlikte olmak istediğim türden bir kadındı. Ona büyük bir saygı ve tutkuyla bağlıydım. Ölümüne yakın bana kendisiyle ilgili garip bir durumdan bahsetmişti:

 

“Küçüklüğümden beri geleceğimle ilgili hayal kuramazdım. Geleceğim ile ilgili herhangi bir şeyi tahmin edememekten bahsetmiyorum. Geleceğimi hayal etmeye çalışırdım ama ilginç bir şekilde geleceğimin olmadığı, hatta gelecek diye bir şeyin olmadığı ve hiçbir zaman yaşanmayacağı hissi tüm düşüncelerime ve baştan aşağı tüm bedenime hakim olurdu. Bu nasıl oluyor? (Kısa bir sessizlik oldu.) Bu nasıl oluyor?”

 

Karım bu sözleri söylediğinde henüz 24 yaşındaydı. Onu bu sözleri söyledikten iki hafta sonra kalp yetmezliğinden kaybettim. İlk zamanlarda önemsemediğim bu cümleler yıllar geçtikçe beynimin içinde daha güçlü ve daha anlamlı bir şekilde yankılanmıştır.

 

Kimileriniz buna kader der. Ben ise bunun kader olduğu konusunda emin değilim.

 

Onu kaybettikten sonra kızıma sıkı sıkıya bağlandım. Artık tek gerçeğim kızımdı. Ölümün kaçınılmaz, yaşamın ise anlaşılmaz olduğu bu yerde yalnızca onun için yaşayabilirdim artık. Aradan birkaç yıl geçti ve artık şuna emin oldum: Onu bu kokuşmuş şehrin içinden kurtarmam gerekti. İleride karşıma geçip “Neden beni bu şehrin içerisinde yetiştirdin? Neden beni bu gereksiz tansiyona ve hıza alıştırdın?” diye sorabilirdi. Maddi açıdan durumum iyi sayılırdı. En azından artık çalışmasam da olurdu. 1994 yılında ortağı olduğum gümüşçüden ayrıldım ve Isparta’nın merkeze bağlı olan Deregümü Köyü’ne yerleştik. Oraya taşındığımız yıllarda yalnızca üzüm bağları ve gül bahçeleri vardı. Birkaç sene önce tekrar gittiğimde devasa büyüklükteki seraları beni hayli şaşırtmıştı. Az değil tam dört yılım bu köyde geçmişti. Oraya taşındığımız yıl kızım sekiz yaşındaydı. Onu çok iyi terbiye etmiştim. Tek bir bakışım bile ona her şeyi anlatmaya yetiyordu. Elbette ki onu okula vermemiştim. Okullar, aptal olanlar için ne kadar iyiyse akıllı olanlar için o kadar kötüdür. Benim kızım çok akıllıydı. Bende de onu eğitebilecek bilgi birikimi ve kitaplar vardı. Her ne kadar dışarı çıkıp köylü çocuklarla oynamak istemiş olsa da buna asla izin vermemiştim. En fazla bahçeye çıkabilirdi. Deregümü köylüleri kendi içerisinde fazlasıyla sırnaşık, yılışık bir ilişkiye sahipti. Buna rağmen bizi hiç rahatsız etmezlerdi. Hatta dört yıl boyunca birkaç kişi dışında kapımızı çalan bile olmamıştı. Bunun için ne kadar şükretsem azdı çünkü aksini kabul edemezdim.

 

Kızım, beyaz ten rengine ve uzun bir yüze sahipti. Bu uzun yüze eşlik eden koyu kahve saçları, sıska vücudu, kapkara kaşları ve bal rengi gözleriyle hayli gizemli bir görünüme sahipti.

 

O küçük kızın bakışlarını, bakışlarından süzülen kötülüğü, kini ve riyakârlığı kelimelerle anlatmaya kalksa Tanrı bile zorlanırdı.

 

Benim sözümün asla dışına çıkmazdı. Eğer akşam 21:00’da uyunacaksa 20:40’da dişlerini fırçalar, yatağını serer ve tam saatinde gözlerini kapatırdı. Bir keresinde gece bire kadar uyuyor numarası yaptığını bilirim. Ertesi gün onu birkaç saat geç uyandırmayı düşündüysem de bunu yapmadım. Eğer tabağındaki yemeği bitirmesini söylediysem -ki bunu nadiren yapardım- muhakkak bitirirdi. Bir şey isteyeceği zaman karşımda dikilir, ben sorana kadar konuşamazdı. İlk iki sene böyleydi. Böyle olması garipti. Sonrasında yavaş yavaş değişti. Bana göre bu, zaten gerçekleşmek zorunda olan bir değişimdi. Başlarda ‘yapamıyorum’ demeye başladı (uyuyamıyorum, yiyemiyorum, okuyamıyorum…). Kızımın bu değişimiyle ilgili farkettiğim en belirgin şey bana sürekli yalan söylemesiydi. Bıkmadan, usanmadan sürekli yalan söylemesiydi. Hem de yalanlarının çoğu ‘söylenmese de olur’ türden yalanlardı. Bitmek bilmeyen inadı ve yalanları zamanla iyice dayanılmaz bir hal aldı. Ona kızdıkça ve onu dövdükçe bana karşı daha da kötü olmaya başladı. Dediğim her şeye adeta nanik yapar hale gelmişti. Onu evin en küçük odasına kapattım.

 

Bu oda, evdeki ıvır zıvırların koyulduğu dört metrekarelik kutu gibi bir yerdi. Tavanı bütünüyle dökük olan bu odada hiç pencere yoktu. Kullanılmamış birkaç yorgan yastık, Bekomatik marka bozuk bir çamaşır makinesi ve onun yanına yatırılmış ahşap bir rahle vardı. Rahleyi, taşındığımız günlerde kapımızı çalan o birkaç köylüden biri hediye etmişti. O köylü adam… Ne sıradışı bir tipti ama! Ses tonunu ayarlayamaz, genellikle konuşmaya alçak bir sesle başlardı ve cümlenin sonuna doğru sesi iyice kısılır, anlaşılmaz bir hâl alırdı. Ben konuşurken istemsizce kendi kendine sırıtır, sonrasında ise biri ona kızmışcasına ciddileşirdi. Rahleyi evimize yaptığı ikinci ziyaretinde getirmişti. Bir daha da uğramadı zaten. Ben de bu rahleyi daha ilk günden bu küçük odaya atmıştım. Bu küçük ve gereksiz oda, tam olarak tuvalet ile mutfak arasında yer alıyordu. Kızım, benim söylediğim herhangi bir şeye karşı çıktığında tam iki gün bu odada kilitli kalıyordu. Odanın içine bir buçuk litrelik şişede su ve iki büyük ekmek bırakıp kilitliyordum. Sabah yedide odanın ışığını açıp akşam dokuzda kapatıyordum. İki gün sonra açtığımda içerisi sidik -bazen de dışkı- kokuyordu. Kızım, yüzüme bile bakmadan yanımdan sıyrılıp banyoya koşuyordu.

 

Kızım bir keresinde titreyen bir sesle ama bir o kadar da kararlı bir tavırla ağzında çiğnediği plastiği çıkarmayacağını söyledi. Hemen ardından plastiği bana tükürüp kendi rızasıyla o küçük odaya gitti. Kapıyı da arkasından kapattı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ben odaya yaklaştıkça ağlayışının dozunu yükseltiyordu. Ciddi ve soğukkanlı bir şekilde odaya girdim, iki ekmek ve suyunu bırakıp odayı kilitledim. O geceyi unutamıyorum. Sabaha kadar sobadan çıkan ateşi ve içindeki kızıl közleri izledim. İçindeki kızıllık azaldıkça sobayı yeniden alevlendiriyordum.

 

O gece odanın kilidini açıp kızıma sarılmak istedim. Bir daha asla böyle şeylerin olmayacağını, artık onu çok seven bir babasının olduğunu söylemek ve ağlamak istedim. Kapıya kadar gitmiş olmama rağmen bunu yapamadım.

 

Ertesi gün öğleden sonra tuvalete girdiğimde suyun sesini duyup duvara vurdu. Tuvaletten çıktığımda ise “Işıık” diye seslendi ama odanın ışığını açmadım. Onu dört gün boyunca o karanlık odada bıraktım. Üçüncü günün akşamı suyu bitmişti ve benden su istedi. Hiçbir yanıt alamayınca kapıya ve duvarlara vurmaya başladı. Sonrasında ise uzunca ağladı. Hıçkırıklar içerisinde benden özür diliyordu. Kapıyı açmam için yalvarıyordu. Dördüncü günün sabahı kapıyı açtım. Kısılmış gözleriyle bana uzunca baktıktan sonra ağladı ve gelip bacaklarıma sarıldı. Benden defalarca özür diledi. Bir daha asla öyle şeyler yapmayacağını ve beni bir daha hiç üzmeyeceğini söyledi. Hafifçe başını okşadım ve onu banyoya gönderdim. Dönüp odaya baktığımda ahşap rahlenin duvar dibinde açılmış bir şekilde durduğunu gördüm. Muhtemelen oturmak için kullanmıştı. Bu sefer kakasını bir yorgan kılıfının içine yapıp, katlayıp bir köşeye koymuştu. Bozuk çamaşır makinesinin deterjan konulan kapağı tam kapanmamış gibiydi. Kapağı açtığımda içinin ıslak olduğunu fark ettim. Kokladığımda ise herhangi bir koku alamadım. Kızım o günden sonra dediklerime harfiyen uymuş ve bir daha asla o odaya girmemişti.

 

Kızım toplamda tam dört kez bu odada kalmıştı ve ilginçtir ki her seferinde evde iki ekmek vardı. Ne bir eksik, ne bir fazla… Tam iki ekmek!

 

Kimileriniz buna tesadüf der. Ben ise bunun tesadüf olduğu konusunda emin değilim.

 

Özellikle de son olayda mutfağa gidip yine iki ekmekle karşı karşıya kaldığım an benim için çok zordu. Kızım bana ağzındaki plastiği tükürüp o küçük odaya doğru giderken benim düşündüğüm ilk şey evde kaç ekmek olduğuydu. Yanılmayı ilk defa bu kadar çok istiyordum. Mutfağa doğru yavaşça yürüyorum, beynimin içinde kapı çarpma sesi, kulaklarımda kızımın hıçkıra hıçkıra ağlayışı, gözlerimde iki ekmek, yine iki ekmek… Oracıkta dizlerimin üzerine çöküp ağlamak ve bizimle alay eden o şeye teslim olmak istedim. İnanın bunu gerçekten istedim ve neredeyse yapacaktım. O an kendimi toparlamam birkaç dakikayı bulmuştu.

 

Aradan üç ay geçti ve bir gün teyzesi bize misafirliğe geldi. En son dört yıl önce, oraya taşındığımız ilk ay hayırlı olsuna gelmişti. Daha da görmemiştik onu. Onunla önceden daha sık görüşürdük. Çok sıcakkanlı, iyi niyetli ve fazlasıyla konuşkan bir kadındı. Çoğu zaman da konuşacak bir şey bulamadığından, aslında söylememesi gereken şeyleri söyler ve istemsizce dedikodu yapardı. Bu son gelişinde kızımı bir haftalığına İzmir’deki evine götürmek istedi. Kabul etmeyip karşı çıkmama rağmen kızımın aşırı isteği karşısında elim kolum bağlı kaldı ve hiçbir şey yapamadım. Bir hafta sonra gelip, kızımı kendi elleriyle bırakacağını söyledi. Köşeye sıkışmıştım. Konuşulacak, söylenilecek herhangi bir şey yoktu. Eğer kızımı vermeme konusunda ısrar etseydim benden şüphelenebilirdi. Kızımın bavulu apar topar hazırlandı ve yola çıkmak üzere benimle vedalaştılar. Kızımın o günkü halini hiç unutmuyorum. Giydiği kıyafeti, saçının şeklini ve o gün ağzından çıkan her bir cümleyi… Ayrılmadan önce ona sıkıca sarıldım. İstemsizce gözlerim dolmuştu. Ellerini tuttum, gözlerinin içine baktım. Gülümseyerek “Yolun açık olsun kızım.” dedim. Teyzesinin yanında büründüğü neşeli tavrından bir anda silkinerek ne demek istediğimi anlamış gibi bakmıştı. Belki de bana öyle gelmişti bilmiyorum ama en çok da o bakışı unutamıyorum:

 

Tek bir bakış, tek bir an. Tek bir acı, tek bir yaş. Tek bir öfke, tek bir şans.

 

Onlar ayrıldıktan hemen sonra apar topar evi terk ettim. Teyzesi ona misafirlik teklifi yaptıktan sonra kızımın yaşadığı duygu değişimi, benden biraz bile çekinmeden verdiği cevaplar ve giderken ki sevinci beni çok korkutmuştu. Kızımın bu sevinci beni de alıp götürmüştü o evden. Teyzesi birkaç gün sonra yanında iki jandarmayla kapıma dikilebilirdi. İlk otobüsle İstanbul’a döndüm. Daha sonra da Romanya’ya kaçtım. Sekiz yıl sonra da tekrar İstanbul’a döndüm. Romanya kısmını anlatmak isterdim, kısa bir dönem arkadaşlık yaptığım Cristea’yi, onunla Braşov’da geçirdiğimiz tehlikeli geceyi, bir de Doğu Bölgesinde yaşayan kadınların ilginç karakteristik özelliklerini uzun uzun anlatmak isterdim ama şu durumda buna gerek duymuyorum. Nihayetinde ülkeme tekrardan dönmüştüm. Yolda yürürken sağımdan ve solumdan geçen insanların benimle aynı dili konuşuyor olmaları çok değerliydi. Ülkeye döndükten sonra tabii ki bazı şeyler ucuz yeşilçam filmi bayağılında ilerlememişti, adapte olamama, Türkçede kendimi iyi ifade edememe, özellikle ilk günlerde konuşurken heyecanlanma gibi ilginç zorluklar da yaşamıştım. Bırakın kızımı tekrar görmek istemeyi, şans eseri herhangi bir yerde karşılaşmamak için dua ediyordum. Hatta ilk başlarda bu durum paranoyaklık boyutuna ulaşmıştı, gördüğüm yirmili yaşlarındaki genç kızlardan bakışlarımı kaçırıyordum. Ülkeye geri döndüğümde küçük bir soruşturmayla öğrendiğim şey beni çok sarsmıştı. Ülkeye her şeyi göze alarak dönmüştüm. Cezam neyse çekmeye hazırdım. Zaten verecekleri ceza, çektiklerimin karşısında ödül bile sayılırdı. Yıllar sonra ülkeye geri döndüğümde öğrendiğim şey hakkımda hiç suç duyurusunda bulunulmamış olmasıydı.

 

Geçmişimle ilgili her şeyi iyi kötü tarif edebilirim ama o an yaşadığım beni sarsan derinlikteki duyguyu asla tam olarak tarif edemem. Yıllar süren bu korkuya, endişeye ve çaresizliğe boş yere katlanmış olmak beni hem aşağılık hissettirdi hem de yüce. Daha çok yüce. Hem arananlar listesine hiç girmemiş olduğum için sevindim hem de yıllarca korkak bir fındık faresi gibi yaşamış olduğum için üzüldüm. Daha çok üzüldüm.Aynı anda gerçekleşen iki farklı his bu. İki farklı tepe, iki farklı sis…

 

Az bir enerjim kaldı onu da son eylemime saklamak istiyorum. İtiraf etmem gerekirse bana tüm bunları yazdıran şey, ne yazık ki yıllardır peşimi bırakmayan vicdani rahatsızlığımdır. Kim bilir belki de kızım, teyzesine hiçbir şey söylememişti. Belki de birlikte evin kapısına kadar gelmişlerdi ve evde kimsenin olmadığını görünce meraktan şaşkına dönmüşlerdi. Daha sonra yurtdışına kaçtığımı öğrenince buna anlam verememişlerdi belki de.

 

Aslına bakarsanız tüm bunların çok da bir önemi yok. Sonuç olarak kızım, soyadını ve belki de adını değiştirmişti. Yıllarca bütün sosyal medya sitelerinden adını arattıysam da hiçbir sonuca ulaşamadım. Hatta annesinin kızlık soyadıyla ve teyzesinin şimdi ki soyadıyla da arattım ama yine de hiçbir şey bulamadım. Onu bulmak için resmi kurumlara tabii ki başvurmadım. Kızım belki de hiç sosyal medya kullanmamıştı. Ya da onu bulamayayım diye adını değiştirmişti. Tüm bunlar olabilirdi ama ölmüş olma ihtimalini kabul edemem.

 

Yıllar süren vicdani rahatsızlık, huzursuzluk ve bilinmezlikle yaşamaya devam ettim. Yazımın başında kızıma yaptıklarımı körkütük savunmuş olmama rağmen doğruluğu ve gerekliliği konusunda hiçbir zaman kesin bir şey söyleyemem. Buna karşın o bölümleri yazdığım sayfayı buruşturup atmayacağım. Anlatım dilinin yavaş yavaş hastalıklı bir hâl aldığının farkında olmama rağmen buraları da karalamayacağım.

 

“Ne istediğimizden daha önemlisi neyin gerekli olduğudur.” önceleri böyle düşünürdüm. Yıllar geçtikçe cümle ağır ağır tersine dönmeye başladı: “Neyin gerekli olduğundan daha önemlisi ne istiyor olduğumuzdur.” Ancak şimdilerde bu söze olan güvenim de kırılmaya başladı.

 

Birazdan ışıkları kapatacağım. 20 tane ağrı kesici hapı bir şişe su ile birlikte içeceğim. Geride kendi itiraflarım niteliğinde olan bu yazıyı bırakacağım.

 

Bu yazıyı bırakacağım. Heh. Çok bir gereği varmış gibi… Ne garip değil mi? İntiharın eşiğinde bile olsak, bu sefer de ölümümüzü anlamlandırmaya çalışıyoruz. Böyle bir hayat…

 

Kim bilir, belki bu yazı günün birinde kızıma ulaşır. O da en azından geçmişe ait aklına takılan bazı sorulara cevap bulmuş olur. Enerjim azalıyor. Gün ağarmadan son eylemimi gerçekleştirmeliyim. Sizlere son olarak tüm içtenliğimle şunu söylemek istiyorum:

 

 

Yolunuz açık olsun.

 


 

Bu yazının yazarı ve yazdıklarının tümü hayal ürünüdür.

 

Abdullah Doğmuş